Modern dünyada birlik ruhunu yaşatmak: Önce ben değil, biz
- GİRİŞ10.08.2025 09:40
- GÜNCELLEME11.08.2025 10:36
Bugünün dünyasında insanlar; bireyselleşme, bencilleşme ve dünyevileşme arasında sıkışıp kalıyor. Bireyselleşme dediğimiz şey, cemiyet halinde yaşama fikrinden, birlikte hareket etme ve paylaşma duygusundan uzaklaşıp, özgürlüğü sınırsız başıboşluk ve kuralsızlık gibi algılamak… Hâl böyle olunca, “ağaca bakarken ormanı göremeyen” insanın yalnızlığı büyüyor; bencillik hastalığına yakalanıyor. Sadece kendi çıkarını düşünen, başkalarının varlığını yok sayan bir tavır gelişiyor. Bu tavır, toplumsal bütünlüğü zedeliyor.
En acısı ise ahiret endişesinden kopmak… Yani dünyanın sadece bu dünyadan ibaret sanıldığı, hesaba çekilme duygusunun silindiği bir dünyevileşme. Böyle olunca insan, farkında bile olmadan sahip olduğunu zannettiği şeylerin esiri oluyor. Dünyanın öznesi olmaktan çıkıyor, nesnesi hâline geliyor.
Modern zamanın yalnız insanlarını tanımlayan bazı kültür kodları var: Kendini beğenme, duyguların süflileşmesi, mahremiyetin ihlali, aşırı özsaygı anlayışı, narsisizm, hazcılık, şehvet bağımlılığı, bunalım, stres… Buna bir de sanal dünyada sahte kimliklerle kendini ifade etme ve “fark edilme” uğruna yaşayan bir hal ekleniyor.
Bunun yanında; kimlik ve değer ölçüsünü sahip olunan eşyayla, markayla belirleyen bir tüketim bağımlılığı; hayatın gayesini kaybettiren anlam boşluğu; sabır ve emeğin yerine “hemen” elde etme isteğini koyan anlık haz tutkusu; sürekli karşılaştırma ve tatminsizlik döngüsü… Bütün bunlar, modern yalnızlığın besleyici damarları hâline geliyor.
MODERN ZAMANIN YALNIZLAŞTIRDIĞI İNSAN
Modernite, insanın köklerini kesmeye çalışıyor. Bu köksüzlük, yaşadığı toplumun meşru örfünden, değerlerinden, dininden, milliyetinden, tarihinden ve dilinden kopmak… Geçmişten devralınan mirası reddedip yerine sahte aidiyetler koymak demek. Bu durumda insan, kendi toprağında bile garipleşiyor. Köklerinden uzak kalmış bir ağaç nasıl kurursa değerlerinden kopan insan da hem kendine hem çevresine zarar veriyor.
Köklerinden koparılan ve egosuyla baş başa bırakılan insan, aklının ve hevasının esiri oluyor. “Ben” diliyle, “bana göre”lerle konuşmaya başlıyor. Bu benlik davası, bu şişkin ego, narsisizmin tam karşılığı. Narsisizm ise yalnızca kendi varlığıyla övünen, kendinden memnun, sığ ve yüzeysel bir insan tipi üretiyor. Böyle biri; ilmi küçümsüyor, hikmetten ve nezaketten uzaklaşıyor, her şeyde kendini merkeze koyup başkalarının hakkını hiçe sayıyor.
Yalnızlık aslında hayatın boşlukla çevrilmesi. Oysa ilahi nizam boşluğu sevmez; boş kalan her yeri mutlaka bir hakikat, bir mana ya da bir değer doldurur. İnsan bu alanı hak ile doldurmazsa batıl gelip yerleşir. Toplumdan kopuk bir yalnızlık; aklı törpüler, şahsiyeti aşındırır, kimliği silikleştirir ve insanı adım adım Hakk’ın ölçülerinden uzaklaştırır.
Eğer vakitler iyi insanlarla, hayırlı uğraşlarla doldurulmazsa, yerini faydasız hatta zararlı meşguliyetler alır. Bu boşluk; duyguların süflileşmesine, mahremiyetin ihlâline, hazcılığa ve bağımlılıklara kapı açar. Sanal dünyada çok yüzlü sahte kimliklerle kendini ifade etme çabası başlar. Sonuç? Bunalım, sahtekârlık ve ruhsal çöküş…
Bu girdaptan kurtulmanın tek yolu, “ben”den “biz”e doğru yola çıkmaktır; çünkü fert olmadan yapı olmaz; ama yapı da fertsizlikten ayakta durmaz.
HAKİKİ “BEN”DEN HAKİKATLİ “BİZ”E
“Ben” kavramı, sadece kimlik kartında yazan bir isim ya da gündelik hayatta kurduğumuz cümlelerdeki özne değildir. O, şahsiyetin, sorumluluğun ve farkındalığın özüdür. Öz disiplinle, sağlam bir niyetle ve güçlü bir iradeyle şekillenir. İnsan, kendi varlığını tanıyıp potansiyelini fark ettiğinde “ben” olur; ama bu “ben”, bencilliğe yaslanmaz. Enaniyetin değil, sorumluluğun omzuna dayanır.
“Kendini bilen, Rabbini bilir” sözü tam da bu bilinci özetler. Kendini tanımak; acziyetini görmek, kulluğunu idrak etmek ve bu idrakle Rabbine yönelmektir. Yunus Emre’nin şu mısraları da aynı hakikati derinden dile getirir:
“Beni bende demem, bende değilim / Bir ben vardır bende, benden içeri.”
Yunus burada, dışa bakan zahirî benliğin gelip geçici olduğunu; asıl varlığın, içteki ilahî hakikate bağlı hakiki “ben” olduğunu söylüyor. Bu fark ediş, insana üç şey kazandırır: Rabbine yakınlık, iç bütünlüğünü koruyan tek ve sahici bir benlik, bir de başkalarının iyiliği için yaşama iradesi.
İşte böyle bir “ben” anlayışı, “Kim var!” diye seslenildiğinde, sağa sola bakmadan “Ben varım!” diyebilmeyi sağlar. Her fert, “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” şuuruyla hareket eder. Bu, sorumluluğu omuzlamaya hazır, öne atılmaktan çekinmeyen bir dava ahlakıdır. Böylece “ben”, bencilliğin dar kabuğundan çıkıp “biz”in taşıyıcı omurgasına dönüşür.
Burada bir ayrım yapmak gerekir: Benlik, modern toplumun birey anlayışıyla da kesişebilir; ama birey, modern dünyanın şekillendirdiği, özgürlük odaklı bir tiptir. Bu özerklik, kimi zaman kıymetli olsa da beraberinde yalnızlaşma ve kopuş riskini taşır.
Bizim medeniyetimizde ise “biz”in temeli, “fert” kavramıyla atılır. Fert, yalnızca kendini değil, ait olduğu yapıyı da düşünür. Aidiyet hissiyle hareket eder, özgürlüğünü başkalarının hakkına saygı duyarak yaşar. Birey hukuki bir özne olabilir; ama fert, ahlaki ve içtimai bir özne olmak zorundadır. Birey haklarını bilir; fert hem haklarını hem görevlerini bilir. Birey kendi mutluluğunu önceler, fert ise kendi mutluluğunu başkalarının mutluluğuyla birlikte düşünür.
ÖNCE BEN DEĞİL BİZ BİLİNCİ
“Biz”, aidiyet, dayanışma, sevgi ve şefkat gibi değerlerle örülüdür. İnsan, başkalarıyla kurduğu bağlar üzerinden anlam kazanır. Aileyle başlayan bu bilinç, millet, ümmet ve insanlık halkalarına kadar uzanır. Biz olmak, ortak değerler etrafında kenetlenmek, gönül birliği içinde yaşamak demektir.
“Biz” demek, bir topluluğun parçası olduğunu bilmek, başkasının derdiyle dertlenmek, birlikte iyileşmek, birlikte sevinmektir; ancak sadece “biz” demek de tek başına yeterli değildir. Bu yaklaşım, farklılıkları yok sayan, dışlayıcı ve taassuba varan bir anlayışa dönüşebilir. Hakiki “biz” bilinci, başkalarını yok ederek değil, farklılıkları adalet, insaf ve merhamet ölçüsünde bir arada tutarak oluşur. Sağlam bir biz anlayışı, kendi dairesini korurken başkalarına karşı da adaletli, açık ve saygılı olmayı içerir. Bu bağlamda, Afrika’nın kadim Ubuntu yaklaşımı dikkate değerdir: “Ben, biz olduğumuz için varım.” Bu anlayış, kişinin varoluşunu başkalarıyla kurduğu bağa dayandırır. Ubuntu, bireysel mutluluğu ve gelişimi, başkalarının iyiliğinden ayrı düşünmez. Biz bilincinin özü de budur:
Herkes tamam olmadan biz de tamam olamayız.
EĞİTİM: BENDEN BİZE, BİREYDEN FERDE YOLCULUK
Eğitim, öğrencinin şahsiyetini geliştirip potansiyelini ortaya çıkarırken, fert olma bilinciyle toplumsal bağlarını kuvvetlendirmelidir. Birey merkezli yaklaşım, özgünlüğü ve bağımsız düşünmeyi teşvik ederken; fert merkezli yaklaşım, bu bireyselliği topluma köprü kuracak şekilde şekillendirir. Bir öğrenciyi sadece birey olarak görmek, onu yalnızca kendi başarısıyla ölçmektir; fert olarak görmek ise hem kendi kişisel gelişimine hem de toplumsal faydaya odaklanmasını sağlamaktır.
Ben olmak, kendini bilmekle başlar; biz olmak, birlikte yürüme iradesiyle şekillenir. Eğitim, bu geçişi sağlıklı kurmalı, bireyi fert kılmalı, beni biz ile tamamlamalıdır.
Modern hayatın birey’i ve ben’i öne çıkaran parçacı anlayışından, medeniyetimizin fert ve biz olmayı öğütleyen bütünleyici ufkuna yükselmek; ben ve biz arasında zarif bir denge kurmakla mümkündür. Bugünün dünyasında eğitimin asli görevi, birey haline getirilmeye çalışılan öğrencileri, şahsiyetli fertler hâline getirmektir; yani bağımsızlığı sorumlulukla, özgürlüğü aidiyetle, başarıyı erdemle bütünleştirmektir. Bu ise ancak “Önce ben değil, biz” diyebilen şahsiyetli ve erdemli nesiller yetiştirmekle mümkündür.
ŞAHSİYET: ELDE VAR BİR
“Şahsiyet” kelimesi, Arapça “şahs” kökünden gelir; görünür olmak, somutlaştırmak anlamlarına gelir. Bir insanın hem dışa yansıyan kimliği ve kendine özgü duruşunu hem de iç dünyasında taşıdığı değerleri ifade eder. Şahsiyet, yalnızca görünen tavırlar değil, görünmeyen ahlaki ve manevi temellerin bütünüdür. Aynı zamanda, sıradan olmamak; farklı özellikleri, ahlaki meziyetleri ve istikametli duruşuyla müşahhas hale gelmek demektir. Bu sebeple şahsiyet inşası, yalnızca bireysel erdemlerle sınırlı kalmaz; kökleri sağlam, değerleri berrak, istikameti doğru bir var oluş inşasıdır. Şahsiyetli insan hem kendine has hem de başkalarına örnek olabilecek nitelikler taşır, durduğu yerde fark edilir, sessizliği bile söz gibi etki eder.
Kur’an-ı Kerim, her müminin önüne yüksek bir hedef koyar. Furkan Suresi’nde, Rahman’ın has kullarının şu duası yer alır:
“Rabbimiz! Bizi takva sahiplerine önder kıl.” (Furkan 74)
Bu hedefe ulaşmak, ancak şahsiyet sahibi olmakla mümkündür. Şahsiyet; ilim, hikmet, aşk, iştiyak, dirayet, adalet, sabır ve azimle yoğrulmuş sağlam bir karakteri ifade eder. İnsanlara öncülük etmeye talip olanların, önce bu şahsiyet imtihanını vermeleri gerekir. Nitekim İbrahim (a.s) kıssasında da öncülüğün liyakat şartı açıkça belirtilir:
“Bir zaman Rabbi İbrâhim’i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları tam olarak yerine getirmişti. Bunun üzerine Rabbi, ‘Seni insanlara önder yaptım’ dedi. İbrâhim, ‘Neslimden de (önderler ver)’ deyince Allah, ‘Zalimler için va’dim geçerli değildir’ buyurdu.” (Bakara 124)
Şahsiyetsiz bir öncülük iddiası, insanı zalimliğe sürükler. Mevlânâ’nın ifadesiyle: “İki şey mühimdir: Okyanus kadar bol haysiyet, elif gibi dimdik bir şahsiyet.”
ŞAHSİYETİN TEMEL VASIFLARI
Şahsiyet sahibi olmak, samimi ve dürüst olmakla başlar; çünkü din samimiyet ve dürüstlüktür.
Güvenilir olmak, sevilmekten bile önce gelir; zira güvenilmeyen insanın peşinden kimse gitmez.
Cömertlik, şahsiyetin eli açık bir yansımasıdır; veren insan, gönülleri ve ufukları genişletir.
Adalet ve denge, şahsiyetin omurgasıdır; her tür aşırılıktan ve zulümden uzak durarak adil şahitler arasında yer almak gerekir.
Alçakgönüllülük ise onu yücelten haslettir; tevazu sahibi olanları Allah yükseltir.
Edep ve nezaketle ziynetlenmek, insanı incelik ve zarafet sahibi kılar; çünkü kabalık gönülleri kırar.
Kibir, bencillik, haset, cimrilik, yalan ve tembellikten uzak durmak, şahsiyetin temizliğini muhafaza eder.
Haddini bilmek, ne çok bilmişlik yaparak ukalâlaşmak ne de gayrı ciddi tavırlarla laubalileşmektir.
Fikrî bağımsızlık da şahsiyetin temelidir; aklını kiraya vermeyen, şartlandırmalara teslim olmayan insan, mankurtlaşmaktan ve robotlaşmaktan kurtulur.
Şahsiyetli insan, esen her rüzgârdan etkilenmeden kendi doğrularına sahip çıkar; değerlerinden taviz vermez. Böylece hem çekim merkezi hâline gelir hem de çevresine adalet, merhamet ve güven telkin eder.
ŞAHSİYETTEN CEMİYETE: BİZ BİLİNCİNİN TEMELİ
Şahsiyet, yalnızca bireysel bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bütünlüğün taşıyıcı sütunudur. Şahsiyetli fertler olmadan “biz” bilincinin sağlam bir zemine oturması mümkün değildir; zira sağlam karakter, hem “ben”i hem de “biz”i dengede tutar; kişinin bağımsızlığını korurken onu topluma bağlayan köprüleri de ayakta tutar.
Şahsiyetli insan; uyumlu, sabırlı, disiplinli ve birlikte iş yapabilme kabiliyetine sahiptir. Öncü olmak için de önce şahsiyetli olmak gerekir; zira şahsiyet hem “ben”i hem “biz”i taşıyabilecek güçte bir karakter inşasıdır. Kişi bağımsızlığını ve aidiyetini şahsiyetle taçlandırır. Liderlik ise bu iki boyutu adalet ve hikmet içinde birleştirenlerin işidir. Gerçek anlamda “biz” olabilmek için de fertlerin önce kendi şahsiyetlerini inşa etmeleri gerekir. Bu inşa, adaletle, tevazuyla, güvenilirlikle, nezaketle ve ahlâkî tutarlılıkla mümkündür. Şahsiyetin bu nitelikleri, cemiyet olma sürecinde güveni pekiştirir, dayanışmayı güçlendirir, aidiyeti derinleştirir.
Bu yüzden, “biz” bilinci yalnızca sayısal bir kalabalık olmak değildir. Kökü şahsiyetli fertlerden oluşmayan bir topluluk, en küçük sarsıntıda dağılır. Fertlerin ahlâkî sağlamlığı ise “biz”i koruyan en güçlü zırhtır. İşte bu noktada, cemiyet olmak ile biz bilincine sahip olmak arasındaki bağ ortaya çıkar.
CEMİYET OLMAK BİZ BİLİNCİNE SAHİP OLMAKTIR
Mensubu olmakla iftihar ettiğimiz İslâm dini, cemiyet halinde yaşamanın önemine dair pek çok ilke vaz eder. Öncelikle, her durumda “ben” yerine “biz” dilini kullanmamızı öğütler. Cemiyet olmak, biz bilincine ve ahlâkına sahip olmaktır. Bu, bireyselliğin ve bencilliğin özendirildiği bir çağda, kardeşini kendinden çok düşünebilmeyi, cemiyet halinde yaşamayı benlik davasına feda etmemeyi, taassup ve tarafgirlikten uzak durarak birlikte hareket edebilmeyi ifade eder.
Ayetlerde “biz” vurgusu dikkat çeker:
“Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın.” (Âl-i İmran, 103)
“Ayrılığa düşmeyin yoksa rüzgarınız gider…” (Enfal,46)
“Sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 119)
Dua dağarcığımız yoklandığında ayet-i kerimelerde “biz” dilinin ne kadar önemli olduğu görülür. Rabbimiz, diye başlayan o niyazlarımızı hatırlayalım:
“Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!” (Âl-i İmrân, 147)
“Rabbimiz! Kalplerimizi kaydırma, bize katından rahmet ver. Şüphesiz ki bağışta bulunan yalnızca Sensin.” (Âl-i İmrân, 8)
Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al.
(Âl-i İmrân, 193)
Yalnız kıldığımız namazlarda bile o hiç değişmeyen “biz” vurgusu:
“Ancak Sana kulluk ederiz ve ancak Senden yardım dileriz.” (Fatiha,5)
Peygamber Efendimiz de birlikten doğan berekete işaret etmiş, “Muhakkak ki şeytan insanın kurdudur, tıpkı tek kalan, sürüden uzaklaşan, kenarda olan koyunu alıp giden davar kurdu gibi. Sakın bölünmeyin. Cemaatin, umumun, mescidin yanında olun.” buyurmuştur. Burada özellikle camilerden kopmamak gerektiği, iyi niyetle bile olsa camiden/cumadan kopan kendi cumasında toplananların toplumdan uzaklaşıp yabancılaşacağı tehlikesine karşı dikkatli olmak önem arz ediyor.
BİRLİKTEN UZAKLAŞMANIN ACI SONU: SA‘LEBE KISSASI
Camiden kopmanın, “biz” bilincini kaybetmenin ve dünyevileşmenin nasıl bir tehlikeye dönüştüğünü gösteren en çarpıcı örneklerden biri, Sa‘lebe b. Hâtıb olayıdır.
Sa‘lebe, Peygamberimize defalarca gelip kendisine mal vermesi için dua etmesini istemişti. Peygamberimiz: “Şükrünü eda ettiğin az mal, şükrüne güç yetiremediğin çok maldan hayırlıdır.” diyerek onu uyarsa da ısrarını sürdürdü. Nihayet dua edildi ve Sa‘lebe kısa sürede büyük servet sahibi oldu.
Başlangıçta vakit namazlarını mescitte Peygamberimizin arkasında kılarken malı çoğaldıkça önce bazı vakitleri, sonra cuma namazını, en sonunda ise cemaati tamamen terk etti. Zekât emri geldiğinde ise zekât vermeyi reddetti, “Bu cizyeden başka bir şey değildir.” diyerek memurları geri çevirdi. Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu:
“Eğer Allah bize lutfundan verirse sadaka vereceğiz, sâlihlerden olacağız.” diye söz verdiler. Fakat Allah lutfundan verince cimrilik edip sözlerinden döndüler. Bunun üzerine Allah da bu sözlerinden dönmelerinin cezası olarak, kalplerinde kıyamet gününe kadar sürecek bir nifak kıldı.” (Tevbe, 75–77)
Peygamberimiz onun zekâtını kabul etmedi. Daha sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de kabul etmediler. Sa‘lebe, zekâtı kabul edilmeden bu dünyadan göçtü gitti.
Sa‘lebe’nin hikâyesi, mal kazanma hırsının ve dünyaya aşırı bağlanmanın “biz” bilincini nasıl zayıflattığını, camiden ve cemaatten kopmanın insanı nasıl yalnızlaştırıp kalben uzaklaştırdığını gösterir. Cemiyet olmanın temeli, imkânı paylaşmak, birlikte omuz omuza durmaktır. Servet ve imkân, “ben” merkezli bir hırsla değil, “biz” şuuruyla değerlendirildiğinde bereketlenir.
Cemiyetin gücü, şahsiyetli fertlerin varlığına; fertlerin gücü ise cemiyetin desteğine dayanır. Birinden kopmak, diğerini de zayıflatır. Sa‘lebe’nin düştüğü hata, “biz”den uzaklaşıp “ben”in dar çemberine hapsolmaktı. Bugün de bireysel hırs, dünyevi meşgale ve rehavet, benzer bir tehlikeyi taşır.
BİZ BİLİNCİNİN RUHUNU BESLEYEN UNSURLAR
“Biz” bilinci, yalnızca kalabalık bir topluluk içinde bulunmakla oluşmaz. Onu diri tutan en önemli kaynak, salihlerle beraberliktir. Nitekim itminana ermiş nefse verilen ilahî hitap şöyledir: “Gir salih kullarımın arasına, gir cennetime.” (Fecr, 29–30) Bu ayet-i kerimeler, dünyada salih bir muhit içinde yer almanın, ahirette cennete girişin anahtarı olduğunu haber verir. Dünyada bu ruhu taşımayanların, ahirette cennete layık bir kıvama ulaşması zor olacaktır.
İnsan için özellikle gençlikte en büyük lütuf, hayırlı dostlara ve güvenilir yol arkadaşlarına sahip olmaktır. Anne babaların evlatları için ettiği “Allah hayırlı insanlarla karşılaştırsın.” duası, aslında hayat boyu geçerli bir temennidir. İnsanı iyiliğe çağıran, kötülükten uzaklaştıran, sözü ve gündemi hayır olan dostlar, koruyucu melekler gibi yanlışa düşmekten alıkoyar. Allah Resulünün, “Görüldüğünde Allah’ı hatırlatan, ameliyle ahireti hatırlatan, ilmiyle ilmi artıran...” hadisi, hayırlı arkadaşın vasıflarını net şekilde ortaya koyar.
Böylesi bir birliktelik, zikirle, ibadet hassasiyetiyle ve ilimle bereketlenir. Hayrı çoğaltmak, bereketi yaymak, ortak bir derdi omuzlamak, bu dostluğun en önemli göstergesidir; ancak kendi varlığına ve hayatına değer katmayan, hayırda zayıf kalan birliktelikler, cemiyet ruhunu da zedeler.
Halk İçinde Hakk ile Olmak
Bencillikten sıyrılıp “biz” bilinciyle yaşamaya çalışırken kişinin kendi manevî dünyasını ihmal etmesi de tehlikelidir. Sosyal ve toplumsal sorumluluklar, iç dünyadaki manevi gelişimin önüne geçmemelidir. Bu sebeple İslam geleneğinde uzlet hali övülmüştür.
Uzlet; ibadet, tefekkür, muhasebe ve zikirle yoğun geçen, insanı olgunlaştıran bir inziva dönemidir; ancak bu hâlin sürekli hâle gelerek ruhbanlığa dönüşmesi, dinimizin ruhuna aykırıdır.
Tasavvufta “halvet der encümen” prensibi, yani halk içinde Hakk ile beraber olma kıvamı, bu dengeyi en güzel şekilde ifade eder. “El kârda, gönül yarda” sözü, bedenen işin içinde, kalben Allah ile olmayı anlatır. Râbiatül -Adeviyye’nin “Bedenimle halk içindeyim, ruhumla Hakk’ın huzurundayım.” sözü de bu anlayışın özlü bir ifadesidir. Nur suresinde geçen, “Öyle yiğitler vardır ki ticaret ve alış veriş onları Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur, 37) ayeti, gündelik meşguliyetler arasında bile manevi bağı koruyabilenleri över.
Böylece “biz” bilincini besleyen ruh hem salihlerle beraberlikten hem de halk içinde Hakk ile olma kıvamından güç alır. Bu iki unsur bir araya geldiğinde, cemiyet olmanın manası derinleşir; fertlerin şahsiyeti ve topluluğun birlik şuuru aynı anda güçlenir.
BİZ OLMANIN ÖNÜNDEKİ ENGELLER
Biz bilincini diri tutmak, sadece ortak idealler ve salih birlikteliklerle mümkündür. Elbette bunun önünde hem bireysel hem de toplumsal düzeyde aşılması gereken ciddi engeller vardır. Merhum Prof. Dr. Sabahattin Zaim, bu tehlikelerin başlıcalarını nefsaniyet, enaniyet ve menfaat olarak özetlemişti.
Nefsaniyet, kişinin hevasının ve arzularının esiri olması, hak ve adalet ölçüsünden saparak nefsin hoşuna gideni öncelemesidir.
Enaniyet, “ben” merkezli bir bakışla her şeyin kendi doğruları etrafında dönmesini istemek, başkalarının hakikat arayışlarını küçümsemektir.
Menfaat ise şahsi veya grup çıkarlarını, milletin ve ümmetin ortak iyilik ve maslahatının önüne geçirmektir.
Haset, Öfke ve Kör Taraftarlığın Zehri
Haset, öfke ve kör taraftarlık, insanı hakikatten uzaklaştırır. Bu hastalık, doğruyu kimin söylediğine bakarak değerlendirir. Halbuki hak, kimin elinde olursa olsun haktır; batıl da kimin elinde olursa olsun batıldır.
“Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin” (Maide, 2) emri, bu ilahî ölçüyü belirler. İnsan nerede durursa dursun, hak söz konusu olduğunda konumu değil, hakkı savunması gerekir. İhtiraslar, çıkar beklentisi, husumet, hakikatin önüne geçtiğinde kişi istemeden de olsa batıl tarafta yer alabilir.
Kur’an-ı Kerim, “Onlar dinlerini parçaladılar, bölük bölük oldular. Her grup kendilerinde olanla böbürlenmektedir” (Rum, 32) buyurarak dar görüşlülüğün tehlikesine işaret eder. Birden fazla doğru olabileceğini, hakikate giden yolların çeşitliliğini idrak edemeyen; sadece kendi öğrendiğini tek doğru kabul eden, insanları bu ölçüye göre sınıflandırıp ayrıştıran anlayış, “biz” olmanın en büyük zihinsel engelidir.
Her mümin, dinini bir ilim ve usul çerçevesinde yaşayacaktır; fıkhını bir mezhebe göre belirleyip hükümleri o mezhebe göre tatbik edecek, sosyal hayatta ise ideallerine uygun yapılarla çalışacaktır. Ancak mezhep, meşrep ve cemaat aidiyetinde aşırılık, bir noktadan sonra takıntıya dönüşür. Böyle olunca dünyayı sadece kendi penceresinden gören, faaliyetleri kendi grubunun menfaati üzerinden değerlendiren, başkalarının çalışmalarına kör ve sağır kalan; hatta kötü niyetli zannıyla meşru faaliyetleri gayrimeşru sayan bir yaklaşım ortaya çıkar.
Burada hakiki âlimlerin koyduğu ölçüyü esas almak en güzeli. İmam Şafii, bu dengeyi hikmet dolu sözleriyle şöyle dile getirir: “Benim görüşüm doğrudur; ama yanlış olma ihtimali de vardır. Farklı görüşler yanlıştır; ama doğru olma ihtimali de vardır.”
-ci Ekini Almanın Sakıncaları
Cemaatli olmak, ümmetin büyük ailesinin bir parçası olma şuuru olarak ifade edilse cemaatçilik, hakikati yalnızca kendi dar grubuna has gören, başkalarını yok sayan ve çoğu zaman ümmetin maslahatını değil kendi çıkarını önceleyen bir anlayış olarak açıklanabilir. Bu anlayış, liyakati ve ehliyeti göz ardı eder, enerjisini nüfuzunu artırmaya harcar, kelle hesabına dayalı güç arayışına girer ve nitelikten ziyade niceliği önemser. Sonunda birliktelik, menfaat ortaklığına dönüşür.
Cemaatin çıkarlarıyla milletin ve ümmetin çıkarları çatıştığında öncelik daima milletin ve ümmetin hakkı olmalıdır. Bu bilinç yitirildiğinde kirli ittifaklara giren, karanlık odakların elinde araçsallaşan, diğer yapıları ötekileştiren, onlara hayat hakkı tanımayan dar bir zihniyet ortaya çıkar.
Biz Olmak, Aklını Kiraya Vermek Değildir!
Biz olma bilinci; kendini yok saymak, aklını kiraya vererek başka akılların nesnesi olmak değildir. Elbette Mü’min, körü körüne taklitten kaçınmalı ve bilinçli tercihlerle kendi seçimlerinin öznesi olmalıdır. Ancak bu bilinç hali, biz olarak hareket etmeye, cemiyet halinde yaşayıp güçleri ortak bir amaç doğrultusunda birleştirmeye mani olmamalıdır.
Temyiz kabiliyetine sahip olan bir müminin, doğruyla yanlışı ayırt edip doğrudan ve doğrularla birlikte olmaktan yana bir tavır içerisinde olması gerekir. Değişmez birtakım doğruların bizden daha bilgili, kültürlü, takvalı insanlar tarafından ifade edilmesi ve bizim bu doğrulardan yana tercihte bulunmamız, nesne ya da edilgen olmak değil, bilakis doğrunun hakkını vermek, haddini bilmek ve “Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” (Yusuf, 76) hakikatini teslim etmektir.
BİZ BİLİNCİNİ İNŞA ETMENİN ESASLARI
“Biz” bilinci, kendiliğinden oluşmaz; bilinçli bir inşa süreci gerektirir. Bu sürecin temeli, şahsiyetli fertler yetiştirmek, bu fertleri salih birlikteliklerle beslemek, adalet merkezli bir cemiyet anlayışını yerleştirmek ve birliktelik ahlakını kuşanmaktır. Fertlerin iç dünyasında kökleşmeyen değerler, toplumsal yapıda kalıcı olamaz.
Biz Ahlakını Kuşanmak
Birlikteliğin kırmızı çizgileri ve sınırları bellidir. Bu çerçevede, birliktelik hukukunu ve ahlakını korumak ayrı bir öneme sahiptir. Kardeşini kendinden çok düşünmek, hukukunu korumak, görüşünü almak, kendin için istediğini onun için de istemek, hüsnüzan beslemek, tahammül göstermek, gerektiğinde uyarmak, hatırlatmak ve dua etmek; bu ahlakın fazilet cephesindeki tezahürleridir.
Buna karşılık önyargıyla yaklaşmak, yok saymak, değer vermemek, haset etmek, gıybet, iftira, anlayışsızlık, tahammülsüzlük ve beddua etmek, birlikteliği zedeleyen ciddi ahlak zaaflarıdır. Mümin, biz olmanın önündeki enaniyet, nefsaniyet ve menfaat gibi engellerden hem kendi nefsini hem de kardeşlerini arındırmalıdır.
En Önemli İlke: İstişare
Bir ve beraber olmanın en önemli ilkesi, istişareyle hareket etmektir. Kur’an’da “Onların işleri aralarında istişare iledir” (Şura, 38) buyurulur; Peygamber Efendimiz de “İstişare eden pişman olmaz.” buyurarak konunun ehemmiyetini vurgular. İstişare, ilahî rızaya ulaşma, istikamet üzere olma ve fertlerin hukukuna riayet etme bakımından vazgeçilmezdir.
Bu hususta yaşlı–genç ayrımı yoktur. Nitekim Abdullah bin Abbas, küçük yaşta olmasına rağmen ilmî dirayeti ve basireti sebebiyle istişare meclislerine dahil edilmiştir; ancak istişarede, içeridekilerin görüşleri hiçe sayılarak dışarıdan gelenlere daha fazla itibar edilmesi hem istikamete zarar verir hem de içeridekileri gücendirir.
Bu hakikati en veciz şekilde şu söz ifade eder: Hiçbirimizin aklı, hepimizin aklından üstün değildir ve hiçbirimiz hepimiz kadar akıllı değiliz.
DİJİTAL ÇAĞDA BİRLİK RUHUNU YAŞATMAK
Bugünün dünyasında “biz” bilincini diri tutmak, yalnızca yan yana durmakla olmaz; gönülleri de yan yana getirmek gerekir; çünkü gerçek birlik, mekânların değil, yüreklerin birleşmesiyle kurulur. Yardımlaşma, dürüstlük, vefa ve paylaşım; bu birliğin çimentosudur.
Dijital çağda bu değerleri korumak ve güçlendirmek, bilinçli bir irade ister. Sanal ortam, insanı yalnızlaştıran bir alan olmaktan çıkarılıp, toplumsal faydayı çoğaltan bir zemine dönüştürülmelidir. Sosyal medya, fitneyi değil iyiliği, ayrışmayı değil dayanışmayı, öfkeyi değil merhameti besleyen içeriklerle dolmalıdır. Bu amaçla, online platformlarda yardımlaşma grupları kurulabilir, gönüllü projeler için insanları bir araya getiren ağlar geliştirilebilir. Ama birlik ruhu, ekranın soğuk ışığında tam anlamıyla yeşermez; onu kalıcı kılacak olan yüz yüze temas, birlikte geçirilen vakit, omuz omuza verilen emektir. Mahalledeki bir komşuya uzanan sıcak bir tabak yemek, sanal dünyadaki binlerce “beğeni”den daha değerlidir.
Birlik ruhunu dijital çağda yaşatmak, aynı zamanda söz ve davranışta tutarlılık gerektirir. Online dünyada sergilenen nezaket, gerçek hayatta da devam etmeli, sosyal medyada savunulan adalet, günlük ilişkilerde de uygulanmalıdır; zira “biz” bilinci, sadece toplu fotoğraflarda görünen kalabalık değildir, o, her fertte karşılık bulan ortak bir sorumluluk duygusudur.
BİZ OLMADAN GELECEK OLMAZ
Biz bilinci, sağlam bir şahsiyetle başlar. Samimiyet, güvenilirlik, adalet, tevazu ve nezaket; hem ferdi hem de bütün toplumsal yapıyı güçlendiren temel direklerdir. Şahsiyetini inşa edemeyen bir fert, “biz”i de inşa edemez.
Salihlerle beraber olmak, hayırlı dostluk halkaları kurmak, ruhu diri tutar; iyiliği çoğaltır, kötülüğü engeller. Hakiki dostluk, insanın hem dünyasını hem ahiretini güzelleştirir.
Adalet, yalnızca haklıya hakkını vermek değil; farklılıkları kucaklamayı da gerektirir. Hakkı kimin elinde görürsek görelim savunmak, hakikati her şartta teslim etmek, sağlam bir “biz” bilincinin olmazsa olmazıdır. Hakiki “biz” anlayışı, menfaati değil ortak iyiliği öncelemektir; bu ortak iyilik ise milletin, ümmetin ve bütün insanlığın yararı olmalıdır.
Toplumsal sorumluluk ile manevi olgunluğu dengelediğimizde hem sosyal fayda hem de ruhî derinlik üretiriz. Her grup, kendini milletin ve ümmetin bir parçası olarak görmeli; parçayı bütün sanmamalı, bütünü asla parçalamamalıdır. Biz olmak, kardeşimizin hukukunu kendi hukukumuzdan önde tutmayı gerektirir.
İnsan ilişkilerinde hüsnü zannı esas almak, tahammülle gönlü genişletmek; yardımı, ihtiyaç sahibinin ayağı tökezlemeden uzatmak; düşenin elinden tutmak, bizi biz yapan erdemlerdendir. İstişareyle aklı çoğaltmak, kalpleri birleştirmek; vefa ile birlikte yürüdüğümüz yolda arkadaşımızı yalnız bırakmamak, birlik ruhunu pekiştirir.
Biz bilinci, en zayıf halkayı güçlendirme iradesidir. Dayanışma, sevinci çoğaltır, hüznü azaltır. Önce “biz” demek, herkes tamam olmadan kendini tamam saymamaktır. Dürüst kazanç, bereketin temeli; fedakârlık ise kendi payından vererek başkasını yaşatmaktır.
Medeniyet, ortak iyilik için omuz omuza vererek inşa edilir. Dijital çağda birlik, ekranların ötesinde gönül bağları kurmakla mümkündür. Geçmişin değerlerini geleceğe taşımak ise sadece hatırlamakla değil; yeniden yaşatmak, yeniden üretmek ve yeniden inşa etmekle mümkündür; zira toplumsal huzura ve güvene dayalı sağlam bir medeniyet, “Önce Ben Değil, Biz” diyebilenlerin omuzlarında yükselecektir.
Ahmet Türkben
Yorumlar9