Kelimeler ülkesinden medeniyetin kalbine: ‘Sadece’ girdabından ‘Hem Hem’ ufuklarına

  • GİRİŞ08.09.2025 12:56
  • GÜNCELLEME10.09.2025 09:26

Kelimeler Ülkesinden Medeniyetin Kalbine: 
‘Sadece’ Girdabından ‘Hem Hem’ Ufuklarına

KELİMELER SAHİBİNE GÖRE KOŞAN ATLAR GİBİ

2015 yılının Mart ayında, bir akşamüstü Fındıkzade’deki mütevazı Diriliş Yayınları’nda Üstat Sezai Karakoç’un ziyaretine gitmiştim. Çevresinde halka olmuş gençlerle birlikte onun sözlerini dinlerken bir kelimenin bile dünyayı nasıl parçalayabileceğini ya da nasıl bütünleştirebileceğini ilk kez böylesine derinden hissettim. O akşam Üstat, “sadece” kelimesinin insanı ve ümmeti tabir yerindeyse nasıl sürgün ettiğini, “hem hem” bakışının ise bizi yeniden kendi kalbimize ve medeniyetimizin başkentine döndüreceğini anlatmıştı. 

O akşamın bende bıraktığı iz işte bu yazı oldu. O sohbetten ilhamla kaleme alınan bu satırlar; bir çağrı, bir vefa, bir şahitlik ve bir sorumluluk taşımakla birlikte bize bırakılan bir emaneti omuzlama duasıdır. 

Sürgünlerden başkente, dağınıklıktan bütünlüğe, tefrikadan vahdete, ‘sadece’nin dar hücrelerinden ‘hem hem’in geniş ufuklarına yelken açma çabasıdır. Aynı zamanda, ömrünü İslam’a ve ümmetin dirilişine adamış öncü bir şahsiyete duyulan hürmet ve muhabbetin dili olmayı amaçlamaktadır. Üstadın işaret ettiği yolun izinde önce kalbimizden, sonra kavramlarımızdan, ardından şehirlerimizden başlayarak ümmetin yeniden dirilişine uzanan bir hasreti dile getirmektedir; çünkü her yenilgi, aslında zaferin bir tohumudur ve her sürgün, başkente dönüşün müjdecisi. Mesele, 'sadece'nin girdabına kapılmadan, 'hem hem'in o engin ufuklarını görebilmekte.

HAYATA "SADECE" İLE BAKMAMAK

Kelimeler, sıradan araçlar değil; bakış açımızı, hayat tarzımızı, hatta medeniyetleri şekillendiren kültür kodlarıdır. Sezai Karakoç o sohbetinde:

“Önce inanç ve ahlak deyin; ama sadece inanç demeyin.” diye uyarmış, sonra da eklemişti:

“Sadece inanç diyenler, tarihte engizisyonlarla tahakküm kurdular. Diğerlerini yok saydılar. Sadece inanç demek bir tür ruhbanlaşmadır. Oysa İslam ruhbanlığı reddeder.”

Üstadın “sadece” uyarısı, basit bir kelime tahlilinden ibaret değildi. Hayata ‘sadece’ ile bakmak, bütünü parçalamak; parçalanan her şeyin içinden adaletin çekilmesi demekti. Gönül coğrafyamızda yaşanan yıkımların yalnız dış müdahalelerle değil, içeride büyüyen “sadece” anlayışıyla da ilgili olduğunu söylüyordu; zira hiçbir alan, ekonomi, ırk, siyaset, ya da kültür, tek başına merkeze alınamazdı. Her biri, ötekiyle dengelendiğinde anlamlıydı.

Kapitalizm, komünizm, faşizm ve benzeri ideolojiler, parçayı bütüne dönüştürme iddiasıyla insanı ve toplumsal yapıyı zedeleyen sistemler olarak tarih sahnesinde acı sonuçlar doğurdu. İslam ise inanç merkezli fakat çok boyutlu bir hayatı bizden talep eder; manevi, sosyal, ekonomik ve kültürel yönleriyle bütünüyle kavranmış bir hayatı...

İDEOLOJİLERİN PSİKOLOJİK KÖKLERİ: İLK İSYANDAN GÜNÜMÜZE

Hakikatin yalnızca bir yanını mutlaklaştıran kişi, diğer yanlara körleşir. Böylece hakikati değil, kendi daraltılmış yorumunu merkeze alır. Bu da beraberinde dengesizlik, çatışma ve çürüme getirir. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta vardır: Her ideolojinin arkasında aslında bir psikoloji, bir nefis zaafı vardır. İnsan çoğu zaman fikirlerini saf akıl yürütmeyle değil, duygularının, arzularının, korkularının ve ihtiraslarının etkisiyle şekillendirir.

Tıpkı Hazreti Âdem’e secde emrine karşı çıkan İblis’in isyanında olduğu gibi:

“(Allah buyurdu): Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?”
(İblis) dedi ki: “Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten yarattın, onu ise topraktan.” 
(A‘râf, 12)

İblis, aslında içindeki haset ve kibir zaafına aklî bir bahane bulmuştu. Asıl sebep psikolojikti ve fakat bunu ideolojik bir dille gerekçelendirdi. İşte ideolojilerin çoğu da bu mekanizma ile doğar; nefsanî zaaf, aklî gerekçeye dönüşür.

Onun sözlerinde, yaratıcı olarak Allah’ı kabul ettiği halde emre isyan ederek O’na ortak koşma (şirk) vardı.

“Ateş çamurdan üstündür.” yaklaşımında maddenin maneviyata üstün sayıldığı bir materyalizm vardı.

“Ben ateştenim, o ise topraktan.” iddiasında, ırkçılığın ve üstünlük fikrinin temeli olan bir faşizm vardı.

İlahi vahyi bir kenara bırakıp kendi kıyasına dayanan cevabında vahyi dışlayan felsefî anlayışların tohumu vardı.

Anlaşılan şudur ki insanın içindeki haset, kibir, hırs ve ihtiras, tarih boyunca ideolojilerin zeminini hazırlamış, “sadece”lerle hakikatin bütünlüğünü parçalamıştır. Bu meyanda “İlk ideolog İblis’tir.” demek bu durumu özetleyen bir cümle olabilir; zira o, nefsinin kibir ve kıskançlığını aklî bir bahane ile meşrulaştırmaya çalışmış, emr-i ilahiyi kendi yorumu karşısında değersizleştirmiştir.

İnsanlık tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur:

Sadece inanç diyenler, hakikati tek boyuta indirgedi, ruhbanlıkla toplumları tahakküm altına aldı. İnancı, akıl ve hayatın diğer alanlarından kopardılar, teokratik baskı ortaya çıktı. İnsan, ruhban sınıfının keyfi yorumlarına boyun eğmek zorunda bırakıldı.

Sadece emek diyenler, insanı bütünüyle maddi üretim gücüne hapsetti, maneviyatı, inancı ve ahlakı yok saydı. Böylece sosyalizm adı altında farklı akımlar gelişti, en uç biçiminde ise insanı kolektif bir makinenin dişlisine indirgeyen komünizm ortaya çıktı. Fert silindi, emeğin tek ölçü olduğu bir düzende hür irade ve iman ezildi.

Sadece para diyenler, her şeyin ölçüsünü maddî kazanca bağladı, merhameti boğdu, ahlakı bastırdı. Bunun sonucunda kapitalizm, insanı tüketici ve üretici rolleriyle tanımlayan, adaleti ve merhameti dışlayan bir düzen haline geldi. İktisadî başarı uğruna insanın şerefi feda edildi, ahlak piyasaya kurban edildi. Bugün neo-liberal tüketim kültürüyle insanı bütünüyle pazara esir etti.

Sadece ırk diyenler, insanı doğuştan gelen aidiyetlere mahkûm etti, başkasına hayat hakkı tanımayacak kadar tağutlaştı. Bunun sonucunda faşizm, üstünlük iddiası üzerine kurulu, ayrımcılığı sistemleştiren bir ideolojiye dönüştü. Irkı mutlaklaştıran bu bakış, toplama kamplarını, soykırımları ve savaşları beraberinde getirdi. Aynı şekilde Siyonizm, kendini “seçilmiş ırk” söylemine dayandırarak bir halkın varlığını diğerlerinin yokluğu üzerine kurdu. Filistin’in işgali, sürgünler, zulümler bu anlayışın tarih sahnesindeki tezahürüdür.

Maalesef bu zihniyet, yalnızca bilindik ideolojilerle sınırlı kalmadı. Bugün de farklı kılıklarda karşımıza çıkıyor:

Teknoloji merkezli bakış, insanı bir algoritmaya indirgerken ruhu da makinenin gölgesine hapsetmektedir. İnsanlık, ekranların ve yapay zekânın hükmü altında bir “dijital putçuluk” tehlikesiyle yüz yüzedir.

Haz odaklı yaklaşım, hayatı tüketim kültürüne mahkûm eden bir zihniyete yol açmakta, kalpleri boşaltmaktadır. Reklamlarla, eğlence endüstrisiyle ve sürekli tüketime yönelten mekanizmalarla insan, kendi iç sesini kaybetmektedir. Bu da modern çağın hedonizmini beslemektedir.

Bireysel özgürlük hezeyanı ile sorumluluğu, mensubiyeti ve hakkaniyeti unutturan ideolojiler, insanı köksüzleştirmektedir. Böyle bir anlayışta fert, bireye dönüşür ve “ben”in çıkarına hapsolur; aile, millet, ümmet ve insanlık için taşıdığı yükümlülükleri terk eder. Sonuç, özgürlük görüntüsü altında bir köksüzlük ve anlamsızlık sürgünüdür.

Hayatı yalnızca dünyadaki ömürden ibaret görenler, onu gelip geçici zevklere ve maddî menfaatlere indirgemektedir. Ahireti unutan bu bakış, insanı kalıcı olana değil, geçici olana bağlar. Böylece ebedî hakikatin yerine fâni olanı koyar, sonuç ise dünyevileşme sürgünüdür.

Aslında hepsi aynı kökten beslenir; insanın nefsî zaaflarını merkeze alması.

Haset, kibir, hırs, ihtiras, tamah ve riya; farklı çağlarda farklı kılıklara bürünse de sonuç değişmez: Bütünlük kaybolur, adalet çekilir, insan sürgüne düşer

“HEM HEM” UFKU İLE İTİDAL VE İSTİKAMET ÜZERE OLMAK

İslam, insana nefsin dar kalıplarını aşmayı öğretir. İnsanı tek boyutlu “sadece”lerin kıskacından çıkarır hem aklı hem kalbi hem maddeyi hem manayı hem dünyayı hem ahireti birlikte kuşanmayı teklif eder.

İslam’ın yol haritası parçalama değil, altın oranda denge ve bütünlük üzerine kuruludur. Bu doğrultuda “sadece”nin insanı nasıl girdaplara sürüklediğini ve “hem hem”in hangi ufukları açtığını görmek gerekir; zira tarih boyunca pek çok sürgünün kaynağı “sadece” olmuş, dirilişlerin anahtarı ise “hem hem” olmuştur.

İslam, hayata “hem hem” ile bakmayı öğretir. 

Hem inanç hem ahlak,

Hem emek hem para,

Hem hürriyet hem sorumluluk,

Hem Kur’an hem sünnet,

Hem biz hem onlar…

Bu bakış, parçaları mutlaklaştıran dar anlayışları değil, bütünün ahengini gözeten itidali esas alır.

İtidal, aşırılıktan uzak durmak; ne çok fazla ne çok az, tam gerektiği kadar olmak, orta halde bulunmak, ölçülülük içinde hareket etmektir. Hakikatin terazisi ancak bu itidal ile kurulabilir.

Bu bütünlük gözetildiğinde insan da toplumsal yapı da adalet terazisinde dengelenebilir. İtidal, “orta yol” olmanın yanı sıra her parçaya hakkını verip onu bütünün ruhuna bağlayan denge demektir. Ancak itidalin bir istinatgâha, yani ilahî bir temele dayanması gerekir. Bu istinatgâh, istikamettir. İstikamet; Allah’ın emrettiği şekilde hareket etmek, tâat ve ibadetleri eda edip yasaklardan uzak durmak, kısacası sırat-ı müstakim üzere bulunmaktır. İtidal, hakikat yolunun dengesi; istikamet ise bu yolun doğruluğu ve devamlılığıdır.

Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta vardır: Bazı kavramlara ve değerlere “önce” demek yanlış değildir; zira öncelik vermek, diğerlerini dışlamak değil; bütünün inşasında temel taşı belirlemektir. İman ve ahlak elbette “önce”dir; çünkü bütün alanların mayasıdır. İlim, sanat, siyaset ve kültür ise “hem hem”dir; çünkü bu temel üzerinde yükselen dallardır. Dolayısıyla “önce” demek daraltıcı değil, sıralayıcı ve düzenleyici bir tavırdır. Yanlış olan, bu “önce”yi mutlaklaştırıp diğer alanları görmezden gelmektir. Hakikatin ölçüsü, önceliği koruyarak bütünlüğü gözetmektir.

Bugün ümmetin bağrında açılan yaraların çoğu da bu iki temel ilkenin kaybından kaynaklanmaktadır. Tefrikayı körükleyen zihniyetler, farklı kılıklar altında hep aynı daraltıcı “sadece”ye saplanmaktadır.

“Sadece Kur’an” anlayışıyla sünneti dışlayanlar, aslında Kur’an’ın bizzat emrettiği Peygamber örnekliğini yok saymaktadırlar. Kitabı bağlamından kopararak aklî ve nefsani yoruma indirgemekte, ayetleri yaşayan bir hayatın rehberliğinden uzaklaştırmaktadır.

‘Sadece cihat’ anlayışıyla hayatın diğer alanlarını sağır kesilenler; hikmeti, sanatı, ahlakı ve hukuku geri plana iterek İslam’ı daraltmaktadırlar. Cihadı hakikî manasından koparıp yalnızca savaşla özdeşleştirmektedirler. Hâlbuki cihat; yeryüzünde iyiliğin hâkim olması, kötülüğün ortadan kalkması ve kul ile Allah arasına giren engellerin kaldırılması için gösterilen gayretlerin ortak adıdır

“Sadece bilim” yaklaşımıyla hakikati laboratuvar deneylerine hapsedenler, insanı ruhsuz bir varlığa indirgemektedirler. Halbuki ilim, hikmetle ve imanla bütünleştiğinde anlamlıdır; tek başına mutlaklaştırıldığında ise modern putçuluğa dönüşür.

“Sadece zikir” iddiasıyla bütün diğer sorumluluklardan kaçanlar, dini hayattan koparmakta; ahlak, ilim, teknik, mücadele ve yeryüzünün imarının gereğini ihmal etmektedirler. Halbuki zikir, belirli usûllere uyarak Allah’ın isimlerini söylemek sûretiyle yapılan bir ibadet olmanın yanı sıra hayatın her anında ve her alanda Allah’ı anmak ve O’nun rızasına uygun şekilde yaşamaktır. 

“Sadece biz” davasıyla aidiyetleri daraltanlar, ümmeti kendi hizbine sıkıştırmakta; başkalarını ötekileştirerek birliği parçalamaktadır. Gücü ele geçirince makamı meşruiyetle değil, mensubiyetle dağıtan, her yolu mubah gören bu anlayış, ümmetin iç yaralarını daha da derinleştirmektedir.

Tüm bu örnekler, “sadece”nin farklı kılıklarda zuhur edişidir.

Hakikatin yolu, ifrat ve tefritin her tür aşırılığından uzak durarak itidal ve istikameti gözetmekten geçer.

DÖRT BAKIŞ AÇISI: TAASSUPTAN KÖKSÜZLÜĞE, DENGEDEN DİRİLİŞE

Üstadın “sadece” ve “hem hem” ayrımı, hayatı anlamak için dört temel bakış açısını önümüze koyar. Bu ayrımı, Mevlânâ ve Mimar Sinan’ın işaret ettiği pergel metaforu üzerinden daha da derinleştirebiliriz. Bilindiği üzere pergel, daire çizmek veya ölçü almak için kullanılan, üç temel parçadan oluşan bir alettir. İğneli ayak sabitlenerek dairenin merkezini oluşturur, hareketli ayak ise kalem ya da uçla çizim yapar. Bu iki ayağı birleştiren başlık kısmı, pergelin açısını ayarlamayı ve düzgün hareket etmesini sağlar. Bu fiziksel yapısı, pergelin aynı zamanda fikrî ve ahlaki bir dengeyi temsil etmesine imkân tanır.

Pergelin İki Ayağını da Sabitlemek: Taassup ve Fanatizm

Pergelin hem sabit hem hareketli ayağı donmuş, kilitlenmiştir. Kişi, kendi doğrusunu mutlaklaştırmış; yeniliğe, farklı olana, değişime kapılarını kapatmıştır. Bu sabitlik, korkunun ürettiği bir katılıktır ve “sadece”nin en sert halidir.

“Sadece benim yolum, sadece benim kavmim, sadece benim cemaatim…” diyen anlayış, ümmeti parçalayan bu dar çerçeveden beslenir. Tarihte ruhbanlaşmayı doğuran zihniyet ya da fanatizme, faşizme ve siyonizme sürükleyen ırkçılık, bu kategoriye örnektir.

Pergelin İki Ayağını Kaygan Zeminde Gezdirmek: Köksüzlük ve Kimliksizlik

Pergelin hiçbir ayağı sabit değildir; her iki ayak da amaçsızca savrulur. İnançsız, aidiyetsiz, köksüz bir varoluş… Bu, modern insanın trajedisidir.

‘Her şey olabilir, her yol mubah’ anlayışıyla popüler kültürün rüzgârında savrulan; inancı, kültürü ve siyaseti geçici bir tüketim nesnesine dönüştüren kimliksizliktir. Sürekli değişim içindedir; ama bu değişim, savrulmadan başka bir şey değildir. 

Pergelin Ayağını Sahte Merkezlere Sabitlemek: Sapma ve Yabancılaşma

En aldatıcı olanı budur. Pergelin iğnesi, iman, ahlak ve vatan gibi hakiki sabitelerden koparılır; başka ülkelerin, ideolojilerin ya da çıkarların merkezine saplanır. Böylece kendi öz değerlerinden uzaklaşan kişi ya da toplum, yabancı bir eksenin çevresinde dönmeye başlar.

Oysa yabancı bir merkeze yaslanan her hareket, bağımsızlık görüntüsü verse de esaretin çizdiği dairenin içinde kalır. Bu daire, sahte bir istikrarı temsil eder. Kişi ya da cemiyet, sağlam bir merkezde olduğunu zannederken aslında kendi köklerinden kopar, kendi öz vatanından uzaklaşır.

Bu hal, en derin sürgündür: bedenen memleketinde yaşasa bile zihnen ve ruhen başka merkezlerin etrafında dönüp durmak. Yabancılaşmanın en acı boyutu da budur; insan, kendine ait olmayan dairelerde dolaşırken kendi hakikatine karşı körleşir, kendi yurdunu sürgün ülke hâline getirir.

Pergelin Bir Ayağı Kendi Köklerinde, Diğeri Ufuklarda: Denge ve Diriliş

İdeal olan budur.

Pergelin iğneli ayağı, hakiki ve ebedî değerlerde sabittir: inanç, ahlak, vatan, millî ve manevî kökler… Bu sabit nokta, insanın hem kimliğini hem de istikametini belirler.
Hareketli ayak ise buradan güç alarak ufuklara açılır: ilim, sanat, teknoloji, insanlığın ortak birikimi… Böylece kökten beslenen ama ufuklara yönelen bir denge oluşur.
Asıl önemlisi, pergeli yöneten tepedeki akıl, şuur ve niyettir. İmanla, hikmetle, vicdanla beslenen bu üst irade, sabit ve hareketli ayağın uyumunu sağlar; kökten kopmadan yenilik, katılaşmadan gelişim, daralmadan genişleme imkânı doğar.

İşte “Önce ve Hem Hem” bilinci tam da budur:

Köksüz bir savrulmaya sürüklemez,

Hareketsiz bir katılıkta dondurmaz,

Sahte merkezlerin esaretine mahkûm etmez…

Bilakis, hakiki kökten beslenen, hikmetle dengelenen, diriliş ufuklarına açılan bir bütünlük çemberidir. Bu çember, insanın kendi özünü muhafaza ederek medeniyetle dünyaya söz söylemesinin hem köklerine bağlı hem de ufuklara açık yaşamasının adıdır.

BÜTÜNÜN AHENGİ: İNANÇ MERKEZLİ, ÇOK BOYUTLU BİR HAYAT

Sezai Karakoç’un şu sözü aslında bir medeniyet haritasıdır:

“Bir hareket; önce inanç, ahlak, sonra ilim, tarih, kültür, sanat, siyaset, millet, ümmet… bir bütünün parçası olarak hepsiyle birlikte var olmalı ve çağa mesajını bu bütünlük içinde sunmalıdır.”

Bu bakış açısı, parçalanmış bir varoluşun diriliş getiremeyeceğini söyler. İnanç ve ahlak temeli olmadan kurulan yapılar yıkılır; fakat yalnızca inançla yetinip ilmi, sanatı, siyaseti ve kültürü dışarıda bırakan anlayış da köksüz kalır.

Diriliş; ahlakın yanında ilmin, sanatın, tekniğin, siyasetin ve ümmet bilincinin aynı çatı altında buluşmasıyla mümkündür. Tarih de bunu doğrular: İslam medeniyetinin en güçlü dönemleri, ilim, sanat, siyaset, ahlak ve kültürün birlikte yükseldiği çağlardır. Çöküşler ise daima bir parçayı mutlaklaştırmanın ve diğerlerini ihmal etmenin sonucudur.

LÂ SÜPÜRGESİYLE YOLLAR SÜPÜRÜLMEDEN İLLÂ SARAYINA VARILAMAZ

Sohbet hikmet dolu sözlerle devam ediyordu. Üstadın sözleri, bütün bir medeniyet yürüyüşünün başlangıç noktası gibiydi:

“Önce putları devir; Lâ süpürgesiyle yolları süpürmeden illâ sarayına varamazsın.”

Buradaki uyarı, İslam’ın temel prensibi olan nefy ve ispat ilkesini hatırlatır. Önce “lâ ilâhe” diyerek bâtılı reddetmek, putları devirmek, sahte olanı silmek gerekir ki; ardından “illâllah” diyerek hakikat tesis edilebilsin. Aslında burada “sadece”nin de hakiki yeri ortaya çıkar. Yanlış olan, onu aidiyetlere, ideolojilere veya nefsin dar bakışlarına hapsetmektir. Hakikatte “sadece”nin yerini bulduğu tek alan tevhidin özüdür: Lâ ilâhe illâllah, Allah’tan başka ilah yok, sadece Allah var.

Buradaki “lâ”, bütün sahte ilahları, bâtıl değerleri ve yanlış merkezleri reddeder.
Buradaki “illâ”, sadece Allah’ın mutlak varlığını ve hâkimiyetini ilan eder. Bu anlamda batıl olan her şeyi zihinlerden, gönüllerden ve hayattan temizledikten sonra hakikatin tekliğini vurgulayan bir kelimedir. 

Önce yolun üzerindeki taşlar kaldırılır, engeller temizlenir, kalpte ve toplumda yanlış olan sökülüp atılır; ancak o zaman hakikatin fidanı kök salabilir. Bu sebeple Üstadın “Lâ süpürgesi” dediği şey, bir arınma, tasfiye ve ıslah hareketidir.

Mecelle’ de kaidedir: “Def-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır.” Yani zararı gidermek, faydayı elde etmekten önce gelir.

Ehl-i irfanın “Nefy ü isbât” diye adlandırdığı ve asırlardır uygulageldiği kelime-i tevhid zikri de aynı hakikati hedefler. Bu zikrin “lâ ilâhe” kısmı, insanı Allah’tan uzaklaştıran her şeyi, mâsivâyı, sahte putları, yanlış bağları, gönülden kovmaktır. “illâllah” kısmı ise, kulluğu yalnız ve yalnız Allah Teâlâ’ya tahsis etmektir yani nefy, bâtılın tasfiyesidir; ispat ise hakikatin kalpte ve hayatta inşasıdır.

Tasfiye ya da ıslah olmadan ihya, ihya olmadan da inşa mümkün değildir.

Zihniyetteki inkılaba tarihin şahit olduğu en güçlü örneklerden biri, Hazreti İbrahim’in putları kırışıdır. Onun baltası, yalnız taş ve tahtadan oyulmuş heykelleri değil, insana kendi elleriyle ürettiği sahte ilahları da yıkmayı simgeler. O’nun örnekliği bize gösterir ki putlar yalnız dışımızda değil, içimizdedir. Asıl mücadele, insanın kendi zihnini ve gönlünü istila eden putları devirmesidir.

Şairane bir haykırış bunu dile getirir:

“İbrahim

içimdeki putları devir

elindeki baltayla

kırılan putların yerine

yenilerini koyan kim?!”

Buradaki “putlar” yalnızca taş ya da tahtadan yapılmış nesneler değildir. Onlar:

Zihnimizde mutlaklaştırdığımız yanlış anlayışlar,

Sahte değerler,

Modern çağın ideolojileri ve “sadece”nin daraltıcı, körleştirici bakış açılarıdır.
Onlar kırılmadan, yollar süpürülmeden hakikatin sarayına varmak mümkün değildir; çünkü yanlış ayakta kaldıkça, doğru kendine yer bulamaz.

Bizim görevimiz evvela “lâ” demektir: yanlışı reddetmek, kiri temizlemek, sahte olana yüz çevirmek.

Üstadın hatırlattığı gibi, bizler asırlardır tecrübelerle yoğrulmuş, insanlığı huzura taşımış bir medeniyetin çocuklarıyız. Bu mirası sahiplenmek, bugün bize yüklenmiş tarihî bir sorumluluktur.

O halde yapılması gereken:

Zihnimizde ve hayatımızda sahte putların hâkimiyetini kırmak; ardından iman, ahlak, ilim, sanat, siyaset ve cihadla hakikatin bütününü yeniden ayağa kaldırmaktır. Diriliş, işte bu tasfiye ve ikame; ıslah, ihya ve inşa hareketinin beraber yürütülmesidir.

KURTULUŞ REÇETESİ: ÖNCE KENDİ İÇİMİZE BAKMAK

Üstadın sözleri, gönül coğrafyamızın yaralarını sarmaya vesile olacak ümmet bilincini yeniden diriltmeye çağıran bir medeniyet reçetesiydi.

“Bizim kurtuluş reçetemiz, İslam âleminin kurtuluş reçetesidir. Biz ya onlarla birlikte var olacağız ya da onlarla birlikte yok olacağız.”

Bu cümle, bizi sarsarak uyandırır, dar kişisel menfaatlerden, kavmiyetçi kaygılardan ve yerel hesaplardan kurtulmamız gerektiğini açıkça ortaya koyar; zira İslam dünyasının derdi ortaktır, ortak bir yaranın merhemi de ancak ortak bir şuurla hazırlanabilir.

Bir yerde akan kan, başka yerdeki huzurun kefareti olamaz. Gazze’de arşa yükselen feryat, Saraybosna’nın sessizliğinde yankılanır. Bir şehirde yıkılan bir mescidin enkazı, başka bir şehirde yükselen gökdelenlerle telafi edilemez. Mekke, Kudüs, İstanbul, Şam, Kahire... Bu şehirlerin kaderi birbirine değmeden hiçbir Müslüman selamette olamaz.

Türkiye’nin kaderi, ümmetin kaderinden ayrı düşünülemez; ancak bu diriliş hamlesi; siyasal, ekonomik ya da sosyal alanlardan önce zihnî bir inkılapla, kelimelerimize, kavramlarımıza, bakış açımıza nüfuz eden bir değişimle başlamalıdır. Zihnimizi sömürgeci bakışlardan, nefsimizi kibirli yalnızlıklardan, dilimizi parçalayarak yutan sloganlardan arındırmalıyız.

Kurtuluş, başkasında aranmaz; içimize bakmakla başlar. Cama değil, aynaya bakmaktır; yani kendi vicdanımızla yüzleşmektir. Ezberin ötesine geçip tefekküre varabilmektir. Hesap yapmak yerine muhasebe bilinciyle derinleşmektir. Salt bilgiyle yetinmeyip hikmete ulaşma çabasıdır. Hakikatle yüzleşmeden birlik sağlanmaz, tevazu mayasıyla yoğrulmadan kardeşlik binası kurulmaz.

Üstadın çağrısı, her döneme hitap eden bir varoluş çağrısıdır: Önce kendin ol, sonra millet ve ümmet ol, ancak o zaman insanlık için umut olabilirsin. 

İnsan merkezli düşünmek, çağımızın en temel meselesidir. Sınırlar, pasaportlar, vizeler… Bunların ötesinde insanın fıtrî değerleri vardır. Hakikî diriliş, kalpte başlar, oradan topluma, insanlığa ve çağlara yayılır.

Üstadın çağrısı bu sebeple kişisel boyutu da içerir:

“Kendi içindekini keşfet, onu açığa çıkar, bir hareket başlat.”

Her fert, önce kendi zihninde ve kalbinde bir diriliş yaşamalıdır; çünkü içte uyanış olmadan dışta dönüşüm olmaz. Elindekinin kıymetini bilmek, geçmişin mirasını doğru okumak; ama bununla böbürlenmemek, başkasını asla küçümsememek, kendi hakikatiyle barışırken kardeşlerinin değerine de hürmet etmek… İşte bu, “hem hem” ahlakıdır.

Diriliş, böylelikle fertten topluma, içeriden dışarıya, zihinden zamana ve zemine doğru dalga dalga yayılır. Önce kavramlarımızı, sonra düşünce iklimimizi, ardından toplumsal yapıyı ve nihayet ümmetin ufkunu yeniden inşa eder.

BAŞKENTLER BAŞKENTİ: İSTANBUL’UN LİYAKATİ

Sohbetin sonunda, Üstat Sezai Karakoç’a şöyle bir soru yöneltmiştim:

“Üstadım, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine şiiri için sizlere öncelikle şükranlarımı sunuyorum. Herkes tarafından beğeniyle okunuyor ve gönüllerde makes buluyor; ancak  çoğu insan bu şiiri naat, bazıları da münacat olarak anlıyor. Bu şiir naat mı münacat mı yoksa?..”

Tebessüm ederek bana şu cevabı vermişti:

“Sürgün Ülke dediğim İslam âlemidir. Başkentler başkenti dediğim ise İstanbul. Ne zaman ki sürgünde yaşayan İslam ülkeleri İstanbul’la yeniden bağını kurarsa, işte o zaman ümmetin problemleri çözülecektir; ama bunun için İstanbul’un eski günlerindeki gibi sorumluluk taşıyacak bir liyakate ulaşması gerekir. Benim bu şiirim, Esir Kent’ten Öz Ülke’ye şiirimle de irtibatlıdır; biri anlaşılmadan diğeri tam olarak anlaşılamaz.”

Nitekim Üstat, Hatıralar kitabında da İstanbul’dan ayrı kaldığı ve Ankara’da mahzun yaşadığı dönemleri sürgün gibi hissettiğini, bu duyguyu Zamana Adanmış Sözler’deki şiirlerle dile getirdiğini anlatır. Orada da bunu açıklar: Birinci bölüm “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”dir. Bu bölümde İslam âlemi sürgün ülke; İstanbul ise başkentler başkenti olarak tanımlanır. İkinci bölüm “Esir Kentten Öz Ülke’ye”dir. Burada İstanbul esir kent, İslam âlemi ise öz ülke olarak sembolleştirilir.

Sezai Karakoç, İstanbul’u ümmetin kalbi ve ruhu olarak görmemizi ister. Onun için İstanbul, bir şehir olmanın çok ötesinde sürgün gönüllerin kavuşma adresi, dağılmış ümmetin toparlanma merkezidir. Başkentler başkenti olmak, tarihî bir unvandan öte taşınması gereken ağır bir sorumluluktur.

SÜRGÜNÜN ANLAMI, BAŞKENTE DÖNÜŞÜN MÜJDESİ

Üstadın işaret ettiği “sürgün”, yalnızca coğrafî bir ayrılık ya da vatan hasreti değildir. Sadece kelimesine yaptığı vurgudan da hareketle asıl sürgün, insanın zihninde ve kalbinde başlar. Ümmetin bir kısmı zenginliğin girdabında savrulmuş, bir kısmı yoksulluğun zincirine vurulmuş; kimi ideolojilerin, kimi “sadece”lerin esiri olmuştur.
Sürgün ülke, işte bu parçalanmışlığın ve dağınıklığın adıdır.

Bugün Gazze’nin çocukları, Şam’ın yıkılmış evleri, Bağdat’ın işgal görmüş sokakları hep bu sürgünün yankılarıdır; ama sürgün yalnızca oralarda değildir; İstanbul’un yorgun sokaklarında, kalabalık caddelerinde, gönlünü kaybetmiş nesillerin ruhunda da aynı sürgün yaşanmaktadır. İşte burada Başkentler Başkenti devreye girer. Başkent, dağılmış gönüllerin toplandığı, ümmetin yeniden özüne kavuştuğu yerdir. İstanbul’un başkentliği, imparatorluk mirasının gölgesinde adalet, ahlak, merhamet, ilim ve sanatın birleştiği bir merkez olma sorumluluğudur.

ESİR KENTİN İÇ MANZARASI ve BAŞKENTE AÇILAN YOL

“Güller ezildi aynalarsa devrildi

Ne anne ne sevgili ne gül kaldı ne ayna” 

mısralarıyla hüznünü dile getiriyordu Üstat Sezai Karakoç. İnsan, en sahici yansımalarından koparılmış, güzelliklerinden mahrum bırakılmıştı. Esir kent, “sadece”lerin ördüğü görünmez prangaların adıydı.

Bu şehirde anne susmuş, sevgili kaybolmuş, gül ve ayna kırılmıştı. Hayatı anlamlı kılan bütün semboller paramparça olmuştu; çünkü bir şey mutlaklaştırıldığında diğer her şey kurur; hayatın renkleri solar. İşte bu yüzden “sadece” girdabı, sürgünün kendisidir; ama karanlığın en koyu anında bile umut kıvılcımları sönmedi; çünkü “sadece”nin gölgelediği hayata karşılık, “hem hem” ufku vardı: hem hayata hem ölüme hakkını veren; hem sevince hem kedere adaletle bakan bir diriliş bakışı… Bu ufuk, öz ülkenin kapısını aralıyordu.

“Uzatma dünya sürgünümü benim” diye yakarıyordu; çünkü sürgün, bir mekân kaybı olmaktan ziyade kalbin sürgün edilmesiydi. Bu sürgün, “hem hem” ufkuna dönerek bitecekti ve “yenilgi yenilgi büyüyen zafer” de bu dönüşün, bu bütünlüğün müjdesiydi.

Bugün bizler, esir kentin karanlığında aynalarını yitirmiş, güllerini soldurmuş bir ümmetin çocuklarıyız. “Sadece”lerin dar hücrelerinde nefes almaya çalışıyor, hakikati parçalanmış aynalardan seyrediyoruz. Oysa Üstadın işaret ettiği yol açıktır: sürgünden çıkış, “hem hem” bilincini kuşanmakla mümkündür.

Bize düşen; inancı, ahlakı, ilmi, kültürü ve siyaseti altın oranda dengeyle yeniden kurmak; 

İstanbul’u yalnızca dünyanın en güzel şehirlerinden biri olarak değil, bir diriliş ülküsü olarak kuşanmak, kendi etki ve yetki alanlarımızda üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmektir.  

Mezarlardan bile bahar fışkırıyorsa, küllerimizden de bir hisar elbette yükselecektir.  Bu milletin ve bu ümmetin kalbi henüz atmaktan vazgeçmedi; sadece küllerin altına gizlenmiş nefesini arıyor.

Üstadın söylediği gibi, sürgünden başkente dönüş, ümmetin yeniden dirilişidir. Bu dönüş; imanla, ahlakla, ilimle, teknolojiyle, sanatla… gerçekleşecektir. Türkiye’nin her şehri kendi payına düşeni yapacaktır ve fakat dirilişin otağı İstanbul’da kurulacaktır; çünkü İstanbul, ümmetin hem kalbi hem aklı, hem hatırası hem geleceğidir. Bu bakış bize şunu fısıldar:

Dirilişin anahtarı İstanbul’dadır. Kudüs’ün, Gazze’nin, Şam’ın, Doğu Türkistan’ın, Arakan’ın, Afrika’nın ve tüm mazlum coğrafyaların yaraları, ancak İstanbul’un dirilişiyle sarılabilir; çünkü İstanbul, ümmetin kalbi, hafızası ve vicdanıdır. Bu şehir; asırlar boyunca farklı dilleri ve kültürleri, İslam’ın ilim ve irfan terazisinde buluşturmuş; adalet ve merhamet bu merkezden dünyaya yayılmıştır. Medrese ve mektepleriyle akla yön veren hikmet, çarşısıyla ahlaklı ticaret, minareleriyle şehri saran ezanları ve meydanlarıyla direnişin ve dirilişin merkezi olmuştur.

Bugün ümmetin dağınık iradesi, yeniden bu şehirde toplanabilir; ancak bunun için İstanbul’un, yeniden bir medeniyet merkezi, bir diriliş başkenti olması gerekir. Bu ise fiziki yapılarla, büyük projelerle, sembollerle değil asla; erdemli insanların şuuru, ahlakı, adanmışlığı ve çalışkanlığı ile mümkün olacaktır. İstanbul’un dirilişi, milletimizin dirilişine bağlıdır. Evet bu diriliş; imanla yoğrulmuş bir idrak, sorumluluk bilinciyle örülmüş bir irade ve ortak kader duygusuyla birleşmiş bir vicdan ile gerçekleşebilir. 

BEYANDA SİHİR ETKİSİ VARDIR, ŞİİRDE İSE HİKMET… 

Kelimeler aklı ikna eder, şiir ise kalbe dokunur ve duyguları yönlendirir. Üstat Sezai Karakoç, on yıl önce nasiplendiğim sohbetinde dile getirdiği ve eserlerinde kaleme aldığı fikirlerini kavramlarla düşünceye, mısralarla ise gönüllere mühürlemişti. Şahsiyeti ve erdemli duruşu, kaleminin çok ötesinde bir diriliş çağrısı gibi zihinlerde ve yüreklerde yaşamaya devam etmektedir. Metnin fazla uzamasını istemediğimden şiirden uzun alıntılara girmedim; ama son bölümünü aktarmadan bu satırları tamamlayamazdım.

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır

Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

Aşk celladından ne çıkar mademki yâr vardır

Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır

 

Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

 

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

 

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Sezai Karakoç’un sürgün ülkenin başkente, esir kentin ise öz ülkeye dönüşünün habercisi olan bu mısraları; bir dua, bir sevda ve bir muştu olarak anlaşılmalıdır. Onun kelimeler ülkesinin zenginliklerinden nasiplenme niyazıyla diyebiliriz ki: Sözlerin en güzeli, dua makamında söylenendir.

Allah’ım,

lutfet ki sürgün ülkeler başkentler başkentimize, esir kentimiz öz ülkesine yeniden kavuşsun.

Küllerimizden hisarlar, kalplerimizden merhamet çınarları yükselsin.
Yenilgilerimizden büyüyen zaferlere, gecelerimizden doğan aydınlık sabahlara, mezarlarımızdan filizlenen baharlara bizi ulaştır.

Göğsümüzde sürgünümüzü geri çağıran damarı canlandır, sırların sırrına erdirecek anahtarı elimizden düşürme.

Her dem yeniden diriliş muştusunu taşıyan o müjdeci kuşların haberini duyur bize.  Sevdiklerini yâr et bize Allah’ım, tevfîkini refik eyle ve hakkımızdaki muradını gerçekleştirmeye bizi muvaffak eyle.  

Allah’ım,
Bu asrın öncülerinden olan diriliş şairimiz, mütefekkirimiz ve medeniyetimizin hakiki ve yerli sesi olan Sezai Karakoç’u rahmetinle kuşat, bıraktığı mirası milletimizin ve ümmetimizin dirilişine vesile kıl. 


Ahmet Türkben

 

Yorumlar10

  • Kosovalı 2 gün önce Şikayet Et
    Allah razı olsun hocam, yüreğinize sağlık
    Cevapla
  • Fahri T. 2 gün önce Şikayet Et
    Kıymetli hocam yüreğinize, kaleminize sağlık.
    Cevapla
  • Ağacan 3 gün önce Şikayet Et
    AMİN AMİN AMİN. Emeğinize sağılık Sayın Hocam
    Cevapla
  • Cevizci 3 gün önce Şikayet Et
    Aminn.
    Cevapla
  • İsmail ÇAKIR 3 gün önce Şikayet Et
    Diriliş muştusunun bilgi hazinesini arzı endam eylemişsiniz. Üstadlar hep vardı ve varolmaya da devam edecekler izn_i ilahiyle. Haberdar eylediniz bizleri, huzur_u yola gark eylediniz, nasibdar olmak temennisiyle hürmetlerimi arz ediyorum.
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat