Bir gül yetiştirmek: Kur’an’ın ışığında insanın eğitimi

  • GİRİŞ22.09.2025 10:57
  • GÜNCELLEME22.09.2025 11:06

90’lı yılların başıydı; ufkumuzu açan, şuur kazandıran, gönlümüzün ve zihnimizin sınırlarını genişleten eserlerle tanıştığımız bereket yüklü o yıllar… Necip Fazıl’ın Çile’sinden ezberlediğimiz şiirlerle bir sevdaya tutulduğumuz, tefekkürün enginliklerine açıldığımız; Sezai Karakoç’un Diriliş mefkûresiyle medeniyetimizin köklerine yeniden can veren sese kulak verdiğimiz; İsmet Özel’in Üç Mesele’siyle modern dünyanın karşısına Müslümanca bir bilinçle meydan okumayı ve hakikat arayışının çetin sorularıyla yüzleşmeyi öğrendiğimiz; Muallim Mahir İz, Celâlettin Ökten, Nurettin Topçu, Hasan el-Bennâ ve Şeyh Ahmet Yasin’in örneklikleriyle de öğretmenliğin toplumları derinden etkileme gücünü fark ettiğimiz zamanlardı. “Yedi güzel adam”ın her biri, fikir ve şiirleriyle düşünce dünyamıza yön veren birer kılavuz gibiydi. İşte o isimlerden ikisi merhum Rasim Özdenören ve Erdem Bayazıt idi. Rasim Bey’in; “Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler” başta olmak üzere kaleme aldığı her eser, zihnimizin toprağına atılmış birer tohum misaliydi. Bu tohumların filizlenmesiyle düşünce dünyamız yavaş yavaş mayalandı, hayata bakışımız derinleşti, bize kendimizi ve asli vazifemizi hatırlattı. Onun “Gül Yetiştiren Adam” kitabı ise, zihnimde ve yüreğimde hep “güzel insanlar yetiştirmek” idealiyle özdeşleşti. O andan itibaren kendimi, gül yetiştiren adamların ferahlatıcı gölgesinden nasiplenmeye ve hayat yolculuğumda muhatap olduğum her insana, emanet edilen her öğrenciye, dokunduğum her gönüle; gülün zarafetini, inceliğini ve deruni hassasiyetini taşımaya adanmış bir misyona yakın hissettim. Şair Erdem Bayazıt’ın ise mısraları bu misyonu yüklenmeye talip olanlara hitap ediyordu:

“Şimdi siz taşıyorsunuz müjdenin kurşun yükünü
Çatlayacak yalanın çelik kabuğu
Sizin bahçenizde büyüyecek
İmanın güneş yüzlü çocuğu.” 

Ümmi Sinan’ın dizelerinde dile gelen ideale sevdalanmıştım: “Gül alınıp gül satılan, gülden terazi tutulan, gülün gül ile tartıldığı, çarşı pazarı gül olan” bir hayat anlayışı… Ne acıdır ki, o günden bugüne yıllardır çarşı pazarı dikenler sarmış, güllerin yerini suskun ve yaralı kalpler almış durumda. İçinden geçtiğimiz çağın ateşleri altında yanmakta olan bu dünyanın, yeniden bir gül bahçesine dönüşebilmesi için, gül yetiştiren adamların adanmışlığına, sabırlı ve şefkatli gönüllerine, ilim ve irfan yüklü nefeslerine her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuza tüm benliğimle inandım.

Bu kişisel ve manevi yolculuk, eğitim tasavvuruma sarsılmaz bir mihver kazandırdı: İnsan yetiştirmek bir nevi bahçe işçiliğidir, öğretmenlik de bu bahçenin emektar bahçıvanlığı; sabırla, şefkatle, hikmetle, derin bir sorumluluk bilinci ve disiplinle yürütülen bir ihya ve inşa faaliyeti. Bahçede her gülün rengi, kokusu, açma zamanı farklıdır; tıpkı her insanın mizacı ve istidadının farklı oluşu gibi. Bu bağlamda gerçek eğitim de tek tip, standart, soğuk bir kalıba sıkıştırılmış bir bilgi aktarımından öte bir ruhu, bir karakteri, bir kimliği ilmek ilmek dokuyan, sabırla işleyen kadim bir insanlık sanatıdır.  

• KÂİNATIN DİLİ, EĞİTİMİN DE DİLİDİR

Kur’an-ı Kerim, yağmurdan toprağa, kökten dala uzanan tabiat tasvirleriyle insanın eğitimine dair en anlaşılır ve sarsıcı mesajları önümüze serer. Kâinatın dili, eğitimin de dilidir; çünkü kâinat (âlem-i kübra) büyük bir kitaptır, insan (âlem-i suğra) ise onun küçük bir nüshası ve özeti gibidir. Ehl-i irfanın ifadesiyle: “Kâinat büyük bir insandır; insan ise küçük bir kâinattır.” Büyük kitap olan kâinatta yazılı her hakikat, küçük kitap olan insanın ruhunda karşılığını bulur. Bu sebeple kâinattaki ayetleri okumak, insanı daha doğru yetiştirmenin yolunu aydınlatır. Ayet-i kerimede bu hakikat şöyle beyan edilir:

“Varlığımızın delilleri olan ayetlerimizi, ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 53)

Bu ilahî çağrı, Mushaf-ı şerifin satırlarındaki ayetlerle kâinatın ve insan benliğinin derinliklerine nakşedilmiş kevnî ayetlerin aynı hakikatin parıltıları olduğunu hatırlatır. Böylece eğitimin dili, insanı çevreleyen her şeyi, tüm varlığı ve hayatı kuşatan bir şifaya dönüşür.

Evet bir çocuk, dünyaya bir tohum misali düşer. Mucizevi bir tohum, nasıl ki toprağa, suya, ışığa ve şefkatli bakıma muhtaçsa; çocuk da sevgiye, merhamete, rehberliğe ve temiz bir çevreye muhtaçtır. Tohuma ya da fidana gösterilen kayıtsızlık, bir kurumaya yol açarsa çocuğa gösterilen ihmal de bir ruhun solmasına, eşsiz bir potansiyelin heba olmasına ve toplumsal yapının geleceğinin kararmasına sebep olur.

Kur’an-ı Kerim, bu narin fidana nasıl bakmamız gerektiğini kâinatın diliyle bize öğretir. Hazreti Meryem’in yetişme süreci, bir insanın nasıl “güzel bir bitki” gibi yeşertilebileceğinin ilahî modelini sunar:

“Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi.” (Âl-i İmrân, 37)

Bu ayet-i kerime, insan yetiştirmenin tabiatla kurulan ahengini gözler önüne serer; her çocuk kabul olmuş bir duadır. İnsanın eğitim süreci de bir fidanı büyütmek ve bir gülü yetiştirmek gibidir. Bir bahçıvan bahçesine nasıl ihtimam gösteriyorsa eğitimci ya da ebeveyn de aynı titizlik ve aynı bilinçle hareket etmekle yükümlüdür.

Tohumdan filize, kökten dala, suyun azından çoğuna kadar her detay, eğitimin temel prensiplerine işaret eder. İşte bu yazı, her biri diğerini tamamlayan yirmi temel prensiple birlikte insan denen bu nadide çiçeği nasıl yetiştirmemiz gerektiğine dair Kur’ânî  perspektiften bütüncül bir bakış açısı sunmayı amaçlıyor. 

• DUA: EĞİTİMİN İLK NEFESİ VE İBRAHİMÎ MİRAS

Her çocuk, dünyaya gelmeden önce anne babasının yüreğinden yükselen bir dua ile karşılanır. Bu kutlu miras, insanlık tarihinin en köklü örneklerinden biri olan Hazreti İbrahim’de görülür. Kur’an-ı Kerim’de tek başına bir ümmet ve güzel örnek olarak anılan Hazreti İbrahim, neslinin ihyası için Rabbimize niyazda bulunur:

“Ey Rabbimiz! Bizi kayıtsız şartsız Sana teslim olan Müslümanlardan eyle ve neslimizden de sürekli Sana teslim olacak Müslüman bir öncü topluluk var et…” (Bakara, 128)

İbrahim aleyhisselamın bu nesil duası, asırlar sonra Sevgili Peygamberimiz ve onun seçkin sahabeleriyle kabul edilmiş, kıyamete kadar iman edenler için kabulü devam edecek bir dua olmuştur. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte “Ben atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annemin rüyasıyım” (Ahmed, Müsned, 4/127-128) buyurarak bu duanın tarihî ve manevi zincirine işaret etmiştir.

Hazreti Meryem’in annesi Hazreti Hanne’nin, karnındaki bebek için henüz dünyaya gelmeden önce yaptığı o içten yakarış da aynı mirasın bir yansımasıdır: “Ey Rabbim! Karnımdakini (doğacak olan bebeğimi) her türlü bağımlılıktan uzak, hür olarak sadece Sana (kayıtsız şartsız kulluk yapmaya ve mâbedin hizmetinde bulunmaya) adadım. Artık benden bu adağı kabul buyur. Doğrusu yalnız sen, (her şeyi) bilen, (her şeyi) duyansın.” (Âl-i İmran, 35) 

Her anne baba çocuğu için hayaller kurar. Kiminin hayali çocuğunun iyi bir mesleğe sahip olmasıdır, kiminin hayali onun erdemli bir hayat sürmesidir. Kimisi evladının ilim yolunda derinleşmesini ister, kimisi yüreğinin iyilikle yoğrulmasını. Kimi, çocuğunun yaşadığı çevreyi, ülkesini ve tüm dünyayı aydınlatacak bir çerağ olmasını arzu eder.

Bu hayallerin her biri, aslında kalpten yükselen duaların dilidir. Ebeveyn, çocuğu için kurduğu her hayalde, farkında olmadan bir dua fısıldar. Bu dua bazen gecelerin sessizliğinde dillenir, bazen bir tebessümün içine saklanır, bazen de hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan gözlerden süzülür. Hazreti Hanne’nin duası, ihlas, takva ve maneviyatla yoğrulmuş iman ehli bir anne yüreğinin sembolüydü ve “Rabbi onu “güzel bir kabulle” kabul etti.” (Âl-i İmrân, 37) 

Anne babaların kurduğu hayaller, aslında çocuğunun karakterini besleyen ve onun geleceğine yön veren birer manevi tohumdur. Bu tohumlar, doğru niyetle ekildiğinde ve sabırla sulandığında her çocuğun kendi fıtrî güzelliğiyle yeşermesine vesile olur.

Eğitim bu kutlu duayla başlar. Dua görünmez bir sulama, tohum toprağa düşmeden önce ona sunulan ilk hayat iksiridir. Bu niyaz yalnızca bir başlangıç değil, tüm yetiştirme sürecinin devam eden şartıdır. Bir öğretmenin sabır dolu duası öğrencisinin karakterine işler; bir annenin yakarışı çocuğunun ruhuna iner. Susuz bir tohumun filizlenememesi gibi manevi destekten mahrum kalan bir çocuk da hakikatiyle buluşamaz.

Her çocuğun hayatı dua ile ekilmiş ilk ve en kıymetli tohumdur. Eğitim ise bu tohumu yeşertmek için çabalamaktır. 

• TOHUM: HER ÇOCUK BİR CEVHER

Hiçbir tohum bir diğerine benzemez. Kimi narin bir gül, kimi heybetli bir çınar, kimi de bereketli bir zeytin ağacı olmak üzere yaratılmıştır. Kimi toprağın hemen yüzeyinde filizlenir, kiminin boy vermesi için derinlere kök salması gerekir; kimi ilkbaharda açar, kimi de sonbaharın serin rüzgarında meyveye durur. Çocuklar da böyle… Her biri, farklı istidat, yetenek ve mizaçla donatılmış birer cevherdir.

Kimi rakamlarla matematiğin soğuk görünen ama gizli bir ahenk taşıyan dünyasında kendi melodisini bulur. Kimi fırçasını her dokunduruşunda içindeki duyguları renklerle tuvale aktarır. Kimi sakin bir gölet gibi derin, sessiz ve dingin; düşüncelerini uzun uzun tartar, sezgileriyle hareket eder. Kimi coşkun bir nehir gibi heyecanlı ve taşkındır; enerjisiyle ilham verir ve etrafını harekete geçirir. Kimileri kelimelerle o kadar içli dışlıdır ki, her cümlede yeni dünyalar inşa eder. Kimileri ise insan ilişkilerinde, dostluk ve empati kurma gücünde olağanüstü bir yetenek taşır.

Bir tohumun ne zaman filizleneceği, hangi şartlarda meyve vereceği önceden kestirmek zor olabilir; bir çocuğun hangi kabiliyetinin hangi yaşta ve hangi ortamda parlayacağı da böyledir. Eğitimci ile ebeveynin vazifesi, her tohuma aynı sudan pay vermek değil, her fidanın ihtiyacına göre suyu, ışığı ve gölgeyi ayarlamaktır. Her çocuk, kendisine bahşedilen potansiyelin keşfedilmesini bekler. Bu farklılıkları görmek ve her birinin yolculuğunu kendi ritminde desteklemek, gerçek bir bahçıvan sabrı ister. Tohumun içindeki program, vakti gelince açığa çıkar; her çocuğun içindeki cevher de doğru rehberlik ve sevgi dolu emekle görünür hale gelir.

Peygamber Efendimiz “İnsanlar madenler gibidir, cahiliye döneminde hayırlı olanlar İslam’da da hayırlıdır” (Buhârî, Enbiyâ, 20) buyurur. Bu hadis, her insanın fıtratında saklı kıymetli bir öz, işlenmeyi bekleyen bir hazine bulunduğunu anlatır. Altın nasıl madenin derinliklerinde parlatılmayı beklerse her çocuk da yaratılışındaki yetenek ve ahlaki güzelliklerle değer kazanır. Eğitim, bu madeni işlemek; içindeki altını, yani yetenek, iyilik ve erdem potansiyelini ortaya çıkarmaktır.

Gerçek bir eğitimci, usta bir bahçıvan gibi her öğrencisinin içindeki bu cevherin ne olduğunu keşfetmekle yükümlüdür. Kimine cesaret, kimine sükûnet, kimine sabırla yol göstermek gerekir. Tek tip, standart bir eğitim anlayışı, bu fıtrî çeşitliliği yok eder, her çiçeği aynı kalıba sokmaya çalışır ve nihayetinde potansiyelleri köreltir.

Her bitkinin farklı ihtiyaçları olduğu gibi her çocuğun da kendine has bir öğrenme ritmi ve ilgi alanı vardır. Eğitimci, öğrencisini derinden gözlemlemeli ve ona en uygun besleyici ortamı sunmalıdır.

Bir çocuğu, içindeki cevheri görmeden yetiştirmek, bir gül tohumundan meşe palamudu beklemek kadar beyhudedir.

• TOPRAK: ÇOCUĞUN İLK VATANI

Her tohumun filizlenmesi, içine düştüğü toprağın bereketiyle mümkündür; insanın kişiliği ve inancı da ilk köklerini çocuklukta bulduğu aile ve çevre toprağında salmaya başlar. Peygamber Efendimiz buyurur: “Toprak, çocuğun ilkbaharıdır.” İlkbahar, toprağın canlanıp tohumun filiz verdiği mevsimdir; çocukluk da insanın karakterinin ve imanının filizlendiği, hayat boyu sürecek kişiliğin ilk şekillendiği dönemdir.

Peygamberimiz başka bir hadisinde şöyle buyurur: “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra anne babası onu ya Hristiyan, ya Yahudi ya da Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 92) Bu hadis, her insanın yaratılışında tevhide yöneliş ve temiz bir başlangıç taşıdığını anlatır. Çocuğun bu saf fıtratı, içine doğduğu aile ve çevrenin tesiriyle şekillenir; iman, ahlâk ve karakter toprağın bereketine göre gelişir.

Fıtrat kelimesi, Arapça “fatara” kökünden gelir; bu kök “yarmak, kazmak” anlamındadır. Toprağın yarılıp içinden filizlerin çıkması gibi. İlk yaratılış anlamına da gelen bu kelime mutlak yokluğun yarılarak varlığın ortaya çıkışını ifade eder. Fıtrat, insanın yaratılıştaki ilk hali, yani Allah’ın insana yerleştirdiği saf ve temiz yöneliştir. Tohum toprağı nasıl yarıp filizlenirse, insandaki fıtrat da doğru ortamda iman ve iyilik tohumlarını yeşertir.

Tohum ne kadar kaliteli olursa olsun, serpileceği toprağın verimliliği, suyu ve besin değeri kadar önemlidir. Her ağaç kendi toprağında büyür; köklerini besleyen suyu, minerali ve iklimi oradan alır. Aynı şekilde çocuk da kendi ailesinden, mahallesinden ve kültüründen beslenir; kimliğini, değerlerini ve hayata bakışını bu ilk çevrede şekillendirir. Çocuğun büyüdüğü çevre de bu yüzden kritik bir rol oynar: Aile, okul, mahalle ve kültür; öğrencinin kök salacağı topraktır.

Toprak temiz ve verimli ise tohum sağlıklı kök salar; aksi hâlde en sağlam fidan bile güçsüz kalır. Çocuğun yetiştiği muhit de böyledir: Sevgi dolu, güvenli ve değerleriyle yoğrulmuş bir çevre, onun karakterini, iradesini ve hayata bakışını besler. Kötü bir muhit ise, en parlak yetenekleri bile köreltebilir, meyvesini tatsız hâle getirebilir.

Bu hakikati bilen anne babaların evlatları için ettiği “Allah hayırlı insanlarla karşılaştırsın.” ve büyüklerin gençler için dilediği “Allah emsaliyle müşerref eylesin.” duaları da bu gerçeğe dayanır; zira insan muhitinin rengine boyanır, çocuk da en çok içinde yeşerdiği çevrenin kokusunu taşır.

Doğan Cüceloğlu’nun hatırlattığı bir söz bu gerçeğe işaret eder: “İnsanın anavatanı çocukluğudur.” Çocukluk, insanın tüm hayatına yön veren en temel dönemdir; o yıllarda alınan sevgi ve değer duygusu, kişinin ömür boyu sürecek özgüveninin ve iç gücünün kaynağını oluşturur. Çocuğun ilkbaharı ise onun ailesi, mahallesi, okulu ve içine doğduğu kültürdür. Bir insan, çocukluğunda aldığı sevgi, güven ve değer kadar hür ve güçlüdür. Bu, hayat boyu taşıyacağı en değerli sermayedir.

Ebeveyn ve eğitimciye düşen, çocuğun toprağını en verimli, en temiz hale getirmektir. Tohumu sulamak kadar toprağın kıymetini bilmek de elzemdir. 

Toprak ne kadar verimli ve derin ise tohum o kadar güçlü kök salar; çocuk ne kadar sağlıklı ve nitelikli bir muhitte büyürse kişiliği de o kadar sağlam temeller üzerinde yükselir ve hayatın fırtınalarına dirençle karşı koyar.

• SU: İLGİ, SEVGİ VE MERHAMET

Bir tohum, toprağa atıldıktan sonra suya muhtaçtır; susuz kalırsa solar, fazla su verilirse kökleri çürür. İnsan da böyledir: Sevgi, ilgi ve merhamet çocuğun ruhuna düşen hayat suyudur.

Ailenin varlık sebebi de bu merhamet ve sevgi iklimini kurmaktır. Ayet-i kerimede bu hakikat şöyle aktarılır: “Sükûnet bulmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda meveddet ve merhamet peydâ etmesi Allah’ın delillerindendir.” (Rum, 21) Aile, huzurun ve sükûnetin yuvası, çocuğun ruhunu besleyen sevgi ve merhametin ilk kaynağıdır.

Sevgi ve ilgi görmeyen bir çocuk, susuz kalmış bir tohum gibi solgun ve güçsüz olur. Şefkat ve değerle beslenmeyen bir ruh kendini ifade etmekte zorlanır; özgüveni, merhameti ve sosyal becerileri eksik kalır. Öte yandan aşırı koruyucu ya da sahiplenici bir sevgi, çocuğun bağımsızlık duygusunu boğar, köklerinin derinleşmesini engeller. Tıpkı bir bahçıvanın suyu ölçülü vermesi gibi eğitimci ve ebeveyn de sevgi, ilgi ve merhameti kararında sunmalıdır. Suyun doğru miktarı, tohumun filizlenmesini ve kök salmasını sağlar; sevginin ve ilginin doğru dozu ise çocuğun ruhunu besler, kişiliğini sağlamlaştırır ve dünyaya güvenle açılmasına imkân verir.

“Bilgi beş harftir, beşte dördü ilgidir.” sözü ilgi olmadan bilginin kalıcı olamayacağını ifade eder. Gönlüne giremediğiniz bir çocuğun aklına da gerçek anlamda dokunamazsınız. Sevgi ve ilgi, sadece ruhu beslemez, aynı zamanda öğrenmenin de kapısını açar.

Su, büyümenin ritmidir. Çocuk, sevgi, ilgi ve merhameti tadar, hisseder ve kendine de başkalarına da merhamet gösterecek bir şahsiyet olarak gelişir. Su ne kadar ölçülü ve hayat verici olursa tohum o kadar sağlıklı büyür; insan da sevgi, ilgi ve merhametle beslendiğinde sağlam bir şahsiyete kavuşur ve hayatın fırtınalarına karşı direnç kazanır.

• GÜNEŞ: HAKİKAT VE BİLGİNİN AYDINLIĞI

Bitkiler ışık olmadan fotosentez yapamaz, büyüyemez, meyve veremez. İnsan zihninin ve kalbinin güneşi ise hakikat ve bilgidir. Sevgi ve şefkatle beslenen bir çocuk, ancak bilgi ve hakikatle aydınlanır, olgunlaşır. Cehaletin karanlığı, en gürbüz fidanları bile cılız bırakır.

Kur’an-ı Kerim, hakikatin bu aydınlatıcı gücünü Nur Suresi 35. ayette muhteşem bir teşbihle ifade eder:

“Allah göklerin ve yerin Nur’udur. O’nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir; cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu ışık, ne yalnız doğuda ne de yalnız batıda bulunan bereketli bir zeytin ağacından yakılır; ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi aydınlatacak! Nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. O, her şeyi bilir.”

Bu ayet-i kerime, hakikatin ışığını kâinatın en parlak sembolleriyle anlatır: kandil, yıldız, zeytin ağacı… Güneşin ışığı nasıl bütün canlılara hayat verirse ilahî nur da kalpleri aydınlatır ve insana hem aklî hem ruhî bir yön tayin eder.

Aynı hakikatin en yüce örneği, Peygamber Efendimizin gönderiliş gayesini bildiren şu ayette de vurgulanır:

“Allah’ın izniyle, bir davetçi ve nûr saçan bir kandil olarak (gönderdik).” (Ahzâb, 46)
Resulullahın risaleti, insanlığa hem ilahî mesajı tebliğ etmek hem de nur saçan bir kandil gibi yolları aydınlatmaktır.

Çocuk, sadece sevgi ve ilgiyle beslenmez; öğrenme, düşünme ve araştırma ile büyür. Bilgi, onun dallarını göğe uzatan ışık, hakikat ise meyvesini olgunlaştıran güçtür. Cehaletin gölgesi altında kalan insan, rüzgârlar ve fırtınalar karşısında savunmasız kalır, kökleri güçsüz olur. Tıpkı bir bahçıvanın bitkiye güneşin açısını ve ışığın süresini gözetmesi gibi, eğitimci de çocuğun zihnini doğru bilgiyle aydınlatmalı, ona doğru soruları sorabilme ve doğruyu yanlıştan ayırt edebilme becerisi kazandırmalıdır.
Güneş ayrıca yönlendiricidir: Bitki güneşe doğru yönelir, insan da hakikate yöneldiğinde büyür ve dallarını sağlıklı şekilde uzatır. Eğitimci, bu ışığın yönünü ve şiddetini gözeterek çocuğu karanlıkta bırakmamalı, aydınlığa yönlendirmelidir.

Güneş ne kadar düzenli ve yeterli olursa, bitki o kadar güçlü büyür; insan da bilgi ve hakikat ışığıyla beslenirse, hayatın karanlıklarında köklerini kaybetmeden yükselir.

• DAYANAK: DİK DURMAYI ÖĞRETEN DESTEK

Tıpkı genç bir fidanın ilk fırtınada eğilip kırılmaması için bir hereğe ihtiyaç duyması gibi, insan yavrusu da hayatın rüzgarlarına karşı dimdik durabilmek için bir dayanağa muhtaçtır. Bu destek, onun kökleri yeterince güçlenene, kendi başına ayakta durmayı öğrenene kadar yanındadır.

İnsan yetiştirmenin en nazik denge unsurlarından biri de budur: Dayanak. Bu destek ne fazla sıkı ne de fazla gevşek olmalıdır. Aşırı korumacı, boğucu bir tutum köklerin ve kişiliğin gelişimini engeller. Aşırı serbest ve ilgisiz bir tavır ise en ufak bir fırtınada savrulup yıkılmasına sebep olur. Mesele hem dışarıdan korumak hem de içerden güçlendirerek dik durmayı öğretmektir.

Eğitimci ve aile bu anlamda birer herek, birer dayanak vazifesi görür. Onların sevgi dolu disiplini, rehberliği ve yönlendirmesi çocuğun karakterinin, değerlerinin ve özgüveninin şekillenmesini sağlar. Tıpkı bir fidanı esnek ama sağlam bir iple bağlamak gibi... Bu bağ, onu sıkmadan yön verir, ezmeden korur.

Nihai hedef, bu desteğin bir gün güvenle çekilebilmesidir. Dayanak kaldırıldığında yıkılmayan, sarsılmayan bir fidan, artık sağlam kökleri ve güçlü karakteri ile zorluklara göğüs gerebilir. Bu bağlamda gerçek dayanak, çocuğa ayakta kalma becerisini kazandırandır. O bir koruma ve bir güven çemberidir. Bu çemberin içinde çocuk, yıkılmamanın, pes etmemenin ve her şartta şerefli bir şekilde direnmenin güvenini yaşayarak öğrenir.

Dayanak ne kadar doğru, zamanında ve bilinçli sunulursa insan denen o nadide fidan o kadar dik, güçlü ve dirençli büyür, hayatın engellerine rağmen kök salar, dallarını göğe doğru uzatır.

• REHBERLİK: BAHÇIVANIN ELİ

Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Meryem için şöyle buyrulur: “Zekeriya’yı ondan sorumlu kıldı.” Bu ifade, rehberliğin, yol göstermenin ve sorumluluk almanın önemini ortaya koyar. Tıpkı bir bahçıvanın bitkiye eşlik etmesi gibi, bir insanın da yetişmesi için rehbere ihtiyacı vardır. Bahçıvansız bir bitki yabani kalır, gelişimi düzensiz olur, meyvesi tatsız veya acı olabilir. Aynı şekilde rehbersiz bir çocuk da potansiyelini tam anlamıyla açamaz; doğruyu yanlıştan ayırt edemez ve hayatın zorlukları karşısında savunmasız kalır.

Bu hakikati en güzel şekilde ifade eden ayetlerden biri de şudur:

“Andolsun ki Rasûlullah’ta sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için en güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 21)

Bu ayet, insanlığın en büyük rehberinin Peygamber Efendimiz olduğunu hatırlatır. O’nun hayatı, imanla yön bulmak isteyen her fert için ilahî bir kılavuzdur. Gerçek rehberlik, sadece bilgi aktarmak değil; ahlâk, sabır ve yaşantısıyla yol gösterebilmektir.
Eğitimci, işte bu peygamberî çizginin bir yansıması olarak rehberliğin üç yönünü taşır:
Yol göstermek: Çocuğun hangi yönde ilerlemesi gerektiğini gösterir, hedeflerini netleştirir.
Düzeltmek ve desteklemek: Yanlışları fark ettirir, eksiklerini tamamlamasına yardımcı olur.

Sabır ve sebat: Tıpkı bahçıvanın fidanla her gün ilgilenmesi gibi, eğitimci de çocukla sürekli ilgilenir; hatalarını düzeltir, başarılarını teşvik eder.

Rehberlik; karakterin, iradenin ve ahlâkın kök salmasına yardımcı olmaktır. Bahçıvanın eli, fidanı eğitmek için nazikçe yön verir, eğitimci de çocuğu doğru yönlere sevgi ve sabırla kanalize eder.

Rehberlik ne kadar özenli ve sürekli olursa fidan o kadar düzgün büyür; insan da rehberin eşliğinde kök salar, dallarını göğe uzatır ve meyve verir.

• BUDAMA: GÜZELLEŞTİREN İNCELİK

Tıpkı bir gül fidanının daha gür ve göz alıcı çiçekler açabilmesi için ölü dallarından, fazla yapraklarından arındırılması gibi, insan yetiştirmek de bir budama sanatıdır. Bu, çocuğun enerjisini asıl potansiyeline ve değerli meyvesine kanalize edebilmesi için, onu strese sokan, gelişimini engelleyen zararlı alışkanlıklardan, faydasız uğraşlardan ve olumsuz davranış kalıplarından arındırma sürecidir.

Ancak şu unutulmamalıdır: Budama acıtır. Nasıl ki bir bahçıvan budama makasını ölü dalı canlı olandan titizlikle ayırarak incitmeden kesmeye özen gösterirse, eğitimci de bu süreci büyük bir sevgi, anlayış ve nezaketle yönetmelidir. Amacın kırmak, incitmek veya baskılamak olmadığı; bilakis güzelleştirmek, forma sokmak ve nihayetinde verimini katbekat artırmak olduğu her an hatırda tutulmalıdır.

Kur’an-ı Kerim bu hakikati şöyle bir misalle dile getirir:

“O, gökten su indirdi de vadiler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel, üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir.” (Ra’d, 17)

Bu ayet, hakikatin özünü ortaya çıkaran bir “arınma” sürecini hatırlatır: Köpük misali faydasız olan kendiliğinden kaybolur, kalıcı ve değerli olan ise yeryüzünde baki kalır. Budama da böyledir; fazlalıkları ayıklamak, içteki asıl güzelliği ve kalıcı meyveyi açığa çıkarır.

Bu bilinçli müdahale, fidanı asla zayıflatmaz; aksine savurganca harcadığı enerjisini köklerine ve ana gövdesine odaklayarak daha güçlü, daha dayanıklı ve daha verimli kılar. Gereksiz ve zararlı etkilerden temizlenmiş bir zihin ve kalp de köklerini derinleştirir, karakterini olgunlaştırır ve hayata daha anlamlı meyveler vermeye odaklanır.

Budama, katı bir disiplinden ziyade merhametli bir rehberlikle yapılmalıdır. Aksi takdirde, çocuk kırılmış bir dal gibi içine kapanabilir, özgüveni yara alabilir ve gelişimi sekteye uğrayabilir. Dozunda ve yerinde yapılan, sevgiyle beslenen her budama, çocuğun kendi yeteneklerini ve potansiyelini tam anlamıyla ortaya koyabilmesi için hayati bir dönüm noktasıdır.

Budama ne kadar bilinçli ve şefkatli yapılırsa insan denen o nadide fidan o kadar güçlü, zarif ve verimli büyür; ruhu, en güzel çiçeklerini açmak için özgürleşir.

• HASTALIK VE TEDAVİ: ŞİFA VEREN MERHAMET

En itinalı bahçıvanın en iyi baktığı fidanda bile bir hastalık, bir yaprak lekesi veya bir zararlı ortaya çıkabilir. Gerçek bahçıvan böyle bir durumda fidana kızmaz, onu terk etmez. Derhal teşhisini koyar ve uygun ilaçlarla, özenli ve itinalı bir bakımla onu yeniden sağlığına kavuşturmak için seferber olur.

İnsan yetiştirmek de böyledir. En iyi ailelerin, en özenli eğitimcilerin çocukları da hata yapar, yanlış yollara sapabilir, olumsuz davranışlar sergileyebilir. İşte o an, onu yargılama, etiketleme ve dışlama zamanı değil, aksine, şefkatle tedavi etme, merhametle sarıp sarmalama zamanıdır.

Kur’an-ı Kerim bu terbiyenin özünü şöyle tarif eder: “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134) Bu ayet, öfkeyi yutmayı, affetmeyi ve merhameti Rabbânî bir ahlâk olarak öne çıkarır.

Peygamberimizin şu uyarısı da aynı çizgiyi pekiştirir: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhârî, İlim 11) Gerçek eğitim, cezalandırmak yerine kolaylaştıran, nefret yerine müjdeleyen bir yaklaşımla mümkündür.

Çocuğun bir hatası, tıpkı bir fidanın yaprağındaki leke gibidir; görmezden gelindiğinde tüm bünyeyi sarabilir, büyümeyi durdurabilir ve meyve vermesine engel olabilir. Bu noktada eğitimci ve rehber, bir hekim titizliği ve sabrıyla sorunun köküne inmelidir. Sevgiyle desteklemek, anlayışla dinlemek ve doğru yönlendirmeler yapmak, onun ruhunu yeniden yeşertmenin ilk adımıdır.

Unutulmamalıdır ki, tıpkı hastalıklı bir bitkinin hem ilaca hem de doğru sulamaya ihtiyaç duyması gibi, hata yapmış bir çocuk da hem düzeltici bir rehberliğe hem de şartsız bir duygusal desteğe muhtaçtır. Bu süreç, onun hatalardan ders çıkararak, özünü kaybetmeden olgunlaşmasına ve karakterini pekiştirmesine vesile olur.

Hatalar, nihayetinde birer öğrenme ve tekâmül fırsatıdır. Doğru bir yaklaşımla ele alındığında her kriz bir tekâmül kapısına dönüşür. Hastalık ve zorluklar doğru müdahale ve sevgiyle aşıldığında fidanı olduğundan çok daha dayanıklı ve güçlü kılar. İnsan da yaşadığı sıkıntılardan aldığı derslerle hayat yolunda çok daha sağlam kökler salarak ilerler.

Terbiye; cezalandırmak yerine iyileştirmektir, yargılamak yerine anlamaktır, dışlamak yerine kucaklamaktır. Gerçek terbiye şefkatle şifa vermektir.

• YABANİ OTLAR: ZEHİRLİ TIRMANICILARLA MÜCADELE

Bir bahçenin en sinsi ve amansız düşmanı hiç şüphesiz yabani otlardır. Besini ve suyu çalarak fidana aç bırakan, onu sarıp sarmalayarak hayat kaynağı güneşinden mahrum eden bu istilacılar, kontrol altına alınmadığında tüm emeği ve umudu boğabilir.

İnsan yetiştirmenin bahçesinde de bu yabani otların karşılığı vardır: zararlı arkadaşlıklar, olumsuz çevre, kötü alışkanlıklar, dijital kirlilik ve zehirli fikirler. Bu olumsuz etkiler, fark edilmez ve müdahale edilmezse, çocuğun yeteneklerini köreltir, karakterini zayıflatır ve eşsiz potansiyelinin toprak altında kalmasına sebep olur.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb 16) Bu hadis, kötü arkadaşlığın ve olumsuz muhitin, insanın inanç ve karakter dünyasını ne kadar derinden etkileyebileceğini çarpıcı biçimde hatırlatır.

Ebeveyn ve eğitimcinin en kritik görevlerinden biri, bu zehirli tırmanıcıları zamanında fark edip çocuğun köklerini boğmadan, onu incitmeden temizleyebilmektir. Bazen bu, doğrudan ve kararlı bir müdahale gerektirir; bazen de çocuğa, o yabani otları kendi başına tanıyıp sökebileceği bilinç ve direnci kazandırmak anlamına gelir. Tıpkı bir bahçıvanın otları kökünden sökmesi gibi bu müdahale çocuğun enerjisini ve dikkatini asıl büyümesi gereken yöne kanalize eder.

Unutulmamalıdır ki, yabani otlarla mücadelenin nihai hedefi, onları tamamen yok etmekten ziyade, fidanın kendi köklerini o kadar güçlü kılmaktır ki bu otlar onun toprağında barınamaz, tutunamaz hale gelsin. Çocuk, çevresindeki olumsuzlukların farkında olan, onlara karşı bilinçli, soru sorabilen, araştırabilen ve dayanıklı bir karaktere sahip olduğunda kendi potansiyelini ortaya koymakta çok daha hür ve güvende olacaktır.
Yabani otlar ne kadar erken fark edilir ve temizlenirse, fidana o kadar nefes alacak alan kalır ve o kadar sağlıklı büyür. İnsan da olumsuz etkilerden arındığında ancak o zaman gerçek kimliğiyle kök salabilir ve içindeki cevheri açığa çıkarabilir. Gerçek koruma, çocuğu her şeyden izole etmekten ziyade onu her türlü zarara karşı güçlü ve dirençli hale getirmektir.

• YABANDA BÜYÜYEN MEYVE: KÖKSÜZLÜĞÜN ACI TADI

Bir meyve, kendi doğal ortamından, tanıdık toprağından ve ikliminden uzakta yabanda büyüdüğünde çoğunlukla acı ve tatsız olur. Ona hayat veren suyun, besleyen toprağın yabancılığı, özünü yitirmesine sebep olur. İnsan da tıpkı bunun gibidir. Kendi kültürünün, değerlerinin ve manevi köklerinin derin sularından beslenemeyen bir çocuk, dış baskıların ve yabancı etkilerin rüzgarında savrulabilir. Kimliği bulanıklaşır, ruhu acılaşır ve aidiyet duygusundan yoksun, köksüz bir ağaç misali en hafif bir fırtınada sarsılır.

Bugün bu tehlike yalnızca bireysel değil, toplumsal ölçekte de yaşanıyor. Dışarıdan ithal edilen ve sosyo-kültürel dokuyu bozan fikir ve ideolojiler, insanın kendi değer köklerini zayıflatıyor. Moda adı altında pazarlanan ve tüketim kültürüyle beslenen geçici hevesler, genç kuşakların zihnini köksüz bir hayranlığa sürüklüyor, hakikî güzelliği örterek fıtrî inceliği gölgeliyor.

Eğitimci ve ailenin en asli görevlerinden biri, bu nadide fidana ait olduğu toprağın değerlerini özümsetmek, onu kendi kültürel ikliminde, kendi manevi coğrafyasında güçlü biçimde kök salmaya yönlendirmektir. Böylece çocuk, nereden geldiğini bilen, nereye gideceğini şaşırmayan, dengeli ve özgüvenli bir fert olarak yetişir. Tıpkı bir fidanın kendi toprağı ve iklimiyle uyum içinde büyümesi gerektiği gibi insan da kendi kültürü ve yapısı ile dengede gelişir. Bir ağacın kökü ne kadar derinlerdeyse dalları da o kadar yükseğe uzanır; kökleri zayıf olanlar ufuklara ulaşamaz. 

Gerçek eğitim, çocuğu kendi kökleriyle ve kimliğiyle barışık ve bu duruşla dünyaya açılabilen erdemli bir insan haline getirmektir. İnsan, kendi kültüründen, değerlerinden ve aidiyetinden beslenmediğinde yabanda büyüyen meyve gibi tatsız, hatta acı olur; eğitimle köklerini güçlendirerek onu kendi toprağına sağlam bağlamalıdır.

• KOMŞU BİTKİLER VE RÜZGÂR: SOSYAL DOKUNUN ETKİSİ

Hiçbir bitki yalnız başına büyümez. Yakınındaki komşu bitkilerden, rüzgârın getirdiği polenlerden ve böceklerin taşıdığı tozlardan müthiş bir etkileşimle beslenir. Bu çapraz döllenme, meyveleri daha güzel, daha çeşitli ve daha dayanıklı kılar. Ağaç yaprağıyla gürler. Bir insan da ailesiyle, sosyal çevresiyle gürleşir; akrabası, yakınları ve dostlarıyla varlığını gösterir. 

Yalnız yetişen biri sınırlı bakış açısı ve deneyimle kalır; başka insanlarla, akranlarla, fikirlerle etkileşim kuran kişi ise zihnini ve kalbini zenginleştirir. Akran etkileşimi çocuğun sosyal becerilerini, empati yeteneğini ve problem çözme kapasitesini geliştirir. Tıpkı komşu bitkilerin birbirini desteklemesi ve rüzgârla gelen polenlerle güçlenmesi gibi çocuk da arkadaşlarından ve çevresinden öğrenir, farklı bakış açıları yeniliklere açık hale getirir.

Eğitimcinin rolü, çocuğu bu zengin sosyal ekosistemin içine güvenle salmaktır. Ona fikirlerini özgürce paylaşabileceği, hata yapmaktan korkmayacağı, destekleyici ve güvenli bir ortam sunmaktır. Tıpkı bir bahçıvanın fidanların birbirine çok yakın ya da çok uzak dikilmemesi için özen göstermesi gibi... Bu etkileşimler kişinin karakterinin, yeteneklerinin ve değerlerinin olgunlaşmasına katkıda bulunur.

Unutulmamalıdır ki en güzel meyveler, en zengin etkileşimlerin yaşandığı bahçelerde yetişir. İnsan, tıpkı bir bahçedeki bitki gibi çevresi ve sosyal etkileşimleriyle büyür; doğru arkadaşlıklar ve rehberlik meyvesini güzelleştirir ve köklerini derinleştirir.

• SERA: HASSAS BİR DEVREDE NAZİK KORUMAK

Hassas bitkiler iklim ve hava şartlarına karşı savunmasız olduklarında seralara alınır; kontrollü ortamda büyür, yeterli ışık, su ve besinle sağlıklı gelişir. İnsan da çocukluk ve ilk gençlik döneminde benzer bir korumaya ihtiyaç duyar. Bu dönemler, ruh ve karakterin kök saldığı hassas topraklar gibidir; güvenli ve destekleyici ortamlar olmadan potansiyel tam anlamıyla ortaya çıkamaz.

Eğitimci, öğrencinin gelişim evresine uygun bir sera ortamı sağlamalıdır:

Güvenlik; çocuk, kendini ifade edebileceği bir alan bulmalı; hata yapmaktan korkmamalıdır.

Destek; rehberlik ve sevgiyle yönlendirilmiş bir ortam çocuğun köklerini güçlendirir.
Kontrol ve denge; fazla baskı veya aşırı serbestlik bitkinin gelişimini bozabileceği gibi çocuğun sağlıklı gelişimini de engeller.

Ancak güvenli bir ortam oluşturmak, hayatı seradan ibaret görmek demek değildir. Seranın amacı, fidanı sürekli camın ardında tutmak değil; dış dünyanın rüzgârına ve güneşine hazırlanacak kadar güçlendirip onu açık bahçeye çıkarmaktır. Çocuğun da gerçek hayata adım atabilmesi için, zorlukları ve değişen şartları tanımasına fırsat verilmelidir. Aksi hâlde, sürekli korunan fidan dışarı çıktığında ilk fırtınada savrulabilir.

Sera, koruma ortamı oluşturmaktan ziyade öğrenme ve gelişim için uygun şartları sağlama yeridir. Tıpkı bitkinin kontrollü ortamda optimum büyümesi gibi, çocuk da doğru rehberlik, sevgi ve güven ortamında kök salar, dallarını sağlıklı şekilde göğe uzatır. Burada amaç, camın ardındaki dünyayı göstermek, ama ona dalıp savrulmasına izin vermemektir.

Sağlam bir karakter, güvenli bir ortamda filizlenip serpilebilir. İnsan, çocukluk ve gençlik döneminde doğru ortamla desteklendiğinde, tıpkı seradaki hassas bitkiler gibi güvenle gelişir ve geleceğe sağlam köklerle hazırlanır.

• SABIR VE ZAMAN: HER ÇİÇEĞİN AÇACAĞI BİR AN VARDIR

Hiçbir bitki bir gecede boy vermez; hiçbir fidan sabah ekilip akşam meyve vermez. İnsan da böyledir. Eğitim ve yetişme süreci zamanın ve tedrîciliğin gözetilmesini zorunlu kılar. Kur’ân’ın üslubu da hep bu tedrîcilik ilkesine işaret eder.

Bazı tohumlar kısa sürede filizlenir, bazıları ise aylarca, hatta yıllarca toprağın altında sabırla bekler. Geç filizlenen tohumların da kendine özgü bir zamanı, kendine has bir olgunlaşma süreci vardır. Aynı şekilde çocuklar da farklıdır: Kimi çok küçük yaşta yeteneklerini gösterir, kimi ise geç açar ama açtığında kalıcı ve güçlü bir meyve verir. Tıpkı bazı çiçeklerin baharın başında açıp kısa sürede solmasına, bazılarının ise geç açmasına rağmen uzun süre varlığını korumasına benzer. Öyle bitkiler vardır ki yalnızca dört mevsimde bir kez açar; o tek açış bütün bir yılın emeğini ve sabrını taçlandırır. İnsan yetiştirmek de böyledir. Her insanın zamanı, her kabiliyetin olgunlaşma süreci vardır.
Üstelik öğrenme bitmeyen bir yolculuktur. İnsan, hayatının her döneminde yeni beceriler edinebilir, yeni çiçekler açabilir. Eğitimcinin görevi, ilk filizleri olduğu gibi ömür boyu sürecek bu açışları da desteklemek ve teşvik etmektir. Bir çocuğu aceleyle büyütmeye çalışmak köksüz bir ağacı fırtınaya teslim etmek gibidir.

Sabır, beklemekten öte, o bekleyişin içinde doğru olanı yapmaya devam etmektir. Sabır, beklemekten öte, o bekleyişin içinde doğru olanı yapmaya devam etmektir. Hayırlı ve faydalı işlerin geciktirilmemesi tavsiye edilmekle birlikte tasavvuf kültüründe “vakt-i merhûn” yani rehin alınmış vakitlerden söz edilir. Bu kavram, her işin kendine mahsus bir vadesi olduğunu, o vade dolmadan muradın gerçekleşmeyeceğini hatırlatır. Bir işin vakti geldiğinde o zaman serbest bırakılır, denir. Şair Nâbî’nin “Tâ vakti gelmeyince umûr eylemez zuhur / Devr eyler âsiyâb-ı felek nevbet üstüne” mısraları da bu gerçeği dile getirir. Kaderde yazılmış her işin belirlenmiş bir vakti vardır; o vakit gelinceye kadar geçen süreç, murad edilen maksada erişebilmek için gereken olgunlaşma devresidir.
Her insanın kendi vakti vardır; vakti gelen çiçek açar, vakti gelmeyen ise sabır ve doğru destekle kök salar ve meyve verir.

• GÜZEL SÖZÜN AĞACI: KUR'AN'IN EBEDİ ÖĞÜDÜ

Kur’ân’da Allah şöyle buyurur: “Görmedin mi? Allah nasıl bir örnek getirmede: Temiz söz, tertemiz bir ağaca benzer, kökü sağlam ve sabit, dalları budakları gökte. Rabbinin izniyle her mevsim meyvelerini verir. Öğüt almaları için Allah insanlara böyle örnekler verir.” (İbrahim, 24-25)

Bu ayet, insan yetiştirmenin tüm inceliklerini bir ağaç benzetmesi üzerinden anlatır:
Kökü Sabit: İnsanın sağlam karakterini, değişmeyen ahlaki değerlerini, imanını ve kimliğini temsil eder. Kök, sevgi, merhamet, kültür, dua ve güvenle beslenir. Ne kadar derin ve sağlam olursa fırtınalar o kadar az etki eder.

Dalları Gökte: İnsanın ufkunu, ideallerini, bilgiye ve hakikate olan açlığını simgeler. Sürekli öğrenmeye, gelişmeye, ahlakta ve bilgide yücelmeye işaret eder.

Her Mevsim Meyve Verir: Güzel söz ve salih ameldir. İnsanın çevresine yaydığı fayda, ürettiği iyilik, söylediği hikmetli söz ve tutarlı davranışlarıdır.

İşte gerçek eğitimin nihai hedefi: Kökü yerde sağlam, dalları gökte yüce ve her daim meyve veren bir insan. Bu ömür boyu süren bir emek, sabır ve sevgi gerektirir. Eğitimci ve aile bu kutlu ağacın bahçıvanları olarak, onu her mevsim sevgiyle sulamak, bilgiyle beslemek ve özenle budamakla yükümlüdür.

Hedef, sadece bilgi kodlamaktan ziyade ve daha önemlisi karakteri sağlam, sözü güzel, ahlakı güzel, örnek ve önder insanlar yetiştirmektir.

• HASAT: EBEDİYETE UZANAN BEREKET

Bir bahçıvan tohumu eker, sular, korur ve sabırla büyümesini izler. Nihayetinde emeğinin karşılığını dalından koparılan bir meyve, açan bir çiçek veya gölgesiyle serinleten bir dal olarak alır. İnsan yetiştirmenin de bir hasadı vardır; bu hasat bir mevsime özgü kalmaz, zamanlar ve nesiller boyunca süren bir bereket taşır.

Anne-baba ve eğitimcinin emeği, çocuğun karakterinde, bilgeliğinde ve yaptığı iyiliklerde meyve verir. Bu meyve onu yetiştireni de onunla temas eden herkesi de besler, tohumları rüzgarla taşınarak yeni bahçelerin filizlenmesine vesile olur.

Bu hasat bazen hemen görünmez. Kimi ağaç onlarca yıl sonra meyve verir. Bir öğretmenin yıllar sonra bir öğrencisinden aldığı “Siz benim hayatımı değiştirdiniz.” içerikli bir teşekkür mesajı ya da bir anne-babanın, evladının bir zorluk karşısında gösterdiği sabır ve metaneti gördüğü andaki tarifsiz huzur böylesi anlara örnektir. Hasat çoğu zaman kalplerde filizlenen bir iyilik ve topluma yayılan bir erdem, kimi zaman da somut bir başarıdır.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde bu hakikati şöyle ifade eder: “İnsanoğlu öldüğü zaman amel defteri kapanır; ancak üç şeyin sevabı kesilmez: Sadaka-i câriye (faydası süren hayır), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine hayır dua eden salih evlat.” (Müslim)

İnsan yetiştirmek sevabı kesilmeyen bu amellerin en kıymetlisidir. Eğitimci ve ebeveyn, bir fidana emek verirken aslında kendisinden sonra da fayda vermeye devam edecek bir sadaka-i câriyeye yatırım yapar. Yetiştirdiği insan, onun için sürekli açılan bir sevap defteri, nesilden nesile aktarılan bir hayır mirasıdır.

Hasat sabrın ve emeğin nihai meyvesidir. İnsan yetiştirmek bugünden çok yarınları inşa etmektir; eğitimcinin emeği, yetiştirdiği her fidanla birlikte ebediyete uzanan bir çınara dönüşür.

• İKLİM VE MEVSİMLER: ÇAĞIN RUHUNA KAVRAMAK

Bir bahçıvan tohumu hangi mevsime ekeceğini, kurak dönemde ne yapacağını, aşırı yağmurlara nasıl hazırlanacağını bilir. Her mevsimin kendine has şartları vardır ve başarılı bir hasat bu şartları doğru okumakla gerçekleşir. İnsan yetiştirmek de böyledir; her çağın kendine özgü iklimi, zorlukları ve fırsatları vardır.

Hazreti Ali’nin şu öğüdü bu hakikati özlü biçimde ifade eder: “Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.” Bu söz, anne baba ve eğitimcinin görevinin geçmiş alışkanlıkları korumak değil, değişen çağın şartlarını okuyarak çocuklara kültür ve medeniyet değerlerini onların dünyasında anlaşılır kılmak olduğunu hatırlatır. Kökleri koruyarak dallarıyla yeni ufuklara açılmayı öğütler. Bugünün çocukları, dijital bir dünyanın, akıl almaz bir bilgi akışının, yeni türden sosyal baskıların ve küresel sorunların içine doğuyor. Tıpkı bir bahçıvanın aşırı sıcaklarda sulama sistemini gözden geçirmesi ve fırtına öncesi destekleri sıkılaştırması gibi, eğitimci ve ebeveyn de içinde bulunduğu çağın ruhunu anlamalı, onun getirdiği aşırılıkları ve kuraklıkları fark etmelidir.

Bu yaklaşım, kökleri koruyarak dalları yeni rüzgarlara yelken açabilme becerisini gerektirir. Asr suresinde vurgulandığı gibi: “Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır; ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”

Bu sure; her çağın insanı bir ziyan tehlikesiyle karşı karşıya bıraktığını, kurtuluşun ise değişmeyen iman ve salih amel prensiplerini o çağın dilinde hakkı ve sabrı tavsiye ederek yaşamakla mümkün olduğunu gösterir. Eğitimci, bu çağın çocuğuna onun anlayacağı dille hakkı ve sabrı anlatabilen rehber olmalıdır.

Fidanı yetiştirdiğimiz iklimi görmezden gelemeyiz. Başarılı bir bahçıvan, değişen hava şartlarına uyum sağlar ama bitkinin temel ihtiyaçlarını korur. Eğitim de çağın gereklerini ve tehlikelerini okuyarak, insani ve manevi değerleri yeni nesle aktarma sanatıdır.
Bugünün çocuğu, tohumunun etrafında sürekli esen dijital rüzgârlarla büyüyor. Bu rüzgâr doğru yönlendirilmezse kökleri zayıflatabilir; bilinçli kullanılırsa bilgiyi ve merhameti taşıyan bir melteme dönüşebilir. Eğitimci ve ebeveynin görevi, çocuğu teknolojinin faydasına yönlendirirken zararlarından da korumaktır.

• BAHÇENİN ÖTESİ: SORUMLULUK VE ŞAHİT OLMAK

Bir ağaç meyvesini yalnızca kendi varlığını sürdürmek için vermez. Meyve bir amaç ve hikmet taşır: Tohumu taşımak, yeni hayatların başlamasına vesile olmak, canlılara gıda olmak, dünyaya güzellik katmak ve Yaratıcının sanatını sergilemek. İnsan yetiştirmenin nihai hedefi de iyi bir insan yetiştirmekten öte o insanın kâinattaki ulvî vazifesini hatırlatmaktır.

Kur’an-ı Kerim, insanın yeryüzündeki rolünü halife (Bakara 30) ve Allah’ın ayetlerine şahitlik eden bir şahit (Bakara 143) olarak tanımlar. Eğitim, onun bu ulvi kimliğini inşa etme sürecidir.

Bir meyvenin içindeki tohumun yeni bir orman kurma potansiyelini taşıması gibi, yetişmiş bir insan da kendisine aktarılan bilgi, erdem ve imanı taşır ve bunu tüm insanlık ailesine ve kâinata karşı bir şahitlik olarak sunmakla yükümlüdür.

Peygamber Efendimiz:“İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” buyurur. Bu hadis, yetiştirilen insanın test edileceği nihai kıstası gösterir: fayda. 

Bilgisiyle, sanatıyla, merhametiyle, adaletiyle, ürettiğiyle, çözdüğü problemle topluma ve tüm mahlukata fayda sağlamak.

Eğitimcinin en büyük başarısı, öğrencisinin “Ben yeryüzüne ne için geldim, yaratılış amacım nedir, bu donanımla bu dünyada nasıl bir iz bırakabilirim” sorularını içselleştirmiş, şahitlik vazifesinin bilincinde bir mümin olarak hayatına yön vermesini sağlamaktır. Bir Allah dostunun “Hakkınızdaki muradı koruyun…” nasihati de, çocuğun fıtrî potansiyelini ve Rabbani muradı muhafaza etme tavsiyesini hatırlatır.

Bahçıvanın emeği, meyvenin taşıdığı tohumla yeni bahçeler yeşertmesi içindir. İnsan yetiştirmek de kendi bahçemizle gurur duymaktan öte yetiştirdiğimiz insanların tüm kâinata karşı bir hayır ve şahitlik tohumu olması içindir. Gerçek eğitim, insana bu büyük vazifesini hatırlatma sanatıdır.

BAHÇIVANIN AYNASI: KENDİNİ İHMAL ETMEMEK

Her bahçıvan önce kendi bahçesine eğilir. Bir başkasının toprağını verimli kılmaya çalışan el, eğer kendi ruhundaki çoraklığı sulamıyorsa, verdiği suyun bereketi sınırlı kalır. Kur’ân-ı Kerîm en büyük eleştiriyi söylediğini yapmayanlara yöneltir: “Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara 44)

İnsan yetiştirme sanatı, öncelikle kendini yetiştirme cesareti ister. Eğitimci, anne-baba veya rehber, çocuğun ruhuna ektiği tohumların aynısını önce kendi kalbine ekmelidir: sabır, merhamet, adalet, bilgi aşkı. Tıpkı bir aynanın karşısına geçmek gibi, kendi iç bahçemize bakmak gerekir: Orada yabani otlar var mı, kökler sağlam mı, toprak ne kadar verimli?

Bu sürekli öğrenme halidir. Hiçbir bahçıvan kusursuz değildir elbette; kendi fidanları zaman zaman solar, hatalar yapar. Önemli olan, bu hatalardan ders alarak kendi budamasını yapabilmesi, kendi toprağını ıslah etmek için çaba göstermesidir. Çocuk, kendisini yetiştirenin sözlerinden çok haline, tavrına, duruşuna ve ahlakına değer verir. Onun gönlüne dokunan en tesirli dersler, yetiştirenin varlığının sessiz dilinden sızar.

En değerli tohum, yetiştirenin kendi örnekliğidir. Gerçek bir bahçıvan, başkalarının bahçesine hizmet etmeden önce kendi içindeki bahçeyi yeşertir. İnsan yetiştirmek kendini yetiştirmekle başlar; en etkili ders, hal diliyle verilir. Bu eğitimcinin bitmeyen yolculuğudur.

• SEN DE BİR FİDANSIN: BİTMEYEN YOLCULUK

Tüm bu bahçe metaforu nihayetinde bize şunu fısıldar: Sen de bir fidansın. Hiçbir bahçıvan kendi köklerinin topraktan çekildiği, dallarının kurumaya yüz tuttuğu iddiasında bulunamaz. İnsan yetiştirmek, kendini tamamlanmış görenlerin değil, kendi büyüme yolculuğunun farkında olanların işidir.

Peygamber Efendimiz bir duada şöyle buyurur: “Allah’ım! Bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster.” Bu dua, bitmeyen bir öğrenme ve gelişim arzusunun ifadesidir. Gerçek bir eğitimci de her gün yeni bir şey öğrenmeye, kendi kalbinin ve aklının toprağını işlemeye, kendi nefsinin yabani otlarını temizlemeye devam eder.

Bu bir varoluş halidir. Kendi dalından meyve vermeye, kendi gölgesiyle serinletmeye, kendi kökleriyle toprağa sımsıkı tutunmaya çalışan bir ağaç, aynı zamanda etrafındaki fidanlara da en güzel örnektir. Öğretmen veya anne-baba; öğrencisinin ya da çocuğunun gözünde bitmiş bir ürün değil, büyümekte olan bir şahittir.

İnsan yetiştirmek, iki yolcunun –tecrübeli olan ile yola yeni çıkanın– aynı hedefe doğru yürümesidir. Bahçıvan da aslında bahçenin bir parçasıdır. Nihai ders şudur: Sen yetiştirirken aslında sen de yetişirsin. Bu, bitmeyen bir karşılıklı bereket ve tekamül yolculuğudur. En büyük başarı, yetiştirdiğin fidanla birlikte senin de olgunlaşmandır.

SONUÇ YERİNE: BİR GÜN BU DÜNYA GÜL BAHÇESİNE DÖNECEK

Bu satırlarda, insan denen o nadide varlığın serüvenini Kur’an’ın bize öğrettiği en anlaşılır ve en derin lisanla bir bahçe metaforuyla anlamaya çalıştık. Bir çocuğun ruhu en narin çiçek kadar nazik, en kadim çınar kadar dirençli potansiyellerle yüklüdür. Ona uzanan her el ilahî bir planın hizmetkârı olan bir bahçıvanın elidir; annenin şefkati, babanın himayesi, öğretmenin rehberliği, toplumun duası ve insanın kendi iradesi bu planın bir parçasıdır.

Bu kutlu yolculuk, dua ile sulanan bir tohumla başlar. Her çocuk kabul olunmuş bir niyaz, Allah’ın âleme lütfudur. Onun içindeki biricik cevheri keşfetmek, verimli bir toprak olabilmek, sevgi ve merhametle sulamak, bilgi ve hakikat ışığıyla aydınlatmak, dayanak olup rehberlik etmek, budayarak şekillendirmek, hastalıklara çare olmak, yabani otlardan arındırmak, kültürü ve kimliğiyle beslemek, sosyal etkileşimle güçlendirmek, sera gibi korumak, sabırla ve zamanın ritmine saygıyla beklemek, sonunda hasadın bereketini ve vazifenin şuurunu umut etmektir.

Bu bahçe dünyanın geçici rüzgarlarına ve değişken iklimine teslim edilmiş bir alan değildir. Onun asıl ve ebedî vazifesi, vahye şahitlik eden bir halife olarak meyvesiyle tüm âleme fayda kazandırmaktır. Kökü sabit, dalları göğe yükselen o ağaç gibi.
Bu sürecin en temel şartı, bahçıvanın önce kendi iç bahçesini ıslah etmesi ve kendini yetiştirmesidir. O da aslında bitmeyen bir tekâmül yolculuğunda büyüyen bir fidandır. En etkili ders, sözden önce hâl ile verilir.

İşte insan yetiştirme sanatı… İşte bu kadim, mukaddes ve ağır sorumluluk…
Bu muazzam bahçenin mütevazı hizmetkârları olarak bizlere düşen, kendi kudretimizle gururlanmadan asıl Kudret’in önünde birer vesileden ibaret olduğumuzu unutmamaktır. Tohumu yaratan, toprağa can veren, suyu yağdıran, güneşi doğduran, kalplere şefkati ve akıllara hikmeti yerleştiren O’dur.

Bizim vazifemiz, temiz bir niyet, sarsılmaz bir sorumluluk, sabırlı bir emek ve bitmek tükenmek bilmeyen bir şükür ve sabırla bu bahçeye hizmet etmektir. Hasadımız dünyada bir tebessüm, bir iyilik, bir hayır dua ve geride bıraktığımız insanlar arasında lisan-ı sıdk ile yâd edilmek; ahirette ise Rabbimizin “Ey gönül huzuruna ermiş olan kişi! Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön Rabbine! Sen de katıl has kullarımın içine, gir cennetime!” (Fecr,27-30) hitabına mazhar olmaktır.

Bu sorumluluğu taşırken dünyanın dört bir yanındaki zulümlere ve insanlığın acılarına da kör kalamayız. Her koparılan dal, her budanan fide, insanlık bahçesindeki ortak bir yaradır. Şairin isyanı bu yaraya dokunur ve bizi kendi bahçemizi ıslah ederken mazlum coğrafyaların feryadına da kulak vermeye çağırır:

ey insan
ey insanlık
ayağa kalk
kolları ve bacakları budanmış delikanlıları
boyunları gövdelerinden ayrılmış insanları
gözleri uyur gibi kapanmış, kan pıhtıları içindeki bu
çocukları
gelişmiş laboratuvarlarınızda dikkatle inceleyin
ve bir gün
bu dünya
gül bahçesine dönecek
bunu böyle bilin; ve
unutmayın..

Bir gül yetiştirmek, yalnız kendi fidanımızı değil mazlum coğrafyalarda zulme uğrayanların da acısını paylaşmaktır. Bahçıvanlık, insanlığın ortak vicdanına emanet edilmiş ilahî bir görevdir vesselam.
 
Sözün hitamında niyazımız şudur ki:

Allah’ım
İçinden geçtiğimiz çağın ateşleri altında ıstırap çeken bu dünyanın yeniden bir gül bahçesine dönüşebilmesi için tıpkı Hazreti İbrahim’in ateşini gül bahçesine çevirdiğin gibi zalimlerin tutuşturduğu her ateşi gül bahçesine dönüştürebilme sabrını, cesaretini ve hikmetini lutfet.
Emanetçisi olduğumuz tüm fidanları
kökleri imanla sabit
dalları ufukları saran
meyvesi adalet ve merhametle dopdolu
gölgesi herkese huzur veren
ve her dem Sana şükreden
vahye şahitlik eden
yeryüzüne rahmet saçan birer çınar olarak yetiştirme şuurunu, basiretini ve nasibini bize lutfet.

Bizi kendi bahçesini ihmal etmeyen ve kendi hakikatini daima kalbinde taşıyan ve gül yetiştiren insanların kutlu mirasını yaşatan adanmış kullarından eyle.

Ahmet Türkben

Yorumlar4

  • Ardahan'lı 5 saat önce Şikayet Et
    Amin, amin, amin.... Mükemmel bir yazı, kaleminize, kelamınıza, yüreğinize sağlık.. Yüce Rabbim sizden ebeden razı olsun...
    Cevapla
  • AĞACAN 6 saat önce Şikayet Et
    AMİN AMİN AMİN Saygıdeğer hocam. Emeğinize, Yüreğinize, Kaleminize Sağılık. Allah razı olsun
    Cevapla
  • eda 6 saat önce Şikayet Et
    o güğnler bitti. heyhattttt.
    Cevapla
  • İsmail 7 saat önce Şikayet Et
    Yorum devamı; Dinsizler... hakaretleri ile anca bu biçilir. Gül Bahçesi için elzem olan Şeffaflık-Adalet-Dürüstlük-Hakkaniyet-Liyakat-Ahlak ve çalışkanlık gereklidir. Bu tür güzel yazılar yazmak-sohbetler yapmak kolay lakin Benim yaşamımın da Rahmetli Babamdan farklı olmadığına göre Muhtaçlıktan hiç bir zaman kurtulmak....
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat