Acılarıma da kardeş olur musun? Fütüvvet, ahilik ve kardeşlik ruhu üzerine

  • GİRİŞ17.08.2025 10:23
  • GÜNCELLEME18.08.2025 09:52

Böyle sormuştu Şair Cahit Zarifoğlu aynı adı taşıyan şiirinde: Acılarıma da kardeş olur musun? 

Bu, dertli ve duyarlı bir müminin çağrısıydı… Bir kardeşinin ayağına diken batsa onu yüreğinde hisseden, dünyanın neresinde olursa olsun zulme uğrayan her canın acısını kendi acısı bilen bir gönül çağrısı. Din, dil, ırk, renk, bölge ayırt etmeksizin kim olursa olsun zalime karşı ve kim olursa olsun mazlumdan yana olan, vicdanı diri insanların çağrısı…

Yıllar önce sorulan o soruyu şimdi Gazze soruyor, kardeş bildiklerine:

"Acılarıma da kardeş olur musun?"

Bu ses, yıkıntıların arasından geliyor… Toz bulutunun, barut kokusunun, kan ve toprağın birbirine karıştığı o ağır havanın içinden… Bir annenin kollarında sönmüş bir nefesin, bir çocuğun gözbebeklerinde donmuş korkunun fısıldadığı bir çığlık bu. Gökyüzü dumanla kaplı, yerin altı ve üstü yaralarla dolu. Her köşe başında bir veda, her sokakta yarım kalmış bir sevda var.

Ve bu çağrı sadece Gazze’den de gelmiyor…

Doğu Türkistan’dan, Arakan’dan da yükseliyor:

"Acılarıma da kardeş olur musun?"

Zindan karanlıklarından, toplama kamplarından, sessiz çığlıklardan, açlığın ve susuzluğun pençesindeki yetim bakışlardan gelen bir nida bu. Haritaların kenarına itilmiş, dünyanın vicdanına dokunmayan uzak diyarlardan değil, yüreğimizin tam orta yerinden kopup gelen bir haykırış…

Kardeşlik, yalnızca mutlu anlarda yan yana gelmek değildir. Bayram sofrasında aynı ekmeği bölüşmek, sevinçte omuz omuza durmakla sınırlı da değildir. Kardeşlik; yaraya dokunmak, gözyaşını silmek, yükü omuzlamaktır. Hatta bazen kendi yükünü unutup kardeşinin yüküne eğilmektir.

Gerçek kardeş, yağmur başladığında sana şemsiye getiren değil seninle birlikte ıslanandır. Fırtınada yanı başında duran, sen konuşamasan da kalbinden geçenleri anlayandır. Birlikte yürüdüğün yolda, omzuna yaslandığında düşmeyeceğini bildiğin insandır kardeş. Bil ki kardeşlik, kan bağıyla değil; can bağıyla büyür.

KARDEŞLİK SINAVINI GEÇMEK

Kardeşlik, işte tam da burada sınanıyor:

Acıya bakıp geçmekle, acıya dokunup kalmak arasındaki o ince çizgide. Nitekim şahit olduğumuz her şey bizim için imtihan olabiliyor. Duyurulan bir olay, okutulan bir yazı, gösterilen bir haber… Her bir şahitlik bize sorulmuş bir “Kim var?” sorusudur ve bizden bir cevap beklemektedir. O an, ya susarak imtihanı kaybederiz ya da bir adım atarak kardeşlik imtihanını geçeriz. Kimi zaman küçük bir yardım, kimi zaman bir dua, kimi zaman da sadece yanında olduğunu hissettirmek… Hepsi kardeşlik sınavının cevabıdır.

Kardeşlik, kelimelerden ziyade gönülle, emekle, adımla yaşatılır. Biz, birbirimizin yarasını sarmazsak; kim saracak? Biz, kardeşimizin yükünü omuzlamazsak; kim omuzlayacak? 

Kardeşlik, duyarlı olmaktır. Kardeşinin tırnağına halel gelse, ayağına diken batsa, acısını kendi yüreğinde hissetmektir. Ajanslardan bir haber geldiğinde ya da bir gazete satırlarında acı dolu bir manzaraya rastladığında, “Ben ne yapabilirim?” diye sormaktır.

Ve cevabı aramakla kalmayıp, bir şeyler yapmanın yollarını, imkanlarını bulmaya çalışmaktır.

Bir gün bizim kapımıza da aynı soru gelebilir: "Acılarıma da kardeş olur musun?"

Bu soruyla muhatap olduğumuz her durumda cevabımız dudaklarımızdan dökülenlerden daha çok hayatımızdan, yaptıklarımızdan, vazgeçtiklerimizden, paylaştıklarımızdan duyulmalı.

KARDEŞLİK: BİR VÜCUDUN AZALARI GİBİ…

“Ancak mü’minler kardeştir.” (Hucurat, 10) emr-i ilahisi, iman edenlerin aynı ailenin çocukları olduğunu ilan eden bir hitaptır. Mü’minler, hem Hz. Âdem’in evlatları olarak insanlıkta, hem de büyük İslâm ailesinin fertleri olarak imanda kardeştirler.

Bu kardeşlik öyle bir bağdır ki, kan bağıyla ölçülmez, mesafelerle zayıflamaz. Aynı kıbleye yönelen, aynı kelime-i tevhidi dilinde taşıyan, aynı peygamberin ümmeti olmanın bağrında yeşeren bir bağdır.

Kıvamı ise… Bir vücudun azaları gibi olmak; acı çektiğinde bütün bedenin titrediği, yaralandığında tamamının iyileşmeye çalıştığı bir birliktelik ya da birbirine kenetlenmiş bir binanın tuğlaları gibi; biri eksildiğinde yapının sarsıldığı, biri düştüğünde diğerlerinin yükü omuzladığı bir dayanışma…

Böyle yaşandığında kardeşlik, zulmün fırtınalarına karşı dimdik duran, mazlumun elini tutmak için kapılarını ardına kadar açan yıkılmaz bir kale olur.

KARDEŞLİK, GENİŞ YÜREKLİLİKTİR

Aynı soydan gelenlerin yanı sıra iman bağıyla birbirine kenetlenenlerin de yer bulduğu bir gönüle sahip olmaktır. Bu gönül, farklı dillerden, renklerden, coğrafyalardan insanları aynı sofrada buluşturur.

Kardeşlik, sınır tanımaz. Haritaların çizdiği hudutlara sığmaz, pasaport ve vize istemez. Hududu kalemle değil, imanla çizilen gönül coğrafyamızın sınır ötesi ufuklarında buluruz birbirimizi. Orada tanır, sever, kucaklaşırız.

Nerede olursak olalım, birimizin sevinci hepimizin sevinci, birimizin acısı hepimizin acısı olur; çünkü biliriz ki dar yürekler yalnız kendine yeter; geniş yürekler ise bütün ümmete, hatta insanlığa yetebilir.

KARDEŞLİK NİMETİ VE SORUMLULUĞU

Nimet biliriz kardeşimizi, kardeşliğimizi… Ayet-i kerimenin ifadesiyle bu nimet Allah’tandır. “Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı; çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Enfal, 63) 

O’nun iman nimeti sayesinde kardeş olduk biz. Yeryüzündekilerin tümünü harcasak bile, bu gönül birliğini kuramazdık. Kardeşsiz kalmak, iman ölçüsünde uçurumun kenarında durmaktır. (Al-i İmran,103)

Biliriz ki her nimetin bir şükrü vardır ve bu, kendi cinsinden ödenir. Şükür, o nimeti yaşatmak ve korumaktır. Her nimetin bir külfeti vardır. Külfet, o nimetin gerektirdiği fedakârlıkları göze almaktır ve her nimetin bir hesabı vardır. Hesap ise, o nimetin hakkını verip vermediğimizin sorulacağı gündür.

Kardeşlik nimeti de böyledir; şükrü vardır, külfeti vardır, hesabı vardır.

KARDEŞLİK ŞÜKÜR İSTER

Kardeşliğin şükrü; kendimiz için Mevlâ’dan ne diliyorsak kardeşimiz için daha fazlasını dilemektir. Onun sevinci için çabalamak, hüznünü hafifletmek, gönlümüzde ona yer açmaktır. Böyle olunca kardeşlik pekişir, nimet artar, bereketlenir. Biz birbirimizi büyütürüz; dualarımızla, desteğimizle, omuz omuza duruşumuzla; zira kardeşliğin gerçek şükrü, onu yaşatmak ve güçlendirmektir.

KARDEŞLİK BEDEL İSTER

Kardeşlik, beraberinde bir külfet yükler. Omuzlarımızda sadece kendi yükümüzü değil, kardeşimizin yükünü de taşırız. Paylaşmak, yardımlaşmak, dayanışmak; gerektiğinde doğrusu için incitmeden uyarmak… Emr-i bil ma’ruf, nehy-i ani’l-münker…

Çoğu zaman sabır düşer nasibimize… Tahammül ile genişler yüreklerimiz. Kardeşimizin hatasını görüp hemen vazgeçmeyiz; elinden tutar, yeniden doğrulmasına yardım ederiz. Bazen bu sabır, günlerce, aylarca, hatta yıllarca sürer. Ama bu tahammül, kardeşliğin en ağır fakat en değerli bedelidir.

KARDEŞLİĞİN DE BİR HESABI VARDIR

Yalnızca yaptıklarımızın hesabı değil, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın da hesabı… Attığımız adımların olduğu kadar, atmadıklarımızın da…

Hesaba çekilmeden önce muhasebe yapmak gerekir. Kendimize şu soruları sormalıyız: Ne yaptın kardeşlerin için? Aç ve susuz kalanlar için, zulüm altında “Nerede bizim kardeş bildiklerimiz?” diyenler için… Birlik adına hangi adımı attın? Fitneler tefrikayı körüklerken vahdet için hangi fedakârlıkları göze aldın?

Mehmet Akif’in diliyle:

“Sen ben desin efrad, aradan vahdeti kaldır,

Milletler için kıyamet işte o zamandır.”

Kardeşlik, karanlığı yırtan bir ışık gibidir; elini uzattığında hem sen aydınlanırsın hem kardeşin. Nerede bir mazlum varsa oraya koşmak, nerede bir haksızlık varsa karşısında durmak, nerede bir gözyaşı varsa silmek boynumuzun borcu…

Biz biliriz ki… Gerçek kardeşlik, dünyayı daha adil, daha merhametli, daha yaşanır kılacak en büyük güçtür. Yeter ki cevabımız, her zaman ve her yerde, tereddütsüz şu olsun:

"Evet kardeşim… Acılarına da kardeş olurum."

Evet biz; kardeşinin acısına sırt dönenlerden olmaz da o acının yükünü omuzlayıp ayağa kalkan şuurlu birliktelikler olursak…

Organize ve örgütlü kötülüğün karşısında dimdik durur ve inancımızın gerektirdiği şekilde iyiliği çoğaltmak için çalışır çabalarsak…

İşte o zaman zalimler haddini bilecek, zulümler de son bulacaktır inşallah.

KARDEŞLİK, ÖNCE BEN DEĞİL BİZ DİYEBİLMEKTİR

Kardeşlik; sen ben davası gütmeden, biz olma bilincine ermektir. Birlikten doğan manevi güce yaslanır, aile olmayı, cemiyet olmayı, millet ve ümmet olmayı hem var olmanın hem de birlikte yaşamanın bir gereği, bereketin en büyük sermayesi olarak görürüz.

Allah için sever, Allah için buğzederiz. Sevgimizin ve buğzumuzun temelinde yalnızca Allah rızası vardır. Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Laz… mensubiyetimiz tanışmak ve birlik olmak içindir ayrılmak için değil.  Hele üstünlük iddiasında bulunmak asla… Bu, kalbi zehirleyen, tefrikayı körükleyen bir virüstür. Biz biliriz ki üstünlük ne soyda, ne varlıkta ne de bölgededir… Üstünlük yalnızca Allah’a yakınlıkta ve takvadadır.

‘Bir’ olana yakınlaştıkça birliğimiz pekişir. Kalplerimiz aynı hakikatin etrafında kenetlenir.
Mehmet Akif, milletin ve ümmetin içine düştüğü en büyük felaketi ve en acı manzarayı şöyle dile getirmişti: Müslümanların birbirlerine düşmesi… Dahası, namlusunu Müslümana doğrultan gafillerin ve hainlerin varlığı…

“İslâm'ı, evet tefrikalar kastı, kavurdu:
Kardeş, bilerek bilmeyerek kardeşi vurdu.
Can gitti, vatan gitti, bıçak dîne dayandı;
Lâkin, o zaman silkinerek birden uyandı.
Bir gör ki: Bugün can da onun, kan da onundur;
Dünya da onun, din de onun, şan da onundur.
Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet,
Görsen, ezelî râbıta bir buldu ki kuvvet:
Saldırsa da kırk Ehl-i Salîb ordusu, kol kol,
Dört yüz bu kadar milyon esîr olmaz, emîn ol.”

Bu mısralar bize hatırlatır ki; vahdet, uhuvvet ve kardeşlik ruhu diri kaldığı müddetçe hiçbir güç bize tesir edemez ve bizi esir edemez; lakin o bağ gevşerse düşman önce aramıza sızar,  ardından da kalbimize ve sonra paramparça oluruz Allah korusun. 
Rabbimiz buyurur:

“Birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun; çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 46)

KARDEŞLİK, TEFRİKAYA KARŞI DURMAKTIR

Tefrika, kardeşlik bağını kemiren en sinsi düşmandır. Önce kalpler arasına şüphe eker, sonra dillerden dökülen incitici sözlerle büyür, en sonunda da aramıza görünmez duvarlar örer. Farklılıklarımızı zenginlik yerine çatışma sebebi hâline getirir; oysa biz biliriz ki, birliğin olduğu yerde rahmet, ayrılığın olduğu yerde felaket vardır. Kardeşlik; mezhep, meşrep, kavim veya coğrafya farkını fitne malzemesi yapmamak, aksine bunları ümmetin ve insanlığın zenginliği olarak görmek demektir.

Tefrikaya karşı durmak için önce kalbimizi temizlememiz, niyetlerimizi arındırmamız gerekir. Ardından kardeşimizin şerefini kendi şerefimiz gibi korumalı, hatasını gördüğümüzde onu ifşa etmek ve başkalarına fısıldayarak itibarsızlaştırmak yerine düzeltmeye çalışmalıyız.

Unutmayalım; tefrika sadece cepheleri bölen bir düşman değildir, aynı zamanda kalpleri parçalar. Kalpler parçalandığında ise ne cami safı tamam olur ne de ümmetin ordusu tam kadro cepheye dizilir. Bu sebeple kardeşlik, tefrikanın karşısında dimdik durmayı, birlik sancağını taşımayı gerektirir; çünkü o sancak düşerse, birlik de gider, gelecek de… Allah esirgesin

KARDEŞLİK KENDİNDEN FERAGAT ETMEKTİR 

Kardeşlik, kendi rahatını, kendi payını, kendi önceliğini geri plana bırakmaktır. Bir lokmayı ikiye bölmek, kendi yerini daraltıp kardeşine yer açmaktır. Feragat, kardeşlik hukukunun en yüce tezahürüdür; çünkü insan, sevdiğinden vazgeçebildiği ölçüde gerçek manada kardeş olur. Vatanından uzakta olanlara yahut vatanını terk etmek zorunda kalanlara bağrını açmak, evinin kapısını ve gönlünün kapısını ardına kadar açmak; sofranda ne varsa onunla paylaşmak, kendi nefsinden vazgeçmenin en somut hâlidir. Muhacir olan kardeşlerinin derdiyle hemdert olmak, onların hicretini kendi imtihanın bilmek, kardeşliğin bedelini ödemeye talip olmaktır.

Her hicret eden kardeşinle ilgili, ayet-i kerimede tarif edilen kalbî kıvama ulaşmayı istemek… İşte Yüce Rabbimizin buyurduğu gibi:

“Onlardan (Muhacirlerden) önce o yurda yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr, 9)

Bu ayetin inişine vesile olan sahabe, bize îsar erdemini yani başkasını kendine tercih etmeyi yalnızca sözle değil, hayatıyla öğretti.

O olayı hatırlayalım: Bir adam Peygamberimize gelerek: “Ey Allah’ın Resulü! Aç ve fakirim.” dedi. Peygamberimiz: “Bu adamı kim bu gece misafir ederse, Allah ona merhamet etsin.” buyurdu. Ensar’dan Ebû Talha ayağa kalktı: “Ben, ey Allah’ın Resulü!” dedi ve adamı evine götürdü. Hanımına, “Bu Resulullah’ın misafiridir, ikramda bulunalım.” dedi. Hanımı, “Sadece çocukların yiyeceği var.” diye cevap verdi. Ebû Talha, “Onları bir şekilde oyalayıp uyut. Misafirimiz geldiğinde yemek yiyormuş gibi yap, sonra lambayı düzeltme bahanesiyle söndür.” dedi. Böyle yaptılar. Misafir doydu, onlar ise geceyi aç geçirdiler.

Sabah olunca Peygamber Efendimiz, onları görünce gülümsedi ve şöyle buyurdu: “Allah, bu gece yaptığınızdan hoşnut oldu.” Ardından Yüce Allah, “Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, kardeşlerini kendilerine tercih ederler.” ayetini indirdi.

Feragat ve îsâr kardeşliğin zirve halidir. Kendi açlığını unutup kardeşini doyurabilmek.

KARDEŞLİK, ÎSAR RUHUNU KUŞANMAKTIR

Îsâr; kardeşini kendine tercih etmektir. Elindekini paylaşmak değil sadece, kendi muhtaç olduğu halde elindekini kardeşine verebilmektir. Belki bir dilim ekmeği ya da bir yudum suyu hatta meşguliyetin olduğu halde vaktini yani fazladan olanı değil, ihtiyaç duyduğunu verebilmek… Kendi hakkından feragat edip kardeşini kendine tercih edebilmektir.

Sahabeden Ebû Talha’nın ve hanımının yaptığı tam olarak buydu. Onlar, o gece aç kalmayı göze aldılar ama kardeşlerini aç bırakmayı asla… Bu sebeple Allah Teâlâ, onların fedakârlığını övdü, haklarında inen ayet-i kerime onlara şahitlik etti.

Evet îsâr ruhunu kuşanmak; soframızı, imkânlarımızı, vaktimizi, sevgimizi, ilgimizi paylaşmak demektir. Yolda kalana yol göstermek, dertli olana dert ortağı olmak, elini uzatamayanın eli, konuşamayanın dili, yükünü taşıyamayanın omzu olmaktır.
Unutmayalım; îsar, yalnızca mal vermekle sınırlı değildir. Bazen kardeşinin hakkını savunmaktır, bazen onun yanında olmak, bazen de sadece ona vakit ayırıp sessizce dinlemektir. Hepsinde ortak olan bir şey vardır: Kendi nefsini değil, kardeşini öncelemek.

ENSAR VE MUHACİRİN KARDEŞLİĞİ GİBİ BİR KARDEŞLİK

Kardeşlik, Ensar ile Muhacirin kardeşliği gibi olabilse keşke. Ashab-ı güzinin örnekliğinde olduğu gibi, ensarın muhacirleri kardeş bilip sevmesi gibi sevebilsek kardeşlerimizi… Hasetten ve nefretten uzak, cömertlik ve fedakârlıkla yoğrulmuş bir sevgiyle sevebilmek her asrın muhacirlerini. Ensarın yaptığı gibi mal ve canla îsârda bulunmak, kardeşini kendine tercih etmek.

Bu kardeşliğin nasıl olacağını, tarihe “Ensar–Muhacir kardeşliği” olarak geçen o büyük örnekle öğrendik. Hatırlayalım… Hicret’ten hemen sonraydı. Mekkeli muhacirlerle Medineli ensar, Peygamber Efendimiz’in işaretiyle kardeş ilan edilmişlerdi. Ensar, Mekkeli kardeşlerini malına, mülküne ortak ediyordu.

Peygamberimizin kardeş ilan ettiklerinden biri Mekkeli Abdurrahman bin Avf, diğeri Medineli Sa’d bin Rebi’ idi. Sa’d, kardeşine dönüp şöyle dedi:

“Kardeşim, ben Medine’nin en zenginiyim. İşte malımın yarısı senindir. Ailemden de dilediğin gibi bir tercih hakkın olsun.”

Abdurrahman bin Avf ise şöyle cevap verdi:

“Kardeşim Sa’d! Allah malını da aileni de sana bağışlasın. Sen bana çarşının yolunu göster.”

Ona çarşının yolunu gösterdiler. Abdurrahman bin Avf doğruca çarşıya gitti, ticaret yaptı ve kısa sürede kazanç elde etti. Daha sonra, Peygamber Efendimizin mal çokluğu duasına mazhar olan o kutlu sahabe, öyle zenginleşti ki, bir defada 700 deveyi yükleriyle birlikte Allah yolunda bağışlayacak hâle geldi. Kendi ifadesiyle: “Elime taş alsam, altın ve gümüş olduğunu gördüm!” (Müsned, 1/91)

Kardeşlik, Sa’d bin Rebi’ gibi veren el olmayı bilmektir. Hz. Sa’d, kardeşini kendinden çok düşünüp onda da kendisinde olanın fazlasını görmek istemiş, îsârın en güzel örneğini ortaya koymuştu. Abdurrahman bin Avf ise bu teklifi kabul etmeyip çarşının yolunu sormasıyla iffetin ve haysiyetli kazanmanın eşsiz örneğini sergilemişti. 

KARDEŞLİK HEM EL VERMEK HEM YOL GÖSTERMEKTİR

Kardeşlik, yalnızca ihtiyaç anında el uzatmak değildir. Bazen el vermek kadar, yol göstermek de gerekir; çünkü el vermek bugünü kurtarır, yol göstermek ise yarınları inşa eder.

Sa’d bin Rebi’nin îsârı ve Abdurrahman bin Avf ’ın iffeti bize bu hakikati öğretir. Kardeşine mal vermek, onu rahatlatır; fakat ona helal kazancın yolunu göstermek, onu hür kılar ve veren el olmanın lezzetine ulaştırır. Bugün bu örnekliğin çağrışımıyla, “Bana çarşının yolunu göster.” sözünü duymayı beklemektense “Gel sana çarşının yolunu göstereyim.” sözünü söyleyecek gönüllere muhtacız; çünkü infakın en güzeli hem elindekini vermek hem de kardeşine kendi ayakları üzerinde duracağı yolu göstermektir.

Bugün, yoksul bir kardeşimize yardım kolisi vermek yerine, ona kendi emeğiyle ayakta duracağı bir iş kapısı gösterebilmek… Bir gencin harçlığını vermekle birlikte ona meslek kazandıracak bir beceri öğretmek, bir öğrenciye burs vermenin yanı sıra ona bilgisinden kardeşlerinin faydalanacağı yolu göstermek… İşte asıl kardeşlik budur.

Kardeşlik hem gönülleri doyurmak hem de elleri üretmeye alıştırmaktır. Yardımın en güzeli, hürriyet kazandırandır; çünkü güçlü kardeş hem kendine hem de başkasına el uzatabilecek olandır. Kelâmullah’ta bu hakikat şöyle anlatılır: “Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır. Sonra iman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine acımayı öğütleyenlerden olmaktır. İşte bunlar amel defterlerini sağ taraflarından alacak olanlardır.”(Beled, 13-18) 

Bu ayetler bize hatırlatıyor ki kardeşlik, hürriyete kavuşturan, üretime teşvik eden, sabrı ve merhameti çoğaltan bir sorumluluk bilincidir.

KARDEŞLİK, KARŞILIKSIZ İYİLİĞİ ÇOĞALTMAKTIR

Bir tebessümü, bir selamı, bir hayrı büyütüp çoğaltmak… Kardeşin gönlünde yeşeren bir umudu beslemek…

Biliriz ki iyilik bulaşıcıdır. Bir kardeşimiz iyilik gördüğünde o da başka birine iyilik etmek ister. Bu zincir böylece çoğalır, genişler, nice kalplere ulaşır. İşte o zaman, tek bir yardım eli onlarca kapıyı açar; tek bir güzel söz, sayısız gönüle dokunur.

Kardeşlik, kapalı kapıları çalmaktır; gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, aramayanı aramak “Bir ihtiyacın var mı?” diye sormak, hatta sormadan sezgiyle onu fark edip istemeden verebilmektir. En yakınından başlayıp uzaklara doğru halkayı genişletmektir. Binanın, kurumun, sokağın, mahallenin, şehrin ötesine de ulaşarak dünyanın bir ucundaki kardeşimizin derdiyle dertlenmektir; çünkü iyiliğin sınırı yoktur, tıpkı kardeşliğin sınırı olmadığı gibi.

Karşılıksız, beklentisiz, amasız fakatsız iyilik yapabilmek, kardeşliğin en yüce erdemlerindendir. “İyilik eden mükâfat beklediği an tefecidir.” diyen Cemil Meriç’in işaret ettiği gibi, yapılan hayrın karşılığını insanlardan değil, tüm iyiliklerin kaynağı ve sahibi olan Cenab-ı Hak’tan beklemek gerekir; zira “Allah iyilik yapanların ecrini zâyi etmez..” (Hûd, 115) “Güzel davrananlara daha güzel karşılık ve bir de fazlası vardır.” (Yûnus, 26)
İyiliği çoğaltmak, bazen bir ekmeği bölüşmektir, bazen de bir vakti, bazen de bir ilmi paylaşmaktır. Kardeşlik, bu iyilikleri küçük görmemek, aksine en küçüğünü bile çoğaltmak için fırsat bilmek demektir.

Unutmayalım ki kardeşlik, karşılıksız iyiliği çoğaltanların omuzlarında taşınabilecek bir emanettir.

MEDENİYETİMİZİN TEMEL HARCI, FÜTÜVVET VE KARDEŞLİKTİR

İnsan, yaratılışı gereği başkalarıyla kurduğu sağlıklı ilişkiler sayesinde mutlu ve huzurlu olabilir. Ferdin yalnız kendi çıkarlarını düşünerek hareket etmesi, toplumsal bağları zayıflatır, güveni sarsar, yardımlaşma ve kardeşlik kültürünü yok eder. İşte tam bu noktada, medeniyetimizin köklü mirası olan fütüvvet ve ahilik anlayışını, asrın idrakine uygun formlarla yeniden hayata geçirmek zaruri bir ihtiyaçtır.

Fütüvvet, Arapça “fetâ” kökünden gelir; gençlik, yiğitlik, cömertlik ve fedakârlık anlamlarını taşır. Kültürümüzde, ferdin hem Allah’a hem de topluma karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmesini, yardımlaşmayı, adaleti ve dayanışmayı ifade eder. “Ahî” kelimesi ise Arapçada “kardeşim” anlamına gelir ve dostluk, yardımlaşma, cömertlik temelleri üzerine kuruludur.

Fütüvvet; elindekini paylaşmak, nefsine değil başkasına öncelik vermek, haksızlık karşısında susmamak, mazlumun yanında dimdik durmaktır. Ahilik ise bu ruhu kurumsallaştıran, şehirlerin ahlaki omurgasını inşa eden teşkilat ruhudur. İkisi bir araya geldiğinde, kardeşliğin en güçlü zeminini oluşturur.

“Önce ben değil, biz” diyebilmek; zorlukta omuz omuza verip yaraları birlikte sarmak, sevinçleri paylaşarak çoğaltmak, hüzünleri paylaşarak azaltmaktır. Bu, “benim işim bitti” demeden “senin işin de bitsin” diyerek el uzatmaktır. Herkes tamam olmadan eksiklik hissetmektir. Gönüller arasında köprüler kurmak, dayanışma ile yolları güvenli kılmak, yarışta geride kalan kardeşinin elinden tutup zirveye birlikte ulaşmaktır. Sofranda aç olanı gözetmek, bir lokmayı bölüşerek bereketi çoğaltmaktır.

Ahilik (kardeşlik) ruhu, fütüvvetin omuzlarında yükselir; fütüvvet ruhu ise kardeşlik ikliminde yaşanır.

İNSAN İNSANIN AĞINI ALIR

Bu anlayışın şifa veren etkisini en güzel ifade eden sözlerden biri, “İnsan insanın ağını alır.” sözüdür. Buradaki “ağ” kelimesi; acı, üzüntü, sıkıntı anlamında zehri ifade eder.  İnsanın içinde biriken öfke, keder, hüzün ya da vicdan yükünü temsil eder. Hayatın zorlukları karşısında, bir dostun, bir ailenin varlığı; bazen bir söz, bazen bir bakış, bazen de sadece sessizce yanında duruş, insanın içindeki zehri alır, kalbine ferahlık verir; zira dertler paylaşıldıkça azalır. Dayanışma ruhu, ferdin toplum içindeki yerini ve değerini belirler. Unutmayalım ki bir zincirin gücü, en zayıf halkasının sağlamlığıyla ölçülür. 

“Ben”i öne çıkararak menzile ulaşılamaz. Birlikte yürüyenler, en çetin yollarda bile yorulmaz, omuz omuza verenler, en sert rüzgârlarda bile devrilmez. Toplumsal huzur; karşılıklı saygı, yardımlaşma ve kardeşlik anlayışı üzerine kurulur. 

Kardeşinin yükünü hafifleten, aslında kendi yükünü hafifletmiş, sıkıntısını gideren kensi sıkıntısını gidermiş olur; çünkü Peygamberimiz (s.a.s) buyurur: “Kim bir müminin dünya sıkıntılarından birini giderirse Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kul kardeşine yardım ettiği müddetçe, Allah da o kula yardım eder.” (Müslim, Birr, 58) Kardeşinin ayıbını örten, aslında kendi ayıbını örtmüştür. Kur’an’da da bu ahlaka işaret edilir: “Doğrusu Allah, gizli açık bütün kusurları örten ve çok bağışlayandır.” (Nisâ, 106). Kul, Rabbinin bu sıfatıyla ahlaklanır, kardeşinin hatasını teşhir etmez, onu ifşa etmez; bilakis korur, dua eder ve ıslahına vesile olmaya gayret eder.

Bir mümin, kardeşine yardım eli uzattığında aslında Allah’ın yardımına nail olur. “İyilik eden, kendi lehine iyilik etmiş olur.” (Fussilet, 46). Dolayısıyla kardeşine dokunan her iyilik, sahibine kat kat geri döner hem dünyada huzur hem ahirette kurtuluş vesilesi olur. Bu bağlamda kardeşinin yükünü omuzlamak, onun acısını paylaşmak, fütüvvet yolunun da ahilik anlayışının da özüdür.

FÜTÜVVETTEN AHİLİĞE GİDEN YOL 

Tasavvuf geleneğinde fütüvvet ehli; nefsine hâkim olan, kibirden uzak duran, hizmeti önde tutan, mal ve makam hırsından arınmış kimsedir. Esas olan, kendisi için istediğini başkası için de istemek; başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğu gibi görmektir. Anadolu’nun manevi fatihlerinden olan Ebu’l-Hasan Harakânî rh.a (963-1033), acının dinine, diline, ırkına bakmadan tüm insanların acısını kendi acısı, derdini kendi derdi bilmeyi fütüvvetin özü saymış ve şöyle demiştir: “Tâ Türkistan’dan Şam’ın kapısına kadar olan alandaki kimselerden birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır. Türkistan’dan Şam’a kadar olan yerlerde birisinin ayağı taşa çarpsa onun acısını ben duyarım. Bir kalpte üzüntü olsa o kalp benim kalbimdir.”

Fütüvvet, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ahilik teşkilatının manevi temeli olmuştur. Ahilik, fütüvvetin hayata yansımış hâlidir. Ahi Evran-ı Velî rh.a (1171-1261), bir teşkilat kurucusu olmanın yanı sıra Anadolu insanına ahlak, meslek ve medeniyet terbiyesi kazandıran büyük bir mürşittir. O, Selçuklu ve Osmanlı şehirlerinde ahiliği bir meslek örgütü olmanın ötesine taşıyarak, toplumun bütün katmanlarını kuşatan bir eğitim ve dayanışma sistemi haline getirmiştir.

AHİLİĞİN PUSULASI: AHİ EVRAN’IN MİRASINI YAŞATMAK

Ahi Evran, Anadolu insanına alın teri ile geçinmeyi öğretti. Çalışmayı bir ibadet, helâl kazancı bir şeref bildirdi. İffet ve haysiyetle başı dik durmayı, hiç kimseye minnet etmeden yaşamanın erdemini kazandırdı. Ahiliğin düsturu olan “elini, belini, dilini bağlı tut; sofranı, kapını, keseni açık tut” ilkesi hem ferdin hem de toplumun ahlaki omurgasını oluşturdu.

Ahilikte emek kutsaldır. Ahi Evran’ın anlayışında, bir esnaf yalnızca mal satmaz;

dürüstlük, adalet, cömertlik ve misafirperverlik de satır aralarında gizlidir. 

Ahilik teşkilatı, Anadolu’da sosyal adaletin ve toplumsal dayanışmanın en canlı örneğini ortaya koymuştur. Yoksulun, yetimin, garibin elinden tutmak, ihtiyaç sahibine sessizce infak etmek, medeniyetimizin özüdür. Ahi Evran’ın mirası; alın teriyle yoğrulmuş ekmeği helal lokma bilmek, kul hakkından, kamu hakkından titizlikle sakınmak, haksız kazancı asla kabul etmemektir. Onun anlayışında, faiz, stokçuluk, hileli satış, ölçü ve tartıda eksiltme, karaborsa ve fırsatçılık gibi yollarla elde edilen kazanç; Allah’a harp ilan etmek anlamına gelmiş hem mala hem insana hem de topluma zarar veren birer zulüm sayılmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Allah faizi mahveder, sadakaları ise artırır.” (Bakara, 276) buyrulmuş; ölçü ve tartıda haksızlık yapanlara da sert uyarılar yapılmıştır (Mutaffifîn, 1-6) Ahilik, ticareti yalnızca alım-satım işi olarak görmez; adalet, merhamet ve sorumlulukla yapılan her alışverişi bir ibadet bilirdi.

Fütüvvetnâmeler, bu yolun ahlaki ilkelerini ayrıntılarıyla belirtir. Fütüvvet ahlâkının ve ahiliğin temel esasları arasında, “eline, diline, beline sahip olmak (edeb)” ilkeleri başta gelir. Eline sahip olmak, haram kazançtan, haksızlıktan ve zulümden uzak durmayı; elini yalnızca helâl işe, hayra ve yardıma uzatmayı ifade eder. Beline sahip olmak, nefse ve şehvete karşı iffetli olmayı, zinadan ve hayasızlıktan uzak durmayı gerektirir. Diline sahip olmak ise yalandan, gıybetten, argo ve küfür sözlerinden sakınmak; dili daima doğruluktan, hayırdan ve güzel sözden yana kullanmaktır.

AHİLİK: HELAL OLANLA YASAL OLANI BULUŞTURMAK

Ahilik teşkilatı, XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da esnaf ve zanaatkârlar arasında yardımlaşmayı, dayanışmayı, dürüst ticareti ve ahlaki değerleri esas alan bir yapı olarak ortaya çıkmıştır; ancak ahilik, bir ekonomik örgütlenme olmakla birlikte helal olanı ölçü, yasal olanı ise çerçeve bilen bir ahlak düzenidir. Zira Alev Alatlı’nın işaret ettiği gibi her yasal olan helal değildir; fakat her helal olan, toplumsal barışın ve gerçek adaletin temeli kabul edilmiştir.

Ahilik, meslekî dayanışmanın yanı sıra toplumu düzenleyen ahlaki ve değer temelli bir sistemdir. Bu yola girmek isteyen kişi, yalnızca mesleğinde usta olmakla kalmaz; dürüst, adil, cömert, yardımsever ve güvenilir olmak zorundadır. Ahiler, topluma faydalı olmayı, mazluma yardım etmeyi, yetimi gözetmeyi, komşusunu düşünmeyi esas almışlardır.

İhtiyaç sahibi esnafın iş yerini kapatmaması için topluca yardım etmek, bu ruhun en güzel örneklerindendir. Ahilik, aynı zamanda erdemli insan yetiştiren bir insan mektebidir. Çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa uzanan bu yolda, ustanın rahle-i tedrisinde yetişen kişiler hem mesleki hem ahlaki olgunluğa erişirdi. Böylece toplumun hem ekonomik hem de manevi dirliği korunmuş olurdu.

FÜTÜVVET VE AHİLİĞİN GÜNÜMÜZE YANSIMASI

Bugün fütüvvet ve ahilik, çağımızın bencillik, yalnızlaşma ve adaletsizlik sorunlarına karşı en güçlü panzehirdir. Modern şehirler, gökdelenlerle büyürken maalesef kalpler küçülüyor, teknolojik iletişim artarken gerçek kardeşlik bağları zayıflıyor. Bu noktada fütüvvet ve ahilik, insanlığın yeniden ihtiyaç duyduğu bir ahlak ve kardeşlik nizamıdır.

Fütüvveti bugün yaşatmak; çıkar yerine fedakârlığı, bencillik yerine paylaşmayı, yalnızca kendini değil kardeşini de düşünmeyi hayatın merkezine koymaktır. İş hayatında dürüstlükten, akrabalıkta vefadan, komşulukta ikramdan, dostlukta sadakatten taviz vermemektir. Zor durumda olan birinin elinden tutmak, merhametin yanı sıra kendi gönlünü de ferahlatan bir ahlaktır.

Ahilik ruhunu bugüne taşımak ise iş dünyasında adil ticareti, emeğe saygıyı, helâl kazancı yeniden hâkim kılmak demektir. Esnafın, memurun, işçinin, yöneticinin; kısacası hayatın her alanında çalışan herkesin “eline, beline, diline sahip olması”, ahiliğin yeniden dirilmesi demektir. Bugün bir iş yerinde haksız kazançtan sakınmak, çalışanına hakkını tam vermek, ihtiyaç sahiplerini gözetmek ve toplumsal dayanışmayı örgütlemek, ahiliğin çağdaş şeklidir.

Mahalle kültürünü, paylaşma ruhunu, dayanışma ağlarını yeniden inşa etmek, hüzün ve sevinç günlerinde kardeşinin yanında olmak “fütüvvet”i bugüne taşımaktır. İhtiyaç sahibinin kapısını çalmak, yalnız kalmış komşuyu ziyaret etmek, yetimin başını okşamak, mazluma sahip çıkmak; her biri fütüvvetin bugünkü karşılıklarıdır.

Unutulmamalıdır ki, medeniyetimizin temel harcı, yüksek binalardan öte yüce gönüllerle kurulan kardeşliktir. Bu gönüller, fütüvvetin cömertliğiyle, ahiliğin adaletiyle yoğrulduğunda modern dünyanın çölleşmiş ruhuna yeniden hayat verecektir. 

Yazımızın hıtamında kardeşlerimizin acılarına da kardeş olmayı niyaz ederek sözümüzü duayla mühürleyelim.

Genişlet gönlümü Rabbim!..

Rabbişrahlî sadrî. 

Genişlet gönlümü Rabbim!..
Öyle genişlet ki tüm mahzun yüreklerin ağırlığını taşıyabileyim.
Genişlet ki Gazze’de enkaz altında kalan masum yavruların sessiz çığlığını,
Yetimlerin uykusuz gecelerini,
Anaların dua yüklü gözyaşlarını,
Babaların çaresiz bakışlarını, 
Yiğitlerin cesur gayretlerini sığdırabileyim yüreğime.

Büyüt yüreğimi Rabbim!..
Büyüt ki acılarını bölüşeyim kardeşlerimin.
Büyüt ki kardeşliğimiz el olsun, omuz olsun, 
Yürek yürek büyüttüğüm umut olsun.
Ve büyüt ki dualarımda kardeşlerim hiç unutulmasın.
Doğu Türkistan’da yok edilmeye çalışılan özgürlük düşlerini, 
Arakan’da yurtlarından edilen muhacirlerin yakarışlarını,
Keşmir’de zincire vurulmuş özlemleri,
Afrika’nın bağrından filizlenen diriliş umutlarını yüklenebileyim.

Allah’ım, bana öyle bir gönül ver ki 
Senin rızan için seveyim, sevineyim
Ve Senin rızan için buğzedip öfkeleneyim 
Öyle bir feraset ver ki, 
Hakkı hak olarak görüp tâbi olayım,
Öyle bir cesaret ver ki
Bâtılı bâtıl olarak görüp tavır alayım, 
Ve bana öyle bir sebat ver ki 
Kardeşimin acısını omuzlayıp yorulmadan yürüyeyim.
Öyle bir gönül ver ki
Bir tek kardeşim üşüdüğünde ben de üşüyeyim.
Bir tek kardeşim aç kaldığında lokmalar boğazımda düğüm olsun, 
Ve bir tek kardeşim zulme uğradığında
Suskunluğum dilime kelepçe, kalbime zincir olsun.

Sekinetini indir kalplerimize
İnayetini esirgeme kardeşlerimizden   
Acılar kapladığında her yanı, bir ilham doğuversin gönüllerine,
Yanık yerlerine merhem oluversin
Ve bir kutlu ses onlara şöyle deyiversin:
 Lâ tahzen innallahe meanâ…
Üzülme, Allah bizimle.
Korur bizi de bir kutlu yolculukta ikinin ikincisi olanla,
Sıddîk olanla birlikte koruduğu gibi Habîbini.
Güvercin yuvasından ve örümcek ağından gelen haberler gibi 
Müjdeler gelir belki bize de, yine korunur müminler Allah’ın izniyle,
İman ve kardeşlik korunduğu müddetçe.

‘Bize tarafından rahmet ver 
Şu halimizden bir kurtuluş yolu hazırla!..’
diye dua eden Ashab-ı Kehf gibi  
Uyanır belki müminler, asırlar süren uykudan.
Geceler gündüze dönüverir.
Ve korkular dürülür, ölümler öldürülür.

Yusuf’tan haberler gelir
Hüzün olsa da gelen, gözlerin payına düşen yaş olsa da sabırlar gelir:
Fesabrun cemîl…
Peşi sıra dualar:
Eşkû bessî ve huznî ilallah…
‘Derdimi ve hüznümü ancak Allah’a arz ederim.’ diye niyazda bulunan
Yakup Peygamberin dirayeti istenir.
Ümitsiz olma ey kalbim!
Gün gelir, gerçekleşen bir rüya gibi, 
Kabul olmuş bir dua gibi itiraflar gelir:
“Zalimlere bir gün dedirtir kudret-i Mevlâ:
Tallahi lekad âserakâllahü aleynâ.”

Bir muştuyla getirirler haberini kardeşlerimizin,
Göze cila, gönle huzur oluverir,
Kundakta korunan Musa ile,
Beşikte dile gelen İsa ile,
Ateş bahçesinde gül toplayan İbrahim ile gelen müjde gibi…

Gazze, gülistana dönüverir.

Ahmet Türkben

Yorumlar9

  • şair 1 gün önce Şikayet Et
    Şahsım adına dünya coğrafyasındaki kardeşlerimin hakkını savunmaya gayret ediyorum. Yeteri kadar yapamıyorum belki otoriteye karşı gücümüz yetmiyor. Belki de bu yüzden sesimiz bu konuda çok çıkıyor. Asıl mesele yanımızdaki kardeşimizin hakkını yiyor muyuz? Gençlerin geleceğinden çalıyor muyuz? Cahilliklerinden faydalanıyor muyuz? Etrafımızı gülistan olursa Gazze de gülistana döner.
    Cevapla
  • Ağacan 2 gün önce Şikayet Et
    Allah razı olsun Kıymetli hocam, emeğinize yüreğinize sağılık. AMİN AMİN AMİN
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • Tanju 2 gün önce Şikayet Et
    Kardeşim söz kalmamış diyecek öyle güzel yszmışsınız ki aynı duygularla gözlerim dolu Amin diyoru.
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • osman tıraşçı 2 gün önce Şikayet Et
    yüreğine ve kalemine sağlık Ahmet kardeşim.
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • Bülent duman 2 gün önce Şikayet Et
    ne diyelim allahım sen bizi affet.günahlarımız çok.masum değiliz
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat