Her gün insan kalabilmenin yolu: Kalbimize dönmek

  • GİRİŞ22.06.2025 12:49
  • GÜNCELLEME22.06.2025 12:49

KALBİNİZ NEREDE!..

Bu feryat, Refah Sınır Kapısı’nda Gazze’ye insani yardım ulaştırmak için direnen vicdan sahiplerinin haykırışıydı. Bu haykırış, sadece bir soru olmanın ötesinde kaybolan insanlığımıza atılan bir çığlıktı. Bir yürek yangını, umarsızca yanan vicdanların ateşi...

Karşılarında yalnızca onlara engel olanlar yoktu. Kalbinin sesini duymayanlar, gözünü kapatanlar, zulme seyirci kalanlar da vardı. Bu çağrı hem Gazze için hem de tüm insanlık için yükselmiş bir ikazdı: Günlük koşturmaların, ekranların, çıkar hesaplarının ve sorumluluktan kaçışların arasında kaybolan kalbini hatırlıyor musun?

Duyarsızlık bir çağın ruhuna dönüşmüşse, düşünmek bir devrimdir.
Sustuğun yerde bir çocuk ağlıyorsa ve o çocuğun gözyaşları senin kalbinde bir yara açmıyorsa felaket yalnızca dışarıda değil; içindedir ve asıl korkunç olan, o yaranın artık acıtmıyor oluşudur.

İşte tam da burada Cengiz Aytmatov’un şu sözü yankılanır kulaklarımızda:
“İnsan için en zor şey, her gün insan kalabilmektir.”

Evet, her gün insan kalabilmek... Belki de en büyük mücadele bu: Yüreğin pas tutmadan, merhametin körelmeden, bakışların donmadan yaşayabilmek. İnsanlığını kaybetmemek, kaybolanlar arasında kaybolmamak. Her gün şahit olduğumuz bir haberle insan kalabilmek sınavından geçiyoruz; kalbiyle yaşamak, zulme kayıtsız kalmamak, acıya yabancılaşmamak sınavından.
İşte bu sınavı geçebilmek, ancak tefekkürle mümkün olabilir, hikmet ise bu yolculuğun meyvesidir ve bu meyve bilmekten öte hisseden, dertlenen ve gayret edenlerin nasibidir.

İnsan, dış dünyanın gürültüsünden uzaklaştıkça ve kendine vakit ayırıp tefekkür edebildikçe hakikate yaklaşır.

Tefekkür, bu çağın en büyük ihtiyacıdır; çünkü tefekkür düşünmek değil sadece, kalple görmek, ruhla anlamak, hakikati kuşanmak demektir.

Kalbine dön!
Çünkü kalbini yitiren, yönünü kaybeder.
Çünkü kalbi kararanın zihni dağılır, sesi kısılır, duruşu çöker.

Bugün insanlık, teknolojiyle hızlandı; ama kalbiyle bağını yitirdi.
Zihinler bilgiyle doldu; ama kalpler anlamdan mahrum kaldı.

Artık sadece görmek yetmiyor.
Hissetmek, düşünmek, hatırlamak, hareket etmek gerekiyor.

Kalbini susturanlara karşı sesini ve sözünü yükseltmek isteyen, içinde gözü yaşlı bir çocuk taşıyan, kendisiyle yüzleşmek isteyen herkes “Kalbiniz Nerede?!” çağrısına kayıtsız kalamaz. Bu çağrı, insanın var oluşuna, sorumluluğuna ve hakikate dair bir davettir.

Durup düşünmeli insan:
Vicdanım ne zamandır susturulmuş durumda?
Ben bu dünyanın neresindeyim, benim kalbim nerede?
Her gün insan olmak ve insan kalmak sınavından geçebiliyor muyum?
Şahit olduğum her şey benden hangi cevabı bekliyor?

İnsanın kendine yönelttiği bu sorular birer muhasebe kapısıdır. Her cevap, hakikate bir adım daha yaklaşmaktır; çünkü düşünen her kalp, yeni bir diriliş ihtimali, gönül coğrafyamız ve insanlık için bir umut demektir.

Neyi kaybettiğini hatırlayan ve kalbini arayanlar, bir gün elbet o kapıdan içeri girecekler ve işte o zaman her şey yeniden başlayacak; ama bu kez içeriden dışarıya doğru. Kendileri hakikatin nuruyla aydınlananlar, ellerinde meşalelerle başkalarının karanlığına da ışık tutacaklar. Yeryüzünde fitneden ve zulümden eser kalmayıncaya, din yalnız Allah’ın oluncaya, iyilik, merhamet ve adalet her yerde hâkim oluncaya kadar da yürümeye devam edecekler.

KALBİYLE DÜŞÜNEN İNSAN

“Kalbiniz nerede!.." çağrısına kulak vermek isteyen için tefekkür, yüreğin sessiz çığlıklarını duymak, ruhun fısıltılarına kulak vermektir. Bir an durup, 'Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?' diye sormaktır kendine. Belki de en çok, unuttuğumuz bir şeyi hatırlamaktır: İnsan olduğumuzu.

Zihnî bir çaba olmaktan daha çok ahlâkî bir sorumluluktur tefekkür; zira insanın düşünebildiği kadar erdemli, duyabildiği kadar merhametli, hissedebildiği kadar insan kalabildiği bir çağdayız.

Tefekkür; hayatın akışına bilinçli bir ara verme cesaretidir.
Savrulmaya karşı duruş, özün silinmesine karşı fıtrata yöneliştir.
Ruhun dinlenmesi, kalbin arınması ve hayatın yeniden istikamet bulması bu duruşta saklıdır.

Tefekkür, dış dünyadan ziyade iç dünyayla yürütülen bir muhasebe biçimidir. Bu muhasebe, ahlâkı vicdanla inşa eder. Sessizliğe yönelen her insan, içinde bir pusula bulur. O pusula, onu doğruya, iyiye ve adalete taşır; çünkü gerçek düşünce, davranışta ahlâk olarak zuhur eder.

BİR DÜŞÜNME YOLCULUĞU OLARAK TEFEKKÜR

Düşünmek, insana bahşedilmiş en ayrıcalıklı vasıflardan ve insanı diğer varlıklardan ayıran temel istidatlardan biridir; ancak bu özellik, salt bilgi toplamanın ötesine geçerek anlamı kavrama, hakikate yönelme ve davranışa yön verme gücünü de içerir. İslam düşüncesi bu süreci sıradan bir etkinlik olmanın ötesinde anlamlı bir yolculuk olarak görür. Bu yolculuk, zaman içinde çeşitli kavramlarla zenginleşmiş ve çok katmanlı bir zihnî sistematiğe dönüşmüştür.

Düşünmek İçin Durmak Gerekir

Pek çok dilde “durmak” ve “anlamak” kelimeleri, adeta aynı kökten filizlenmiş gibidir. Farklı coğrafyalarda, farklı dillerle ifade edilse de aynı hakikati işaret eder: Anlamak için düşünmek, düşünmek için de durmak gerekir.

Arapçada “vakafe” kelimesi “durmak” anlamına gelir; ama bu, sıradan bir duruş değildir elbette. İçe yöneliş, dikkat kesilme ve anlamaya hazır hâle gelmedir bu. Aynı kökten gelen “vâkıf olmak” ve “vukûfiyet”, bilgiyle birlikte hikmeti de sezebilme maharetini anlatır. Yani, durmadan derin kavrayış doğmaz. Gönül gözüyle bakıldığında durmak, düşünmek için gerekli bir eşiği geçmek gibidir.

Türkçede ise “durmak”, sadece fizikî hareketin kesilmesi gibi anlaşılsa da bilinçli bir içe yöneliş anlamına gelir. “Dur, dinle!” denildiğinde zihinle beraber kalp de çağrılır. Bu çağrı, yüzeyde değil, derinlerde karşılık bulur. Durmak, düşünmenin başlangıcıdır. Milan Kundera, Yavaşlık adlı eserinde tam da bu hakikate dikkat çeker: İnsan hızlıyken düşünemez. Düşünmek ya da bir şeyi hatırlamak için yavaşlaması, hatta tamamen durması gerekir; çünkü hafıza da tefekkür gibi ancak sükûnetle çalışır.

Azerbaycan Türkçesinde bu ilişki daha da berrak biçimde görünür. Orada “düşmek” fiili, bizim dilimizdeki durmak, duraklamak anlamında kullanılır. “Başa düşmek” ise “anlamak” demektir. “Anladım” yerine “başa düştüm” denir. Burada “baş”, düşüncenin merkezi; “düşmek” ise ona varmak, onda durmak anlamı taşır. Dikkat edilirse düş görmek, düşlemek, düşünmek, başa düşmek gibi fiillerin hepsi, bir iç duruşun ve anlam arayışının farklı boyutlarını temsil eder.

Ehlince malumdur ki İngilizce, Almanca ve Yunanca gibi diğer dillerde de benzer bir ilişki olduğu ifade edilir.

Tüm bu örnekler, ortak bir hakikate işaret eder: Hız ve tüketim çağında her şeyin koşturarak yaşandığı bir dünyada, durmayan anlayamaz; düşünmeyen derinleşemez.
İnsan, ne zaman ki gerçekten durur; kalabalıkların gürültüsünden, ekranların parıltısından, gündemin hengâmesinden bir adım geri çekilir, işte o zaman görmeye, düşünmeye ve anlamaya başlar.

DÜŞÜNCENİN KATMANLARI: KAVRAMLARLA ZİHNÎ YOLCULUK

Tefekkür, düşünceyi yüzeyden derinliğe taşıyan köklü bir kavramdır. Etimolojik kökeni, “kabukları aşmak”, “içe yönelmek” ve “manaya ulaşmak” anlamlarını içerir. Tefekkür, olaylara ve varlığa yalnızca gözle bakmakla yetinmeyip onların ardındaki anlamı sezme çabasıdır; o bilgiyle hayata ve hakikate yönelmek anlamına gelir.

Bizim medeniyetimiz, düşünmeyi çok katmanlı bir yolculuk olarak sunar. Bu yolculuk, insanın hem dış dünyayla hem de kendi iç âlemiyle bağ kurduğu bir derinlik arayışıdır.

Her şey tahayyül ile başlar. Zihin, bir düşüncenin ilk izini hayal yoluyla yakalar. Bu iz, tasavvur ile şekle bürünür, bir kavram hâlini alır. Ardından taakkul gelir: Kavramlar arasında bağ kurarak akıl yürütme, karar verme ve yön tayin etme becerisi gelişir.

Bu zihinsel süreci, hayata taşınma aşamaları takip eder. İ’tibâr, yaşanmışlıklardan ders çıkarma becerisidir; tefehhüm, bilgiyi idrak ile kalpte derinleştirme; tefakkuh ise bilgiyi davranışa dönüştürme yetisidir. Böylece düşünce; zihinden kalbe, kalpten davranışa uzanarak tamamlanmış bir anlam yolculuğuna dönüşür.
Kur’an-ı Kerim’de bildirilen düşünme sistematiği zamanı da kuşatır:

Tezekkür geçmişi hatırlamak,
Tefekkür içinde bulunulan ânı kavramak,
Tedebbür geleceği ön görmek ve tedbir almak anlamına gelir.

Bu süreç bazı kavramlarla daha da derinleşir:

Teemmül, sabırla ve dikkatle uzun uzun düşünmektir.
Nazar, dikkatli bakmak, gözlemlemek ve değerlendirmektir.
Re’y (rü’yet) ise hem gözle hem kalple bakarak fikir oluşturmak; böylece bir kanaate, görüşe ve duruşa ulaşmaktır.

Bu kavramların tümü, zihinsel bir teyakkuzu yani uyanıklığı gerekli kılar; çünkü düşünmek, kolay bir eylem değildir. Vakit ve emek ister. Bu açıdan tekellüf, derinleşmek uğruna zahmete katlanmak anlamına gelir. Düşünmek, ahlâkî bir çaba ve sabır işidir.

Tefekkürün bu çok yönlü yapısı, zihni, kalbi ve davranışı etkiler. Kur’anî düşünce sistemi, ezberden hikmete, bilgiden şuura doğru uzanan bir inşa sürecidir. Bu süreçte düşünmek, insanı olgunlaştıran ve hikmete ulaştıran bir yolculuktur.

Amaç, bilgiye ulaşmanın çok ötesinde o bilgiyi anlamak, hissetmek ve yaşamak; yani insanı içeriden inşa etmektir. Bu yüzden tefekkür, bir anlam arayışı olduğu kadar kulluğun da bilinçli bir ifadesidir.

TEFEKKÜRÜN KAZANDIRDIĞI NİTELİKLER

Tefekkür, yalnızca soyut bir düşünme eylemi değil; insanın kendini, Rabbini, varlığı ve hayatı tanıma çabasıdır. Bu çaba, kişiyi hem iç dünyasında derinleştirir hem de toplumsal sorumluluk bilinciyle donatır. Tefekkür eden insan, karakterini olgunlaştırır, idrakini keskinleştirir ve hayatı hikmetle kavramaya başlar.

Bu süreçte kişi, yalnızca bilgi sahibi olmaz; aynı zamanda basiret kazanır. Hakikati keşfetme, doğruyu yanlıştan ayırma ve isabetli tercihler yapabilme yeteneği olan basiret, düşüncenin kalbe işleyip davranışlara yön verdiği bir kavrayıştır.

Kendi içine yönelen kişi, davranışlarını sorgular; rastgele yaşamaz, farkındalıkla hareket eder. Bu farkındalık, kişiyi niyetinin ve gayesinin izini sürebilen bir bilince taşır. Böylece yönünü kaybetmez, savrulmaz, dış etkilere karşı daha dirençli olur. Düşünce ile şekillenen bu iç sefer, kişiyi daha şuurlu ve istikrarlı kılar. Bu bilinç hâli davranışlara da yansır. İnsan, dengeyi bulur. Aşırılıktan uzak durur, ihmalden sakınır. Ölçülü düşünür, kararlı adımlar atar. Denge hem ahlâkın hem düşüncenin temelidir.

Tefekkür, aynı zamanda feraset kazandırır. Keskin görüşlülük, derin anlayış, hızlı kavrayış ve ihtiyatlı hareket edebilme becerisi olan feraset, kişinin karşılaştığı olayları doğru yorumlamasını sağlar.

Zamanla, bu derinlik isabetli kararları doğurur. İnsan neyi, niçin, ne zaman ve nasıl yapacağını daha iyi bilir. Sözü hikmetle, eylemi basiretle şekillenir. Böylece düşünce, şahsî bir aydınlanma olmakla birlikte hayatı kuşatan bir anlam bütünlüğüne dönüşür. Bu iç yolculuk, kişiyi varoluş gayesine yaklaştırır. Bu bağlamda tefekkür, zamanla sınırlı olmayan bir ibadet gibidir. En çok da tenhalarda, insanın kendi iç sesini duyabildiği anlarda kök salar. Kalpte yeşerir, insanı olgunlaştırır ve bu olgunluk; düşüncede itidal, sözde hikmet, davranışta istikrar olarak görünür. Tefekkür yalnızca fert için değil, toplum için de dönüştürücü bir güçtür. Düşünen insanlardan oluşan bir toplum, daha adil, daha merhametli ve daha dirençli olur.

TEFEKKÜR: KUR’ÂNÎ BİR DAVET, KALBÎ BİR SORUMLULUK

Kerim Kitabımız, insanı iman etmeye, akletmeye, ibret almaya ve tefekkür etmeye çağırır. Bu çağrı; insanın mevcudatla, mahlûkatla ve özellikle Rabbiyle sahih bir bağ kurmasını sağlayan bir farkındalık hâlidir.

Kur’an’da geçen “Düşünmez misiniz?”, “İbret almaz mısınız?”, “Akletmez misiniz?” gibi soru kalıpları, insanın zihinsel ve kalbî uyanışını tetiklemek içindir.

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrân, 191)

Bu ayette tefekkür ile zikir arasında güçlü bir bağ kurulmuştur. Zikir, Allah’ın kudretini her şeyde görmek ve hayatı O’nun isimleriyle okumaktır.

Ek olarak Kur’an-ı Kerim, insanı şu ayetlerle de tefekkür etmeye yönlendirir:

“Tefekkür eden bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.” (Yûnus, 24)
“Şüphesiz bunda aklını kullananlar için deliller vardır.” (Ra’d, 19)
“Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.” (Kāf, 37)
“De ki: Göklerde ve yerde neler var, bakın!” (Yûnus, 101)
“Yeryüzünde gezip dolaşın da daha öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bir bakın.” (Rûm, 42)

Yaklaşık 700 ayette bu çerçevede düşünmeye yapılan vurgu, tefekkürün bir ibadet olarak görülmesi gerektiğini gösterir. Bu ibadet, zihni ve kalbiyle insanı ve nihayetinde toplumu  uyandıran bir diriliş vesilesidir.

ARINMA VE YENİLENME İÇİN TEFEKKÜR

Tefekkür, sadece bilgi arayışı değil; aynı zamanda ibadetlerin anlamını derinleştiren bir iç yolculuktur. Peygamberimizin, “Bir saatlik tefekkür, bir yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.” hadisi, bu sürecin önemini vurgular. Bu ifade, yapılan iyiliklerin bile anlamla beslenmesi gerektiğine işaret eder.

Tefekkür, insanın dış dünyadan içe dönerek kendi varlığını gözden geçirdiği özel bir alandır. Nurettin Topçu, bu süreci şöyle açıklar:
“İç gözlem, içimize çevrilip nefsimizle baş başa kalmaktır. Bu her şeyden önce bir psikolojik metottur. Lakin iç gözlem, yaşayan her insanın kendini tanıması ve içindeki âlemi dışında da gerçekleştirmesi için kullanacağı yoldur. Kendi iç gözleminden uzaklaşan, otomatlaşır ve taklitçiliğe mahkûm olur.”

Zihnin sustuğu, kalbin konuştuğu bu anlar; iç arınma, yenilenme ve derinleşme fırsatıdır. Gecenin bir saatinde ya da gün içinde sessizliğe ayrılan kısa bir vakit, adeta “günün zekâtı” gibidir. Bu anlar ruhu tazeler, niyetleri berraklaştırır. Böylece tefekkür, ibadeti şekilden öze, amelden hikmete taşır.

ESMAÜ’L-HÜSNA IŞIĞINDA TEFEKKÜR

Cenab-ı Hakk’ın güzel isimleri olan Esmaü’l-Hüsna, yalnızca O’nu tanıtmakla kalmaz; aynı zamanda kâinata nasıl bakılması gerektiğini ve varlıkla nasıl bir ilişki kurulacağını da öğretir. Her bir isim, derin bir düşünme ve bakış disiplini sunar.

El-Hâlık, El-Bârî ve El-Müdebbir isimleri, kâinattaki kusursuz düzeni ve mükemmel işleyişi gösterir. Her şey ölçüyle yaratılmış, hiçbir şey başıboş bırakılmamıştır. Bu düzen, muazzam bir kudretin ve eşsiz bir sanatın işaretidir. Kâinattaki her parça, yaratıcı bir iradenin ve hikmetin izini taşır.

El-Basîr, El-Alîm, El-Habîr ve Er-Rakîb isimleri ise her şeyi gören, bilen ve gözeten bir Rabbin varlığını hatırlatır. Bu isimler, insanın niyetlerinden iç sesine kadar her yönünü kuşatır. Bu bilinçle yaşayan fert, hayatını farkındalık ve sorumlulukla sürdürür; zihni bilgiyle, kalbi murakabe ile uyanık kalır.

El-Hakîm, El-Hâdî, El-Halîm, El-Adl ve El-Vekîl gibi isimler ise insana hayatında yol gösterir. Hikmetiyle hükmeden, yol gösteren, adaleti gözeten, sabrı öğreten ve tevekkül etmeyi telkin eden bu isimler hem davranışlara ölçü kazandırır hem de kalpte derinlik ve denge oluşturur. Bu yönüyle tefekkür, insanı doğruya yönelten, hakikati arayan ve güven içinde yaşayan bir şahsiyet hâline getirir.

Bu isimlerle beslenen bir düşünce, insanı bilgiye, idrake ve teslimiyete taşır. Kâinatı dikkatle gözlemleyen bir zihin, yaratılmış olanın ardındaki anlamı da sezme yetisi kazanır; zira Esmaü’l-Hüsna ile yapılan tefekkür, zihni, kalbi, ahlâkı ve davranışları da inşa eden bir yolculuktur.

Her bir isim, insanın tefekkür yolunda bir durak gibidir. Bu duraklarda kişi, iç âlemini aydınlatır, yönünü netleştirir, idrakini derinleştirir. Zamanla bu yolculuk, bir marifet sürecine dönüşür ve ibadetin özü olan huşû ile bütünleşir.

Böyle düşünen bir insan, milletini, ümmeti ve insanlığı da daha sahih bir bakışla kavrayabilir; zira Allah’ı tanıma çabası, yaratılmış olanı da hikmetle okumayı mümkün kılar. Bu da insanı taklitten özgünlüğe, gafletten dirilişe taşır.

TEFEKKÜRÜN EĞİTİME VE GÜNLÜK HAYATA YANSIMASI

Tefekkür, yalnızca kişinin iç dünyasını aydınlatan sürecin yanı sıra eğitimin, günlük hayatın ve toplumsal bilinçlenmenin temel direğidir. Bilginin hikmete, öğrenmenin idrake dönüşmesi için eğitim yalnızca öğretmekle sınırlı kalmamalı; anlam arayışını besleyen bir atmosfer sunmalıdır. Öğrencilere “Bu hakikatin anlamı nedir?” ya da “Bu bilgiyle ne yapılabilir?” soruları yöneltilmelidir. Tarihî olaylar üzerinden yapılan değerlendirmeler, öğrenciyi yalnızca bilgiyle donatmakla kalmaz; vicdanî bir sorgulamaya yöneltir. Özellikle günümüz dünyasında yaşanan zulümler, savaşlar, zorunlu göçler gibi trajediler karşısında genç zihinlere “Zalim nasıl düşünür?”, “Biz ne yapabiliriz?” gibi sorular sorularak, adalet ve merhamet merkezli bir düşünme disiplini kazandırılabilir. Bu anlayışla geliştirilen senaryo çalışmaları, kişisel planlamalar, gözlem etkinlikleri, kavramsal sorgulamalar ve görsel düşünme araçları; öğrencinin düşünceyi davranışa dönüştürmesini sağlar. “Düşünmez misiniz?” emr-i ilahisiyle örtüşen bu yaklaşım; bilgiyle birlikte maneviyatı da besler, zikirle tefekkür arasında bir denge kurar.

Bu derinleşmeyi desteklemek için eğitim uygulamalarına kısa “tefekkür molaları” yerleştirilebilir. Sessizlik ve içe dönüş, öğrencinin zihinsel yoğunluktan kalbî derinliğe geçmesini sağlar. Sanat ve edebiyat bu sürecin doğal taşıyıcılarıdır: Yunus Emre’nin sade hikmeti, Mevlâna’nın sezgisel çağrısı, Necip Fazıl’ın etkili ve sarsıcı dili, Sezai Karakoç’un metafizik ufku, Akif’in inançla yoğrulmuş aksiyonu ve Mustafa Kutlu’nun irfanla örülmüş öyküleri; her biri tefekkürün kalbe dokunan yollarını açar. Bu bağlamda yaratıcı yazma, drama, resim, dijital tasarım gibi etkinliklerle hayal gücü canlandırılmalı; tefekkür günlükleriyle öz farkındalık desteklenmelidir. Elbette bu iklimin asıl rehberi öğretmendir: Soru soran, birlikte düşünen, örnek olan... Tefekkürü yaşatan bir eğitim anlayışıyla her sınıf bir diriliş ocağına dönüşebilir; zira çağımızın en büyük inkılabı, düşünmenin yeniden kıymet kazanmasıdır.

HİKMETİN KAPILARI TEFEKKÜRLE AÇILIR
Medeniyetimiz, tefekkürü merkeze alan bir hikmet anlayışı üzerine kurulmuştur. Hikmet; güzeli çirkinden ayırt etme basireti, hayatı anlamla yoğurma derinliğidir. Üstat Mustafa Kutlu, İlmihal Yahut Arzuhal adlı eserinde “Ey yolcu!” diye seslendiği okuyucusuna şöyle bir çağrıda bulunur:

“Bil ki her kalbe nur iner; lakin o kalbi mâsivâ ve ağyâr ile dolu görünce, indiği yeri terk edip gider. Kalbini aç ve temiz kıl, Hakk Teâlâ onu maarif ile doldursun.”

Ve ardından şu veciz cümleyi ekler:

“Tefekkür, kalbin kandilidir; o giderse karanlıkta kalırsın.”

Evet, kalbin kandili olan tefekkür, insanın hem kendini hem Rabbini tanımasına vesile olan bir iç yolculuktur. Kalbiyle gören, aklıyla düşünen insan; karanlıktan aydınlığa, dağınıklıktan dengeye ulaşır.
Bu sebeple her fert, kalbini arındırmalı; düşünceyle beslemeli, hakikate açık tutmalıdır.

TEFEKKÜR GELENEĞİMİZİN İZİNDE
Tefekkür, şahsî bir derinlik olmaktan öte bir medeniyet inşasıdır. İslam düşüncesinde düşünmek; anlama çabasının yanı sıra ahlâkî sorumlulukla hareket etmek demektir. İrfan geleneğimiz, düşünceyi kulluğun bir parçası olarak görmüş; bu anlayışla büyüyen âlimler, tıptan matematiğe kadar birçok alanda insanlığa yön vermiştir. Endülüs’ten, Semerkant’tan, Buhara’dan İstanbul’a uzanan düşünce hattı, ilmi hikmetle buluşturmuş, ferdi ve toplumu dönüştürmüştür. Bugün bize düşen, bu tefekkür mirasını yeniden diriltmek ve onu yaşanan bir değer hâline getirmektir.

HER MÜMİNİN BİR HİRA’SI OLMALI

Hira, Peygamber Efendimizin risaletten önce uzlete çekildiği, Mekke yakınlarındaki Nur Dağı’nda yer alan bir mağaradır. O, yalnızca bir kaya boşluğu değil; vahyin nuruna ilk şahitlik eden, insanlık tarihinde yeni bir devrin kapısını aralayan müstesna bir mekândır. Bu kutlu yer, arayışın ve buluşun, sessizliğin ve dirilişin sembolü hâline gelmiştir. Çünkü Hira, Kur’an hakikatlerinin insan kalbine ilk dokunduğu andır.

Peygamberimiz, Risalet’ten önceki cahiliye döneminde toplumda yaygınlaşan zulüm, putperestlik, haksızlık ve yozlaşmadan incinerek Hira’da uzlete çekilirdi. Orada derin bir sükûnetle Rabbine yönelir, tefekkür ve arayış içinde hakikati gözlerdi. İşte o uzletin bağrında, bir Ramazan gecesi “Oku!” hitabıyla ilk vahiy nazil oldu. Hira’daki bu iç yolculuk, itikâf adıyla ümmete bir sünnet olarak miras kaldı; tefekkür, muhasebe ve ibadetle geçen özel zaman dilimlerinin adı oldu.

Bugün de her müminin bir Hira’sı olmalı. Ne aradığını bilerek, bulduğunu hissederek, kalben ve zihnen arınarak bir iç aydınlığa ulaşmak için… Zamanı sadece tüketmek değil, anlamlandırmak için… Zira içe dönmeden dışa yön verilemez. Kalbe çekilmeden kelama güç katılamaz.

Kendi Hira’sına çekilebilen insan, sadece kendiyle buluşmaz; hakikatle, Rabbiyle ve insanlıkla da yeni bir bağ kurar. Tefekkürle yoğrulan bu iç sefer, her çağın karanlığını yaracak bir nur taşır içinde.

KALBİNE DÖN! TEFEKKÜRÜN DİRİLTİCİ GÜCÜ

Kalbe dönüş, bir yön arayışıdır. Kimi zaman bulanık, kimi zaman yorgun bir yolculuktur. Ama sonunda hakikate dokunan, yeniden insan olmanın kıyısına varan bir seferdir bu ve o seferde, “her gün insan kalabilmek”, mümkün olmanın dışında zaruri bir istikamettir.

İşte bu yüzden düşünmek, durmayı; durmak, anlamayı; anlamak da insanı yeniden inşa etmeyi mümkün kılar.

Kalbinize dönün; çünkü orada, unuttuğunuz bir şey var: Siz. İnsan olan, insan kalan, insan kalacak olan... Belki de o kalbe döndüğümüzde göreceğiz: Diriliş, içimizde başlıyor. Işık, önce yüreklerde yanıyor.

Kalbine dönebilen bir insan, toplumunu, milletini, ümmetini ve insanlığı da ayağa kaldırabilir; zira içe doğru yapılan her yolculuk, dış dünyayı yeniden kurabilecek bir diriliş adımıdır. Düşünmenin diriltici gücü, hakikatin içimizde başladığını fark ettirir: Kalbine dönen, hikmete yönelen, kendi yıkıntılarından bir medeniyet inşa edebilir. Bu, bir toplumun kaderi değil sadece, bütün insanlığın müşterek kaderini yeniden inşa etme meselesidir.

Ve işte şimdi, çağın vicdanı bize dönüp soruyor:

Kalbiniz nerede?!

İşte asıl soru bu.

Bu soru, bir iç muhasebe olmanın fevkinde zulüm karşısında susmayanların haykırışıdır. Filistin’in masum ve kahraman çocukları, kundakların şahit bebekleri, şehadete ayarlı yiğitleri, toprak gibi sadık ve fedakâr anaları, dünyanın sağır kulaklarına inat 'Kalbiniz nerede?!' diye haykıran vicdan sahiplerinin hepimizin vicdanına hitap eden 'Kalbiniz nerede?' sorusu, aslında 'Siz neredesiniz?' sorusudur; çünkü kalbi olan, nerede olması gerektiğini bilir.

Bu çağrının sınırları, ülkeleri, dilleri aşarak milyonlara ulaşması; kalplerde yankı bulması, gönülleri sarsarak harekete geçirmesi… işte bu, mütefekkir Sezai Karakoç’un "diriliş nesli" idealinin vücut bulmuş hâlidir. Evet yalnızca bir çağrıdan ibaret olmayan aynı zamanda bir uyanışa, bir dirilişe, bir medeniyet inşasına dönüşen tefekkürü, bütün bir hayatın merkezine koyan şuurun mısralarda yakarışa dönüşen niyazı, sadece karanlık zamanların değil, kalbini arayan her insanın ortak duasıdır.

“Işık tut Rabbim
Büyük ışığını esirgeme bizden
Koruyan acımana
Güzeller güzeli adlarına
Sığınan bu erlere
Işık tut Rabbim
Kur’an’ın aydınlığını yay gönlümüze
Peygamber duasını eş et bize
Saçılsın senin solmaz baharının gülleri yolumuza
Sırrına sır katılsın ulusumun
Yırtılsın inkârın zarı
Reddin seddi yıkılsın
İnancın fecri doğsun”

 

 

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat