Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh-u salâh: Bedir’den Malazgirt’e, Çanakkale’den Gazze’ye…

  • GİRİŞ30.08.2025 16:38
  • GÜNCELLEME01.09.2025 08:42

Bizim medeniyetimizde gaza; zulmü söküp atmanın, hakkı yüceltmenin, gönülleri fethetmenin ve iyiliği yeryüzüne hâkim kılmanın adıdır. O, yalnızca askerî bir hamle değil; ilimle, irfanla, merhametle yoğrulmuş bir diriliş nefesidir. Bu ruh sayesinde medeniyetimiz, fetihlerle açılan ufuklarda yeni toplumlarla tanışmış; bilimden sanata, edebiyattan mimariye nice hazineleri kendi bünyesinde harmanlayarak çağlara meydan okuyan bir terkibe kavuşmuştur.

Tarih boyunca gaza anlayışı, yalnızca topraklar kazanmakla kalmamış; güçlü bir inançla adalet arayışını, barış idealini ve kültürler arası kaynaşmayı da beraberinde taşımıştır. Böylece fethedilen diyarlar, İslam’ın zahirî hükmünden ziyade onun merhamet ve hikmet nefesiyle tanışmış; gönüller açılmış, medeniyetimiz de bu köprülerden feyz alarak büyümüştür.

İHYA VE İNŞA ETME ANLAYIŞI

Gaza kültürü, imha etmeye değil ihya etmeye odaklanır. Medeniyetinizin adalet ve merhamet temelli yaklaşımının bir yansıması olan bu anlayış,  bir savaş stratejisi olmanın ötesine geçerek insanlık için daha adil, daha huzurlu ve daha erdemli bir dünya kurmayı amaçlayan bir dünya görüşü haline gelmiştir. Gazanın amacı; manevi ve kültürel zaferler elde etmeyi, kul ile Allah arasına giren engelleri ortadan kaldırmayı, insanların hür iradeleriyle hakikati bulmalarını ve doğru seçimler yapabilmelerini, yeryüzünün imarını ve tüm canlıların huzur içinde yaşamalarına imkân tanımayı hedefler.

Bu ihya anlayışının özünde, gönülleri dirilterek galip gelmek vardır. Nitekim Üstat Sezai Karakoç, İslam’ın temsil boyutunu ve gaza ruhunun bu diriltici yanını şu sözle özetler:

“Ey Müslüman! İslam’ı öyle diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin.”
Bu yaklaşım, hakiki fethin kalplerde ve ruhlarda gerçekleştiğini, medeniyetimizin en büyük gücünün de bu diriltici nefeste saklı olduğunu gösterir.

Aynı hakikati farklı bir açıdan Aliya İzzetbegoviç dile getirir. Bir gün askerlerden biri ona, “Onlar bizim kadınlarımıza şöyle şöyle yapıyorlar, yaşlılarımızı ve çocuklarımızı öldürüyorlar. Buna bigâne kalmamalıyız.” dediğinde Aliya çok veciz bir cevap verir:

“Sırplar bizim öğretmenimiz değiller. Biz de zalimlerden olursak zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz. Kitab’a uyacağız. Savaş, ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir. Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum; çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik; çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”

Bu sözler, İslam’ın gaza anlayışındaki ince çizgiyi bütün berraklığıyla ortaya koyar:

Mücadele ederken zulmün yöntemini benimsememek, adalet ve merhamet ölçüsünü kaybetmemek; hakikatin, ahlakın ve hikmetin gücüyle direnmek. Bu bağlamda gaza, bir askerî mücadele olmanın ötesinde bir ihya ve inşa hareketi, yeryüzünü adaletle, insanlığı merhametle yeniden ayağa kaldırma çabasıdır.

BARIŞI KORUMANIN YOLU, GÜÇLÜ VE HAZIRLIKLI OLMAK 

Dinimiz, yeryüzünde adalet ve barışın hâkim olmasını hedeflerken düşmanların şerrinden emin olmak için de yeterli askerî donanıma sahip olmak ve zamanın zorunlu kıldığı teçhizat ile hazırlık yapmak gerektiğini bildirir. Milletimize ve gönül coğrafyamıza yöneltilen taarruzlar karşısında her an savaşa hazır halde bulunmanın önemini ve Müslüman toplumların caydırıcı güce sahip olmasının barışı ve güvenliği korumanın bir gereği olduğunu ifade eder.

 Ayet-i kerime bunu emreder: “Ey müminler! Düşmanlarınıza karşı bütün imkânlarınızı seferber ederek kuvvet hazırlayın ve beslenmiş, eğitilmiş savaş atları yetiştirin.” (Enfal, 60)

İslam, özünde sulhu esas alan bir dindir. Müslümanların amacı hiçbir zaman savaş çıkarmak, yıkıma sebep olmak ya da fesat yaymak olmamıştır; bilakis dinimiz, savaşları sonlandırmak, zulümlere son vermek ve insanlığı huzur dolu bir hayata kavuşturmak için gönderilmiştir. Bu yaklaşımda tevekkül asla tedbirsizlik olarak görülmez. İnananlar, güvenliklerini sağlamak ve barışı korumak için bugünün şartları çerçevesinde gereken modern savunma sistemlerine, gelişmiş askeri teknolojilere ve güçlü bir ekonomik güce sahip olup her türlü hazırlığı yaparlar; ancak savaş seçeneğini de daima en son çare olarak düşünürler. Eğer bir millet barış ve huzur içinde yaşamak istiyorsa o zaman gerektiğinde bu değerlerin korunması için cesaretle, kararlılıkla mücadele etmeye de her an hazır olmalıdır. Şairane bir teyakkuz haliyle: 

"Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh; 
Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-ü salâh."

Bu beyit, gaza anlayışının temelini oluşturur. Bütün devletler kurtuluş başarısını bu ibretlik sözde bulur; şayet barış istiyorsan savaşa her an hazır olacaksın. 

Namaz, oruç, zekât ve hac gibi bir ibadet olan ve gaza bilincinin temelini oluşturan cihad kavramı; Osmanlı döneminde i’lây-ı kelimetullah uğruna, dinin, devletin, mülkün ve milletin bekası için verilen bütün mücadelelerin ortak adı olmuştur. Osmanlı’nın temel dayanaklarından biri sayılan “din ü devlet, mülk ü millet” prensibi de bu dört unsurun birlikte var olmasının vazgeçilmezliğini ifade eder. Böylece din, devlet, mülk ve millet; birlikte anlam bulan, birlikte yaşatılan ve medeniyetimizi ayakta tutan temel dayanaklar haline gelmiştir.

Medeniyetimizin "gaza medeniyeti" olarak tanımlanması hem askeri hem de manevi zaferlerin bir arada olduğu bir süreci simgeler. Gazanın, bir toplumun sosyal, kültürel ve dini yapısını şekillendiren bir kavram olarak Müslümanlar arasında derin izler bıraktığı bu medeniyet hem kendi milletine hem de tüm insanlığa katkı sağlamış; böylece tarih sahnesinde önemli bir yer edinmiştir

ZAFERİN ÜÇ SÜTUNU: GAZÂ, DUA, MAARİF

Bu kutlu yürüyüşte, zafer sadece maddî güçle değil, duanın, ilmin ve maneviyatın eliyle de kazanılmıştır. Medeniyetimizin gaza anlayışı, silahla yapılan mücadelenin yanı sıra arşa yükselen duaların, aklın ve gönlün birlikte inşa ettiği ilim ve irfanın toplamıdır. Bu hakikati İmâm-ı Rabbânî veciz şekilde dile getirir: “Bir savaş, iki ordunun ittifakıyla kazanılır: Biri leşker-i gazâ, diğeri leşker-i duadır. Dua ordusu, gazâ ordusunun ruhu; gazâ ordusu da dua ordusunun bedeni mesabesindedir. Duasız gazâ, ruhsuz ceset gibidir.”

Bu muazzam yapı, iki sütundan daha fazlasını taşır ve bu sütunlara üçüncüsünü de eklemek gerekir: leşker-i maarif. 

Tarihin her safhasında bu üçlü ordu birlikte yürümüştür:

Leşker-i Gazâ, dün alp erenler, serhat gazileri ve ulu hakanlardı; bugün ise sınırda nöbet tutan askerler, teknoloji üreten mühendisler, siber güvenlik hattında direnen gençlerdir.

Leşker-i Dua ise âlimler, mürşitler, evlatları için gözyaşı döken anneler, Kur’an halkalarında sabırla ilim tahsil eden gençlerdir.

Leşker-i Maarif ise ilimleri, fenleri, sanatları ve dünyayı anlamaya çalışan her bir disiplini kuşanmış; laboratuvarlarda, kütüphanelerde, proje masalarında geceyi gündüze katarak milletin ufkunu açan, maddi zaferin ilmî, teknolojik ve stratejik altyapısını inşa eden neferlerdir. Onlar; gönüllere dokunan, şahsiyeti inşa eden, ahlakı ve maneviyatı mayalayan mürşitler ve muallimlerdir. Sınıfı bir nevi siper bilip öğrencisinin gönlüne iman, Allah korkusu, ahiret endişesi, adalet duygusu ve medeniyet şuuru eken bu gönül erleri, zaferin yalnızca silahla değil, şuurla kazanılacağını bilenlerdir.

Kalemle kılıcın, ilimle cesaretin, akılla teslimiyetin, irfanla mücadelenin birleştiği bu yol, gaza ruhunun en diri hâlidir. Şehitlerin kanıyla âlimlerin mürekkebini aynı tartıda değerlendirip: "Âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından daha faziletlidir." yaklaşımı, bu beraberliğin ne kadar kadim ve kıymetli olduğunu gösterir.

Leşker-i gazâ, leşker-i dua ve leşker-i maarif… Bu üçlü sacayağı bir araya geldiğinde milletin ve ümmetin sırtı yere gelmez; zafer ve fetih hem dünyada hem ahirette müjdelenir.

GERÇEK FETİH GÖNÜL KAZANMAKTIR

Tarih boyunca fetihlerin yalnızca meydanlarda değil, tekke, zaviye ve mekteplerin sessiz odalarında da hazırlandığını görüyoruz. İşte bu noktada karşımıza çıkan en önemli figürlerden biri Gazi Dervişlerdir.

Tıpkı Ömer Lütfi Barkan’ın Kolonizatör Türk Dervişleri makalesinde işaret ettiği üzere, fütuhatın manevi mimarları olan Gazi Dervişler; sınır boylarında yalnızca leşker-i gazânın neferi ya da leşker-i duanın mümessili değil, aynı zamanda akılları ve gönülleri ilim ve irfanla inşa eden birer leşker-i maarif idiler. Onlar, kılıç taşıdıkları kadar kalem taşımış, tekke ve karargâhlarıyla birlikte medreseleri de birer insan mektebi ve irfan yuvasına dönüştürmüş; seccadeyle siperi, duayla mücadelenin stratejisini aynı hayat içinde yoğurmuşlardır.

Barkan’ın işaret ettiği bu Gazi Dervişler, askerî zaferden daha önemli olarak gerçek fetihlerin gönüller kazanmak olduğunu bilen öncülerdi. Onlar için fetih, surları aşmanın veya toprakları genişletmenin çok ötesinde insanların kalplerine hakikat nurunu taşımak demekti. Bu şuurun kaynağı bizzat Allah Resulünün şu müjdesinde saklıdır:

“Allah’a yemin ederim ki, senin sayende Allah’ın bir tek kişiye hidayet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır.” (Buhârî, 7/3468)

Bu dervişlerin yolunu aydınlatan isimlerden biri olan Hoca Ahmed Yesevî, hikmetlerinde bu ruhu billurlaştırır. O, dervişin, zikir ehli olmakla birlikte hikmetle konuşan, hizmetle yoğrulmuş, halkla hemhâl olmuş bir gönül eri olduğunu öğütler. Bu şuurla yetişen Gazi Dervişler, gaza ruhunu ilim ve irfanla besleyerek fethettikleri toprakları vatan yapmanın mayasını çalmış; taşıdıkları maneviyatla, medeniyetimizin hafızasında silinmez izler bırakmışlardır.

Balkanlar’da Ayvaz Dede, Sarı Saltuk, Gül Baba gibi gönül öncüleri, ahî, abdal ve bacı toplulukları; “toprağı şenlendirmek” ve “arazi-i mevât’ı ihya etmek” anlayışıyla yeni yurtları sadece iskân etmekle kalmamış, oraları birer irfan ve adalet merkezine dönüştürmüşlerdir. Aynı şekilde Güney Afrika’da Ebubekir Efendi, Brezilya’da Bağdatlı Abdurrahman Efendi, Endonezya’da Baba Davud gibi farklı ülkelere Osmanlı tarafından gönderilen alim ve fakihler, faaliyette bulundukları ülkelerde medeniyetimizi en güzel şekilde temsil etmişler ve gönüllerin İslam’la şereflenmesine vesile olmuşlardır. Onlar dünyanın dört bir yanında kültürümüzün tanıtılmasına, İslam’ın hakikatinin anlaşılmasına, medeniyetimizin değerlerinin takdir edilmesine öncülük etmişlerdir. Onlar; gittikleri coğrafyaların yerel dillerini konuşmuş, o yörenin kıyafetlerini giymiş, sofralar kurmuş, kapılarını ve gönüllerini her kesime açmış, kalpleri fethetmişlerdir. Bu yaklaşım sayesinde ülkelerin yanı sıra nesilleri de birbirine bağlayan gönül köprülerinin temeli atılmıştır. Bu köprülerde taşınan erdemler, silahların gölgesinde kazanılan zaferlerden çok daha kalıcıydı: Hakikat, merhamet, adalet…

CİHADIN HAKİKATİ: KUL İLE ALLAH ARASINA GİREN ENGELLERİ KALDIRMAK

Medeniyetimizin ruhunda cihad, yalnızca savaş meydanlarına sıkıştırılmış bir eylem değildir; aksine zulmü ortadan kaldırmak, yeryüzünü iyilikle kuşatmak, insanı maddi ve manevi anlamda yeniden inşa etmek için sarf edilen kapsamlı bir çabadır. Arapçada “güç ve gayret sarf etmek” anlamına gelen cehd kökünden türeyen cihad, İslam’ın engin deryasında ilmi öğrenmek, yaşamak ve öğretmek; iyiliği çoğaltmak, kötülüğün karşısında durmak; hakikati tebliğ etmek; nefsin karanlık dehlizlerine ve dıştaki zulüm odaklarına karşı direnmek gibi çok katmanlı bir anlam taşır.

Cihadın iki temel boyutu vardır: cihad binnefs (kendi içinde) ve cihad  bil ğayr (kendi dışında)

İçe yönelik cihad; kişinin kendi iç dünyasında cehalet, benlik, kin ve nefsanî arzuları temizleme, sabır, ahlak ve takvada kemale erme mücadelesidir. Dışa yönelik cihad ise insan kazanma ve iyiliği çoğaltma gayreti, tebliğ, davet, irşad, hakkı ve sabrı tavsiye, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerdir. Toplumdaki kötülüklere, fitne ve zulümlere karşı verilen mücadeledir. Bu mücadelenin yolları dille, kalemle, malla sürdürülür, meşru şartlar oluştuğunda ise canla verilen kıtal mücadelesi olarak tecelli eder.

Kur’an-ı Kerim’de cihadın silahlı mücadeleyle sınırlı olmadığı görülür. Mekke döneminde, henüz kılıç kullanmaya izin verilmemişken inen ayetler, bu kavramı daha çok manevi, fikri ve ahlaki bir direniş olarak tasvir eder.

“Bizim uğrumuzda cihad edip çaba gösterenlere elbette yollarımızı açarız.” (Ankebût, 69)

Bu, hakikati arayanların önünde engellerin bir bir kalkacağına dair ilahi bir müjdedir. 

Bir başka ayette şöyle buyrulur: 

“Öyleyse kâfirlere boyun eğme, onlara karşı onunla (Kur’an’la) büyük bir cihad et.” (Furkan, 52)

Bu emir, hakikati anlatmanın, batıl karşısında sözlü ve fikri mücadele vermenin en büyük ve asil cihadlardan biri olduğunu ilan eder.

Zulüm karşısında yurdundan olmanın ve tüm zorluklara rağmen hakikat için mücadeleye devam etmenin ve sabrın ne denli yüce bir cihad olduğu başka bir ayette hatırlatılır:

“Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad edenlerin yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Nahl, 110)

Hadislerde de bu hakikatin izlerini görürüz. Peygamber Efendimiz, cihadın en büyük cephesini işaret ederek şöyle buyurmuştur:

“Hakiki mücahid, nefsine karşı cihad edendir.” (Ahmed b. Hanbel, VI, 20)

En çetin meydan, insanın kendi iç âlemidir; orada verilen savaş, dışarıdaki bütün mücadelelerin özünü belirler. Kibir, haset, öfke, tamah, şehvet ve gafletle yüzleşmek; hırsın ve çıkarın karanlık çağrılarına karşı durmak; kalbi Allah’a bağlayan sabır, takva, merhamet ve edep ile bu karanlıkları aşmak… İşte nefse karşı verilen bu mücadele, insanın hem kendisini hem de çevresini ihya eden en büyük cihaddır. 

Bir başka hadisinde ise Peygamberimiz, cihadın mal, can ve söz ile yapılabileceğini ifade eder:

“Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin.” (Ahmed b. Hanbel, III,153)

Ve müminlere şunu öğütler: 

“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah’tan afiyet dileyin. Fakat onlarla karşılaştığınızda da sabredin ve direnin.” (Buhari, Cihad, 112, 156)

Cihadın özünde bir ölüm arzusu değil, hayatı ve adaleti koruma iradesi vardır. Bu irade, zulmün karşısında dimdik durmayı, hakikatin sesini kısmamayı ve merhametin sınırlarını muhafaza etmeyi gerektirir.

Bu bağlamda, Peygamberimize yöneltilen bazı emirlerin de doğru anlaşılması gerekir. Kur’an şöyle seslenir:

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert ve tavizsiz ol…” (Tevbe, 73)

Buradaki sertlik, hakkı haykırmakta sebatkâr olmak, batıla en küçük bir prim ya da taviz vermemek demektir. Münafıklara karşı verilen cihad da çoğu zaman fikrin, iradenin ve siyasi basiretin meydanında gerçekleşir.

Medine döneminde nazil olan ayet-i kerimeyle cihadın kıtal yani kılıçla savaşmak boyutu gündeme gelmiş, bu mücadele ise meşru müdafaa çerçevesinde tanımlanmıştır. İslam hukukunun çizdiği insani ve adil sınırlar içinde zulme uğrayan mazlumlara direnme hakkı tanınmıştır:

“Kendilerine karşı savaş açılan müslümanlara, zulme uğradıkları için savaş izni verilmiştir.” (Hac, 39)

Bu izinle cihadın temelindeki meşru müdafaa prensibi açıkça ortaya konmuş, mazlumun kendini savunması bir tercih değil, ilahi bir vecibe olarak görülmüştür. 

Kur’an-ı Kerim, saldırıya uğrayanlara meşru müdafaa izni verirken bile adalet çizgisini belirler:

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın; fakat sakın haddi aşmayın (Masumları öldürmeyin, işkence yapmayın)! Şüphesiz ki Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 190)

Hududullah’ın çizdiği bu sınırlar, gücü kinin, intikamın, kibrin ve ihtirasın emrine vermez; zulmü durdurmanın bir vesilesine dönüştürür. Peygamberimizin sefere çıkan askerlere yaptığı tavsiyeler ise bu çerçevenin en canlı örneğidir: Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, savaşa katılmayanlara dokunmamayı; meyve veren ağaçları kesmemeyi; imar edilmiş yerleri tahrip etmemeyi ihtar etmiştir. Bu uyarılar, savaşın da bir ahlakı ve hukuku olduğunu, itidal ve merhametle çizilen sınırların aşılmaması gerektiğini gösterir.

Cihad, hakikate giden yolda gösterilen her şerefli gayretin, kötülüğe engel olarak iyiliği ikame etme çabasının ortak adıdır. Zamanla bu yüce mana, “sadece cihad” diyen dar bakışlı zihinler tarafından daraltılmış ve yalnızca fiziki mücadeleye indirgenmiştir. Bugün bize düşen, kendi kavramlarımıza sahip çıkmak, bu kavramı asli kaynağına döndürmek, Nebevî çizginin inceliğiyle yeniden anlamlandırmaktır; zira cihad, yeryüzüne rahmet olarak gönderilen bir Peygamberin yolunda bir yıkım değil, bir ihya ve inşa hareketidir ve hakikatte o, kul ile Rabbi arasına giren her türlü maddi ve manevi perdeyi kaldırma gayretidir. Bu uğurda ilimle atılan her adım, hikmetle kurulan her bağ ve insanlığa sunulan her hayırlı faaliyet de bu kutlu mücadelenin bir parçasıdır.

ŞEHADET BİLİNCİNİN İNŞA ETTİĞİ DEĞERLER

Şehitlik ve şehadet ruhu, medeniyetimizin varoluşunda ve dirilişinde merkezi bir yer tutar; i’lây-ı kelimetullah uğruna hak, adalet, mukaddesat ve vatan için can vermek en yüce fedakârlık olarak görülür. Bu ruh, savaş meydanlarını aşarak hayatın her alanında Hakk’ın ve hakikatin yanında durmayı, zulme ve haksızlığa boyun eğmemeyi öğütler; fertlere, gerektiğinde canını ortaya koyacak bir irade ve cesaret kazandırır; toplumda adalet, emniyet ve huzurun hâkim olmasına vesile olur. 

 Bu ruh, Allah’ın rızasını kazanma yolunda hayatını adayan her ferdin kalbinde diri olan bir inanç ve dilinde eksilmeyen bir duadır. Medeniyetimizde şehitlik, en yüce mertebe olarak kabul edilir. Şehitler, canlarını feda ederken hem bu dünyada hem de ahirette en yüksek derecelere ulaşırlar. 

"Allah yolunda öldürülenler hakkında 'ölü' demeyin. Bilakis, onlar diridirler, fakat siz bunun farkında değilsiniz." (Bakara, 154) ayeti, şehitlerin ölmediğini, aksine Allah katında ikramlarla dolu bir hayat sürdürdüklerini ve diri olduklarını ifade eder. Dünya gözünde hayatları sona ermiş gibi görünen şehitler, canlarını feda ederken en yüce mertebeye ulaşmış ve diriliğe kavuşmuşlardır. Bu boyutu idrak edebilmek için hayatı ve ölümü sadece dünyevi bir bakış açısıyla değerlendirmemek, ahiret hayatını ve Allah’ın vaatlerini dikkate alarak bir perspektif geliştirmek gerekir. Şehitlik, dünyadaki tüm geçici değerlerin ötesinde Allah’a olan sadakat ve teslimiyetin müşahhas bir göstergesidir. 

Şehitlik, bir ölüm tarzı olmanın ötesinde bir hayat tarzıdır, bir sonuç olarak tanımlansa da bir süreçtir ve şehadet şehid gibi yaşayanlara sunulan ilahi bir lütuf ve ikramdır. Medeniyetimizin mayasında yer alan bu ruh, her müminin Allah’a olan teslimiyetinin ve O’nun yolunda fedakârlık yapma arzusunun bir tezahürüdür. 

GAZA RUHUNU YAŞATMAK: HER ALANDA DİRİLİŞ

Gaza ruhu, meydanlardaki cesaretin ötesinde insanı, toplumu ve tüm insanlığı ihya edecek bir medeniyet inşasıdır. Bugün bu ruhu yaşatmak, eğitimde, ahlakta, kültürde, diplomaside, adalette ve teknolojide öncülük etme ideali için gayret göstermekle mümkündür. Her zaman bir şahitlik vakti; her zemin bir sorumluluk sahnesidir.

Ecdadımızın taşıdığı gaza şuuru, yalnızca fetihlerle sınırlı kalmamış; fethedilen gönülleri adaletle, hikmetle ve merhametle imar ederek varlığını sürdürmüştür. Bugün aynı şuur; okullarda ilimle, mahkemelerde adaletle, meclislerde hikmetle, laboratuvarlarda projeyle, diplomatik masalarda basiretle, mahalle aralarında ahlakla tecelli etmelidir.

Eğitim alanında gaza ruhu, ilimle güç kazanır. Bilgiyi hikmetle yoğurup insanlığa hizmet edecek bir nesil, ilimle donatılmış gazi neslidir. Her öğretmen, bu şuurla yeni bir medeniyet müjdecisi olabilir. 

Ahlak alanında bu ruh; hak, adalet ve merhametle yoğrulmuş bir temsildir; öfke ile değil, ölçü ile hareket etmek esastır. Zaferi kılıçla ararken iradeyi ve erdemi de kuşanmaktır. Ahlak, gaza ruhunun özüdür; insanı ve toplumu yücelten temel pusuladır.

Kültür alanında bu ruh; sanattan edebiyata, musikiden mimariye bir milletin gönül diliyle cihada katılmasıdır. Her şiir, her beste, her hat, bu ruhun sesidir. Medeniyetimizi yaşatmak, gaza ruhunu zarafetle ifade etmektir. Nesiller arası bu kültürel bağ, gaza ruhunu ve medeniyet hafızasını geleceğe taşıyan köprüdür.

Diplomaside savaşsız barış, kan dökmeden kazanılan zaferdir. Akıl, sabır ve ferasetle yürütülen diplomasi, düşmanları dize getirmekten önce kalpleri fetheder. Gaza ruhu, bazen konuşarak barışı, bazen susarak vakarı korumayı öğretir. Diplomasi, akıl ile vicdanı aynı terazide buluşturup süreci yönlendirme sanatıdır.

Adalet; gaza ruhunun vicdan terazisidir. Zulme karşı kıyam adaletle kaim olur. Gaza; zalimin karşısında mazlumun yanında saf tutmaktır. Mazlumun umudu, zalimin korkusu olmak adaletle mümkündür. Adalet, gaza ruhunu hakikate taşıyan mihenk taşıdır.

Günümüzün cihadı; ekranlarda, verilerde, algoritmalarda ve uydularda sürüyor. Gaza ruhunu yaşatmak, çağın gereklerini kavrayarak savunma sanayiinde, siber güvenlikte ve yapay zekâda güçlü olmakla mümkündür. Kalemle kılıcı, bilgiyle stratejiyi birleştiren toplumlar barışı ayakta tutabilirler.

Bugünün gazisi; bilgisayar başında veri üreten mühendis, adalet dağıtan hâkim, hikmeti taşıyan öğretmen, hakikati haykıran sanatçı, doğru sözü savunan diplomat, bir duaya bütün gönlünü veren mümindir. 

Bu ruh yaşatıldıkça yeryüzünde fitneden eser kalmayacak ve din yalnız Allah’ın olacaktır ve bu ruhla yürüyenler, Hakk’ın ve hakikatin şahitleri ve medeniyet taşıyıcıları olacaklardır. 

Bugün bize düşen; siperdeki nöbetin yanında atölyelerdeki emeği, meydandaki direnişin yanında sınıftaki sabrı, kazanırken ve harcarken gösterilen hassasiyeti, kılıcın yanında kalemi aynı ruhun parçaları olarak görmektir.

BEDİR’DEN MALAZGİRT’E, ÇANAKKALE’DEN GAZZE’YE…

Bedir, gaza ve şehadet ruhunun ilk ve en berrak tezahürlerinden biridir. Ashab-ı Bedir, sayıca ve donanımca kat kat üstün olan düşmana karşı, yalnızca imanlarının gücüyle durdular. Onlar, “Ya Rab! Eğer bu topluluk yok olursa, yeryüzünde Sana kulluk edecek kimse kalmaz!” diyen bir peygamberin duasına omuz verdiler. Şehit olmayı, Rablerine vuslat bilen müminler, sadece bir savaş kazanmadılar; bir medeniyetin ruhunu inşa ettiler. Bedir’de atılan her adım, bir teslimiyetin; her dökülen ter, bir ahlâkın; her akan kan, bir davanın temeline dönüştü. İşte bu ilk ruh, nesilden nesile taşınarak Malazgirt’ten Çanakkale’ye, İstiklal Harbi’nden Gazze’ye uzanan direniş çizgisinin kutup yıldızı oldu.
Malazgirt, bir savaşın adı olmanın ötesinde, bin yıllık bir yürüyüşün, bir yurt tutuşun ve bir medeniyet inşasının başlangıcı oldu. Sultan Alparslan’ın beyaz kefeniyle sefere çıkışı ve askerlerine verdiği manevî telkin, şehadet bilincinin nasıl bir dirilişe dönüştüğünün en berrak örneklerindendir. 1071’de Anadolu’nun kapıları aralanırken kazanılan sadece topraklar değildi; kalpler, dualar ve bir dava da kazanıldı. Alperenlerin taşıdığı iman, bu coğrafyayı vatan kılmanın ve uğrunda can vermenin ne demek olduğunu asırlar boyu öğretti.

Asırlar sonra, bu ruhun yankısı Çanakkale’de bir kez daha göğe yükseldi. Yedi düvelin birleşip akın ettiği Gelibolu yarımadasında, inanç, vatan sevgisi ve teslimiyetle kuşanmış Mehmetçik, çağın en gelişmiş silahlarına karşı dimdik durdu. Seyit Onbaşı’nın mermiyi sırtlaması, Yahya Çavuş’un siperlerdeki direnişi, Akif’in “Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar..” mısrasıyla ölümsüzleştirdiği ruh, şehadetin bu topraklarda neye karşılık geldiğini bir kez daha gösterdi. Bu, ölümü öldürmekten öte, manevî bir doğuşa ve ahirete imanla yürüyüşün adıydı.

İstiklâl Harbi ise, Çanakkale’de filizlenen bu şehadet bilincinin, imanın ve bağımsızlık arzusunun emperyalizme karşı zafere dönüştüğü bir şahlanış oldu. Anadolu işgal altındaydı. Doğu Cephesi’nde Ermeni çeteleri ve zaman zaman Ruslarla; Güney Cephesi’nde önce İngilizler, ardından Fransızlar ve onların desteklediği Ermeniler, ayrıca İtalyanların işgal hareketleri; Batı Cephesi’nde ise Yunan ordusu ile çetin savaşlar verildi. Milletimiz; silahıyla, duasıyla, cesaretiyle ve ferasetiyle ayağa kalktı. Kadını, genci ve yaşlısıyla topyekûn bir direniş örneği sergiledi. Çanakkale’de yedi düvele karşı gösterilen direnişin devamı olarak İstiklâl Harbi’nde de bu ruh, topraklarımızı hür ve bağımsız kılmak için haykıran bir milletin sesi oldu. Emperyalist güçleri ve tüm yerli işbirlikçilerini söküp atan bu ruh, sadece sınırlarımızdan değil, vicdanlarımızdan da sömürgeciliği kovmanın zeminini hazırladı.

Ve 15 Temmuz… Şehadet bilincinin yeniden uyandığı, milletin varlığına yönelmiş sinsi ve karmaşık bir saldırının imanla püskürtüldüğü geceydi; ancak bu defa tehdit dışarıdan değil, içeriden görünmekteydi. Emperyalist akılların taşeronluğunu yapan, mankurtlaştırılmış, kendi kültüründen, medeniyetinden ve değerlerinden koparılmış bir güruh; maneviyatı maskeye çevirerek milletine silah doğrulttu. Ömer Halisdemir gibi yiğitler bu ihaneti göğüsleyerek milletin vakarını korudu. Bu kalkışma, askerî bir darbe girişimi olmanın yanı manevî bir işgal teşebbüsüydü; ancak bu milletin irfanı ve imanla sarsılmayan iradesi, o gece yeniden tarih yazdı. 

Bedir’den Malazgirt’e, Çanakkale’den İstiklâl Harbi’ne ve 15 Temmuz’a kadar uzanan bu kutlu yürüyüş, şehadet bilincinin inşa ettiği yüksek ruhun ve sarsılmaz değerlerin tarihidir. 

GAZİ ŞEHİR GAZZE: ÜMMETİN SON KALESİ

Ve bugün… Bugün bu kutlu çizginin en çileli ve en öğretici sahnesi Gazze‘de yaşanıyor maalesef. Gazze, modern zamanların en ağır zulmü ve kuşatması altında, Bedir’in imanını, Malazgirt’in kararlılığını, Çanakkale’nin metanetini ve İstiklal Harbi’nin direniş ruhunu tek bir yürekte topluyor. 

İsmi, kadim dillerde güçlü kale ve kıymetli hazine manasına gelen Gazze, tarih boyunca Mısır’dan Filistin’e uzanan bereketli toprakların kapısı, ticaret yollarının kavşağı, medeniyetlerin buluşma ve çarpışma noktası oldu. Bu kadim şehir, bugün isminin tarihî anlamlarını aşan, küresel bir direniş sembolüne dönüştü.

Gazze, bize ‘hazine’nin maddede değil, manada olduğunu söylüyor. Onun gerçek hazinesi, petrol kuyuları veya lüks hayatlar değil, imanla yoğrulmuş yürekler, zulme boyun eğmeyen iradeler ve en karanlık anlarda bile sönmeyen umut ışıklarıdır. Dünyanın tüm servetleri, o sahih inancın ve şerefli duruşun yanında sönük kalmaya mahkûmdur. Nitekim: “Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bununla ancak onlara dünya hayatında azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını istiyor..” (Tevbe, 55)

Gazze, bize gücün iman ve iradede olduğunu haykırıyor. En kısıtlı imkânlarla dünyanın en teknolojik silahlarla donatılmış işgalci zalimlerine meydan okuyan bu direniş, çağımızın putlaştırdığı teknolojik üstünlük mitini yerle bir etmiştir. Hakiki güç, haklı bir dava uğruna canını feda eden kalplerde gizlidir. Kur’an’ın ifadesiyle: “Nice az topluluklar vardır ki, Allah’ın izniyle çok topluluklara galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 249)

Gazze, bize direnişin bir ibadet olduğunu öğretiyor. Orada sabır, şerefli bir varoluşun adı, imanla örülmüş bir duruştur. Her taş, zalime fırlatılan bir adalet çağrısıdır; her lokma ekmek arayışı, ümmetin ortak vicdanına yazılmış bir duadır; her nefes, imanın ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Gazze’nin dersi açıktır: Mazlumiyet, acizlik değildir asla, direnişi büyüten ilahî bir sebeptir. “Sakın gevşemeyin, üzülmeyin; eğer inanıyorsanız en üstün olan sizsiniz.” (Âl-i İmrân, 139) emr-i ilahisi, Gazze sokaklarında her gün yeniden tecelli ediyor. İzzetli bir halkın kararlılığı, dünyanın en güçlü ordularını ve siyasetlerini aciz bırakıyor. 

Gazze, bize insanlığın ortak vicdanı olduğunu fısıldıyor. O, sadece Müslümanların değil, adalet ve merhamet duygusuna sahip her insanın sınavıdır. Sessiz kalanın, göz yumanın, mazeret üretenin vicdanına ağır bir soru olarak çöker. “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra ateş sizi de yakar.” (Hûd, 113)

Gazze, bize ümmet bilincini yeniden hatırlatıyor. Oradaki her şehit, her yetim canımızın bir parçasıdır. Onların acısı ortak acımız, direnişi ortak şerefimizdir. Ümmet olmak; dua etmek, fiilî destek, siyasette tavır, ekonomide tercih, kalpte yara taşımaktır. Peygamberimiz buyuruyor: “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamet etmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsız olduğunda diğer uzuvlar da uykusuzluk ve ateşle bu acıyı paylaşır.” (Buhârî, Edeb, 27)

Belki de isminin kadimde taşıdığı “hazine” anlamı, ona bir “gaza” nesnesi olarak büyük imtihanlar yaşattı. Krallar, imparatorlar, sözde süper güçler ve şimdilerde siyonistler onu bir ganimet bilip üzerine yürüdü ve fakat tarihin ironisiyle Gazze, artık zulme karşı izzetle direnen, bu uğurda yaralanan ama asla teslim olmayan gazi şehirlerden biri oldu; zira bu kutlu şehir hem üzerine yapılan gazaların yaralarını taşıyor hem de kendi varoluş gazasını vermeye devam ediyor. 

Gazze bizim de vatanımızdır; çünkü vatan yalnızca sınırlarla çizilen coğrafyadan ibaret olmayıp ortak acının, ortak imanın ve ortak umudun yeşerdiği yerdir. Kudüs nasıl yüreğimizin kıblesi ise Gazze de vicdanımızın siperidir. Orada akan kan bizim kardeşliğimizin rengidir, yıkılan evler bizim hanelerimizin duvarıdır, yetim kalan her çocuk bizim evladımızdır. Gazze, ümmetin kalbinde açılmış bir yaradır, ama aynı zamanda direnişin ve umudun yeniden doğduğu bir ana rahmidir. Biz Gazze’ye sırt çevirdiğimizde aslında kendimize sırt çevirmiş oluruz.

Gazze; Bedir’in, Malazgirt’in ve Çanakkale’nin ruhuyla aynı zincirin halkası, ümmetin ve bu asrın Çanakkale’sidir. Anadolu topraklarında emperyalizme karşı verilen mücadele ne ise, bugün Gazze’de sürdürülen direniş odur. Çanakkale’de Gazze’den, Kudüs’ten gelen şehitler nasıl omuz omuza toprağa düştüyse bugün Gazze’nin çocukları da aynı inançla direnmekte ve kardeşlerinden destek beklemektedir. 15 Temmuz gecesi tankların karşısına çıkan irade ile Gazze sokaklarında zulme karşı duran irade, aynı ruhun yansımasıdır. Bu bağ, bize şunu hatırlatır: Gazze’nin yarını, İstanbul’un güvenliğiyle; Kudüs’ün özgürlüğü, ümmetin dirilişiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu son kale ayakta durdukça ümmet ayakta kalacaktır. Bu açıdan Gazze, ümmetin son kalesidir.
Gazze ve Kudüs’ün sesi, Filistin’in kahraman çocuklarının gözlerinde, fedakâr annelerin dualarında, ekranlara sıçrayan şehit kanlarında ve gönlümüze düşen feryatlarda yankılanır. Evet ülkeler, şehirler de konuşur; şehitleriyle, yetimleriyle ve susmayan direnişleriyle bize bir şeyler söyler.

Filistin’de yaşanan acılar, bir yürek yangını olarak düşüyor ajanslara.
 

Acının kalbine ölüm yağdırsa da bombalar, 

kâinat yeni bir güne hazırlanıyor inatla.

Fecir vaktidir ve kutlu bir sancıdır yaşanan, 

mübarek kılınan toprak şehitlerle bereketleniyor, 

nice fidanlar kök salıyor toprağa.

Gözyaşları dua olup perdesiz arşa yükseliyor.

Yeni bir Ömer,

yeni bir Salahaddin

ve yeni bir Abdülhamid bekleniyor.

 

Bir yürüyüş daha başladı şimdi, kutlu bir yürüyüş; 

tünel karanlıklarından aydınlık yarınlara.             

 

Ebabillerin durağı Gazze şimdi, 

gök açtı kapılarını, şehitler kanatlanmış, yükseliyorlar semaya. 

Şimdi Gazze ‘den, şimdi Mescid-i Aksa’dan, 

yayılıyor bütün dünyaya ebabil kuşları.

 

Kudüs bize bir şeyler söylüyor

Yeryüzünde hangi mescit göğe bu kadar yakın

Hangi ana bu kadar çocuk verdi toprağa

Yeryüzünde hangi taş bu kadar değerli Allah aşkına

Hangi çocuk bu kadar Filistin

Bir ülkeyi taşıyor, umudu taşıyor, 

geleceği taşıyor minik ellerinde, cesur bakışlarında

 

Gazze bize bir şeyler söylüyor

Kundakların şahit bebekleriyle

Tanka meydan okuyan eli sapanlı çocuklarıyla

Şehadete ayarlı yiğitleriyle 

ve toprak gibi öylesine sadık, öylesine fedakâr analarıyla

Gazze bize bir şeyler söylüyor

 

Dinle beni ey insan

Duy benim bağrımdan arşa çıkan feryadı

Dünya unutmuşken insanlığını, 

bir ihanet çemberiyle kuşatılmışken kardeş bildiklerimiz

Kimdir bizi aldatan ve kimdir korkak devlerin üstüne yorganlar çeken

Köpekler salınmış da sokaklara, taşları bağlayan kim

Görkemli saraylarında altından işlemeli tahtlar üstünde, 

Üç maymun sûretinde sağır, kör, dilsiz ve yüreksiz seyredenler kim

Küstah kahkahalarla boğmaya koyulmuşlarsa da imanın gür sesini, 

dünyanın sağır kulaklarına inat haykırıyorum işte, haykırıyorum

 

Hangi suçtan, söyleyin hangi suçtan öldü bütün bebekler

Sorulacak hesapların kaydını düştü melekler

Kudüs ve Gazze’nin feryadı, ümmetin vicdanına emanet edilmiş bir davet gibi bizi çağırıyor.

Allah’tan niyazımız odur ki, bu çağrıyı duyacak, buna cevap verecek gücü bize nasip etsin ve bu ruhu kalplerimizde dipdiri kılsın; mazlumların feryadını dindirecek adaleti bizim elimizle tesis etsin, bizi ihya ve inşa yolunun neferleri arasına katsın; zira ümmetin son kalesi ayakta durdukça bütün insanlık için umut ışığı yanmaya devam edecektir.

Ve niyazımız şudur ki: 

Açılsın yeniden göklerin kapıları,

İndir Allah’ım indir, görünmez orduları.

Silinsin gözyaşları mazlumların,

Nusretini esirgeme Allah’ım, çağın ebabillerinden.

Gönder Allah’ım gönder, 

gönder beklenen kahramanları.

Ahmet Türkben

Yorumlar8

  • Ölüm var ölüm 2 gün önce Şikayet Et
    Sözün bittiği yerdeyiz.şimdi barış için savaşmalıyız,başka çaresi yok..korkaklığı bir kenara atmalıyız.cesür olmalıyız
    Cevapla
  • M.T 3 gün önce Şikayet Et
    Biiznillah söylenenlerden alması gerekenler alacaklar nasiplerini.
    Cevapla
  • Yiğit ve korkak 3 gün önce Şikayet Et
    Gazze turnusol kağıdı gibi kimin ne olduğunu kimin kaç gram olduğunu, bebeler öldürülürken hala laf ebeliği yapanları, yiğitleri ve korkakları gösterdi !..
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • Doğruya doğru 3 gün önce Şikayet Et
    Lafla peynir gemisi yürümez demiş atalarımız, yahudi bombaları füzeleri lafla durdurulmaz, bunu bir anlasalar ?!
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • Doğruya Doğru 3 gün önce Şikayet Et
    Görünen cenge hazır değiliz gibi, var bir gariplik, herhalde barut ıslak baksanıza silahlarımız patlamıyor, öyle olmasa Yavuzun Selçuklu Osmanlı torunları böyle bir soykırımda seyretmezdi, abd'den ve silahlarından korkmazdı ?!
    Cevapla Toplam 3 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat