Söz medeniyeti: Kelamla dirilmek, ahlakla yücelmek

  • GİRİŞ29.09.2025 10:50
  • GÜNCELLEME30.09.2025 09:17

İnsanı insan yapan en kıymetli hasleti nedir? Yalnızca düşünmek mi, yoksa düşündüğünü kelimelere dökerek bir medeniyet inşa edebilmek mi? Yeryüzündeki yolculuğumuzun anlamı tam da bu sorunun cevabında gizlidir.

Tarih boyunca insan, varlığını önce kelamla ortaya koydu; sonra bu kelamı kalemle ebedîleştirdi. Söz, hakikati görünür kılan bir diriliş nefesiydi; kalem, o nefesi çağlar boyunca taşıyan bir emanetçi. Böylece insan, kelamla dirildi; sözle uyandı, sözle yüceltti varlığını, sözle kurdu medeniyetini.

Bugünün gürültülü çağında yeniden dirilmek; sözün en güzeli olan hakikati dile getirmek, güzel sözle konuşmak, sözü yazıyla kayıt altına almak, amelle pekiştirip ahlakla yüceltmekle mümkündür; zira medeniyet dediğimiz şey, aslında bu dört temel üzerine yükselir: kelam, kalem, amel ve ahlak.

SÖZ VERMİŞTİK ÂLEM-İ ERVAHTA

İnsan, düşünen ve söz sahibi olan bir varlıktır. Onu, beşer olmaktan insan olmaya taşıyan en kıymetli hasleti sözüdür, kelamıdır, konuşmasıdır.

İlk söz, âlem-i ervahta verilmişti: “Elestü bi Rabbikum – Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına verilen “Belâ – Evet, Sen bizim Rabbimizsin” cevabı (A’râf, 172) insanın varoluş yolculuğuna damgasını vurdu. Bu ahitle başlayan sözün yolculuğu, ilk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem ile hanımı Hazreti Havva’nın dünyaya inişiyle yeryüzünde kelamla vücut buldu, vahiy ile kemale erdi, kalemle kayıt altına alınarak muhafaza edildi.  

BEYAN NİMETİYLE GELDİK DÜNYAYA

Allah Teâlâ, insana konuşmayı, anlamayı ve anlatmayı öğretmiştir. Rahmân Suresi’nde şöyle buyrulur:
“Bütün kemal sıfatların sahibi olan Rahman, Kur’an’ı peyderpey öğretti. İnsanı yarattı, ona beyanı (anlama ve anlatmayı) öğretti.” (Rahmân, 1-4)

Bu ayetler, insanın iletişim yetisinin ilahi bir lütuf olduğunu vurgular. Beyan, konuşmakla birlikte anlama, düşünme ve ifade etme yetisidir. İnsan kelimelerle sadece iletişim kurmaz; duygusunu, düşüncesini ve hakikati aktarma becerisiyle hem kendini hem de çevresini şekillendirir. Beyan, insanın duyduklarını kavrayıp hikmetle ifade edebilmesi, yanlışla doğruyu ayırt edebilmesi ve en önemlisi hakikati anlatabilmesidir.

BİR KUTLU SÖZE BAĞLANMAK

Vahiy, insanın omuzlarına sorumluluk yükleyen ağır bir emanettir. “Gerçekten senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız.” (Müzzemmil, 5) ayet-i kerimesi, hak sözün taşıdığı ilahî yükün ve sorumluluğun büyüklüğünü hatırlatır.

İnsanın yaratılış amacını bir kutlu söz dile getirir:
“Lâ ilâhe illallah” – Allah’tan başka ilah yoktur. Bu söz, bütün peygamberlerin davetinin ortak özüdür; varlığın anlamını, kulluğun gayesini ve insanın yeryüzündeki sorumluluğunu özetler. Tevhidin bu özlü beyanı, insanı inanmaya ve hayatını bu inanç üzerine kurmaya çağırır.

Peygamber Efendimiz de risaletinin ilk günlerinden itibaren insanları bu sözün etrafında toplanmaya davet etmiş, “Lâ ilâhe illallah deyin, kurtuluşa erersiniz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/492) buyurarak kurtuluş yolunun bu sözden geçtiğini ilan etti.

Gönderilen bütün peygamberler, Hakk’ın sözünü tanımlamak ve güzel ahlâkı tamamlamak üzere görevlendirildi. Amaç, insana unuttuğu sözü hatırlatmak, âlem-i ervahta verilen sözü yaşamak ve yaşatmaktı. Bu çağrı, insanlığı birleştiren ve hakikat ekseninde buluşturan en temel davet olmaya devam etmektedir.

DALLARI GÖKTE BİR SÖZ AĞACI

Kur’an-ı Kerim, sözün bir iletişim aracı olmasının yanı sıra ve daha da önemli olarak bir inşa ve yıkım vasıtası olabileceğini iki kelimenin farkını ortaya koyarak açıklar: kelime-i tayyibe ve  kelime-i habîse.  Kelime-i tayyibe tevhidi ifade eder, hakikati, adaleti ve rahmeti temsil eder; kelime-i habîse ise bâtılın, zulmün ve yalanın sembolüdür. İnsanlık tarihindeki tüm çatışmalar da güzel söz ile çirkin söz üzerine kuruludur; zira bu çatışma, hakikat ile yalanın, tevhid ile şirkin, hak ile bâtılın asırlardır süregelen mücadelesinin bir tezahürüdür. İnsanın iç dünyası, hangi sözü büyüttüyse oraya yönelir; medeniyetler de sözün mayasıyla kurulur ya da çözülür. Kur’an-ı Kerim bu hakikati şöyle misallendirir:
“Allah’ın nasıl bir misal getirdiğini görmedin mi? Güzel sözü, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. O ağaç, rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir… Kötü sözün misali de kökü yerden sökülmüş, ayakta duramayan kötü bir ağaçtır…” (İbrâhim, 24-27).

Bu benzetme, sözün kalıcı etkisini ve topluma olan faydasını anlatır. Tıpkı bir ağacın kökleriyle toprağa sıkı sıkıya tutunması gibi, söz de insanın kalbinde sağlam bir yer edinir. Dalların göğe yükselmesi, onun sürekli gelişimini ve semaya yönelişini gösterir; söz de insanı yücelten, hayırlı amelleri çoğaltan bir etkiye sahiptir.

Güzel sözden maksat, tevhid sözüdür ve kelime-i şehadettir. Bu söz; güçlü, sarsılmaz ve bereketli bir hakikattir. Bâtılın rüzgârları ne kadar sert esse de onu sarsamaz, köklerinden koparamaz. Onun meyveleri ise salih ameller ve güzel ahlâktır. Bütün insanlığın iyiliği için yeşeren söz ağacımız; kökleri sağlam, dalları göğe uzanan, gölgesiyle insanlara huzur veren bir medeniyet anlayışının temelidir. Bir ağacın yeşil kalması için düzenli sulanması gerektiği gibi kalpteki iman da faydalı ilim, salih amel, zikir ve tefekkürle beslendiğinde güçlü kalır. Peygamberimizin şu uyarısını unutmayalım: “Elbise nasıl yıpranır eskirse, kalpteki iman da öylece yıpranır, eskir. O hâlde imanınızı Kelime-i Tevhit (Lâ ilâhe illallah) ile daima tazeleyin.” (Hâkim, el-Müstedrek)

KUR’AN’DA SÖZÜN İKİ YÜZÜ

Kur’an-ı Kerim, sözün hem gönülleri dirilten hem de yıkıcı olabilen yönlerini kavramlarla öğretir. Güzel söze dair kavramlar, sözün insanı ve toplumu nasıl inşa ettiğini gösterirken kötü söze dair kavramlar, dilin ne kadar yıkıcı olabileceğini hatırlatır.

Gönle Dokunan Sözler
Kavl-i hasen (Bakara, 83): İnsanlara yöneltilen güzel ve yumuşak söz.
Kavlün ma‘rûf (Bakara, 263- Nisâ, 5,8): Gönül incitmeyen, doğru, fitneye yol açmayacak şekilde söylenen güzel söz.
Kavlen belîgâ (Nisâ, 63): Gönüllere tesir eden, derin ve etkili söz.
Kavl-i ‘adl (En‘âm, 152): Adaletli, dengeli ve ölçülü söz.
Kavlen kerîmâ (İsrâ, 23): Anne-babaya karşı saygılı ve iltifatkâr söz.
Kavlen meysûrâ (İsrâ, 28): Muhtaçlara verilecek bir şey olmadığında gönül alıcı, tesellî edici söz.
Kavlen leyyinâ (Tâhâ, 44): Zalimin kalbini yumuşatacak, nazik ve yumuşak söz.
Kavl-i tayyib (Hac, 24; İbrahim 14/24-26): En güzel söz; tevhid sözü, kökü yerde dalları gökte sağlam ağaç benzetmesi.
Kavlen sedîdâ (Ahzâb, 70): Dosdoğru, sağlam ve Hakk’a uygun söz.

Bu kavramlar, sözün hem dilde hem kalpte yankı bulması gerektiğini ve hakikatin güzel bir üslupla aktarılmasının medeniyetin temel direği olduğunu hatırlatır.

Yaralayan Sözler

Kavl-i sû’ (Nisâ, 148): Kötü ve incitici söz.
Kavl-i zuhruf (En‘âm, 112): Aldatıcı, süslü ve temelsiz söz.
Kavl-i zûr (Hac, 30): Yalan ve gerçeğe aykırı söz.
Kavl-i lahn (Muhammed, 30): Eğip bükülmüş, yaldızlı ama yanıltıcı söz.
Kavl-i münker (Mücâdele, 2): Akla sığmayan, çirkin ve asılsız söz.

Bu uyarılar, dilin yanlış kullanımının kişisel ve toplumsal felaketlere yol açabileceğini açıkça gösterir. Kur’an, insanı sadece “güzel söz”e çağırmakla kalmaz; sözün kirlenmesini de münker olarak tarif eder ve dili emanet bilinciyle kullanmayı öğütler.

MEDENİYETİMİZ, TEVHİD SÖZÜ ÜZERİNE BİNA EDİLDİ

Tevhid; Allah’ın birliğini kabul etmekle birlikte, hayatın her alanında adaleti, hikmeti ve merhameti esas alan bir hayat inşa etmektir. İlimden sanata, ahlâktan hukuka kadar bütün alanlarda tevhid bilinci, birlik ve beraberlik ruhunu besledi. Farklılıkları vahdet içinde bir zenginlik olarak gören yaklaşım toplumda barış ve huzurun teminatı oldu.

Bu bütüncül bakış, tevhidin yalnızca inançla sınırlı bir ilke olmadığını; söz, davranış ve tavırla hayatın her alanına yansıyan bir hakikat olduğunu gösterir. Tarih boyunca bu hakikat, peygamberlerin dillerinde hak söze dönüşerek zulme meydan okudu, hem insanın iç dünyasında hem de toplumda inşa eden bir diriliş çağrısına dönüştü.

Hazreti İbrahim’in cesaretle dillendirdiği hak söz, Nemrut’un saltanatını titretti. O, tevhidin güneşini bütün ihtişamıyla parlatırken Nemrut bu parıltıyı karartmak için yakıcı alevleri çağırdı; ancak hakikat, ateşleri bile söndüren bir söz oldu. “Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!” (Enbiyâ, 69) emriyle Nemrut’un tutuşturduğu cehennem, bir anda gül bahçesine dönüştü. O gün, yakıcı alevleri sönmüş bir zalim ve hakikatle serinlemiş bir peygamber vardı sahnede; evet hak söz, bazen bir ateşi söndürür, bazen bir kalbi tutuşturur.

Hazreti Musa, zalim Firavun’un karşısına “kavl-i leyin” yani yumuşak bir sözle çıktı. Bu yaklaşım; hakikatin vakarını, tebliğin zarafetini ve imanın gücünü temsil ediyordu. Musa aleyhisselam, sözüyle bir saltanatı sarsacak kadar güçlü bir daveti dillendirdi: Zulmün gölgesinde ezilen bir halkın özgürlüğünü ve Allah’ın birliğini haykırdı; fakat Firavun, bu sözü bastırmak, etkisizleştirmek ve unutturmak için zulme başvurdu. Zorbalıkla hakikati susturacağını sandı; baskılar, tehditler, büyücüler ve ordular devreye sokuldu; ancak hak söz, Firavun’un bütün tehditlerini aşan bir direnişe dönüştü. O sözde Rabbimizin kudreti, bir peygamberin sadakati ve mazlumların duası vardı. Zulüm, sözün karşısında büyüyemedikçe daha da öfkelendi; fakat Musa’nın dilinden dökülen her kelime, bir başka kalbi uyandırıyor, bir başka vicdanda yankı buluyordu. Firavun sarayında saltanatını sürerken Musa halkın gönlünde cesur bir lider ve hakikat yolunun önderi olarak gönüllerde taht kurdu. Böylece hakikatin sözü, zorbalığın en kalın perdelerini bile delip geçen bir diriliş çağrısına dönüştü.

Hazreti İsa’da söz mucize boyutuna ulaştı. “Ol!” emriyle yaratılan Hazreti İsa, Allah’ın kelimesi yani sözü olarak tanımlandı Kur’an-ı Azîmüşşan’da, babasız dünyaya gelen mucize bir bebek olarak. “Muhakkak ki Îsa’nın babasız dünyaya geliş hâli de, Allah katında Âdem’in hâli (topraktan, anasız-babasız yaratılması) gibidir. Allah, Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona (insan) Ol! Dedi. O da, hemen (insan) oluverdi.” (Al-i İmran, 59)  Sağır kulakların hak söze duyarsızlıklarına, beşikteyken söylediği sözlerle karşılık veren Hazreti İsa sözün ilahî boyutunu, insanı acze düşüren bir tesirle gündeme getirdi.

Cevâmiu’l-kelim olan Peygamberimizin Mekke sokaklarında yankılanan kutlu kelamı, karanlık dünyaları aydınlatan bir nur, sönmüş gönülleri tutuşturan bir çerağ oldu; ancak bu söz, sadece bir davetten daha fazlasıydı, zulme, sapkınlığa, adaletsizliğe karşı bir itirazdı. Bu yüzden susturulmak istendi. Müşrikler, o kutlu sözü engellemek için her yolu denediler. Boykot ilan ettiler, işkenceye başvurdular, iftira attılar, hicvettiler, yurtlarından sürdüler; lakin bu söz, hiçbir baskıyla sönmedi, bilakis her engelde daha da yankılandı, zulmü titreten bir adalet çağrısı oldu.

Yıllarca süren baskıların ardından hicret gerçekleşti. Söz, Mekke'de bastırılmak istenirken Medine’de bir toplumu inşa etti ve gün geldi, o sözün sahibi hicret ettiği şehre yine sözle döndü. Mekke, kılıçla değil; rahmetle, merhametle ve affedici bir kelamla fethedildi“Bugün size bir ayıplama, bir kınama yok. (Ben hakkımı çoktan helâl ettim.) Allah da sizi bağışlasın. Çünkü O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) hitabı, tarihe sözüyle yön veren rahmet peygamberinin izini bıraktı.
Bütün bu örnekler, hakikatin sözüne karşı ne kadar baskı ve zulüm uygulanırsa uygulansın, onun aslında ilahî bir kudretle korunduğunu ve gönüllere kök salarak büyüdüğünü gösterdi.

Sözü ateşe attılar, sönmedi.                                                                                                     
Sözü sürgün ettiler, kaybolmadı.                                                                                               
Sözü hapse attılar, susmadı.                                                                                                   
 Sözü değiştirmeye çalıştılar, bozulmadı.
Sözü idam etmek istediler, ölmedi.                                                                                                         
Sözün gücünün, Hakk’tan geldiğini bilmediler, bilemediler.

Gönülden çıkan hak sözlerdeki tesiri bozamadılar; zira gönülden çıkan söz, gönüle girer ve gönülleri fethederdi.

Mevlâna, gönülden çıkan güzel sözlerin tesirine dair şu güzel tespitte bulunuyor: Candan, gönülden söylenen güzel sözler, dualar, niyâzlar, yakarışlar, Hakk’a doğru yükselir. Hakk’tan başka kimsenin bilmediği, bir yere kadar varır, ulaşır. Temizlenmiş ve arınmış olan nefeslerimiz, hoş sözlerimiz, yücelir, yücelir, bizden armağan olarak ölümsüzlük, sonsuzluk âlemine varır. Sonra sözlerimizin, niyâzlarımızın sevabı, Allah’ın rahmetinin bir eseri olarak kat kat çoğalarak bize gelir.” (Mevlânâ, Mesnevi, 882-886. Beyitler)

Bu bakış, bize hak sözün ve gönülden yapılan niyazın sadece insan kalbinde değil, ilahî düzende de yankı bulduğunu hatırlatır. İçten söylenen bir söz, gönüllere dokunmakla kalmaz; semaya yükselir, rahmetle yoğrulur ve yeniden sahibine bereket olarak döner. Böylece hakikatin sesi, zamanın ve mekânın ötesine geçerek kalıcı bir tesir bırakır. Gönülden doğan sözler de tıpkı gizli yapılan iyilikler gibi hem söyleyenin nefsini arındırır hem de muhatabın gönlünde iyiliğe ve umuda kapı açar.

SÖZDE SİHİR ETKİSİ VARDIR

Söz; insan ruhunu etkileyen, kalpleri harekete geçiren, düşünceleri dönüştüren derin bir kudrettir. Nitekim Peygamber Efendimiz, bir adamın etkileyici hitabetini işitince şöyle buyurmuştur:
“Şurası muhakkak ki sözde sihir etkisi vardır, şiirde de hikmet…” (Buhârî, Edeb 90)

Bu hadis-i şerif, sözün insana tesirini büyüyle kıyaslayacak kadar güçlü ve derin olduğunu ortaya koyar. Söz, doğru ellerde bir kalbi onarır, yanlış ellerde bir ömrü zehirleyebilir. Bu yüzden İslâm ahlâkı, sözün etkisini bir sorumluluk olarak görür. Hadis ve ahlâk kitaplarında dilin afetlerine geniş yer verilmesi, bunun en açık göstergesidir; zira ağızdan çıkan her kelime, kalbe tesir eder ve kul sorumluluğunu da beraberinde getirir.

Bu hakikati asırlar önce dile getiren Yunus Emre, bir mısraıyla çağları aşan şu uyarıyı yapar:

“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı;
Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz.”

Bu mısralar, sözün hem şifa hem zehir olabileceğini anlatan hikmet dolu bir hatırlatmadır. Savaşları dindirecek sözler söylemek varken ne yazık ki bugün savaşları başlatan sözlerle karşılaşıyoruz. Birçok kargaşa, yanlış bir cümleyle başlıyor; nice kalp kırılıyor, nice hayat sönüyor. Söz, medeniyet kurar; aynı zamanda yerle bir de edebilir. İşte bu yüzden sözün ahlâkını bilmek, onu ne zaman ve nasıl söyleyeceğini öğrenmek, insani ve ilahî bir sorumluluktur.

Sözün etkisinin kaybolduğu bir çağda yaşıyorsak bunu sadece edebi eksiklikle açıklamak yeterli değildir. Söz, içi boşaldığında gücünü kaybeder, tesiri azalır; çünkü söz artık kalpten çıkmıyor, hakikati taşımıyordur. Sözün gücü; söyleyenin kalbinden ve yaşanmışlığın içinden süzülüp gelmesindedir. Eğer söz hakikatten uzaksa, davranışla desteklenmiyorsa, sadece yankılanır ama dokunmaz. Sözün yeniden dirilmesi, hakikatle olan bağını güçlendirmekten geçer.

Bugün tesirli söz söylemek isteyen herkesin, önce kendi kalbini arındırması; sonra da o sözü taşıyacak ahlâkı, sabrı ve hikmeti kuşanması gerekir; çünkü sözün sihri, onun doğruluğunda, zarafetinde ve içtenliğindedir ve unutmamak gerekir ki, gönülden çıkan söz, gönüle ulaşır.

SÖZ VE KALEMLE DİRİLMEK, AMEL VE AHLAKLA YÜCELMEK

Hak sözün gönülleri dirilten nefesi, tarihin her devrinde medeniyetimizin mayasını yoğurmuştur. Vahyin ilk hitabından itibaren söz, insanı hakikate davet eden bir çağrı olmuş; düşünceyi, irfanı ve ilmi besleyen en güçlü damar olarak yüzyıllar boyunca canlılığını korumuştur.

Gönüllere işleyen hak söz, kalemle kayda geçince zamana meydan okur. İnsanın hafızasını diri tutan, medeniyetin mirasını gelecek nesillere taşıyan da işte bu birlikteliktir: sözün ilhamı ile kalemin kaydı. Peygamberimizin getirdiği ilahi mesaj, sahabelerin dilinde yankılanmakla kalmamış; vahyin aydınlığını yüzyıllar sonrasına taşıyan mürekkep izlerine dönüşmüştür. Kur’an-ı Kerim’in “Kaleme ve yazdıklarına andolsun!” (Kalem,1) hitabı, bu hakikatin ebedî ilanıdır. Söz, gönülleri uyandırır; kalem, bu uyanışı çağlara taşır.

Ne var ki söz, dile getirilmekten ziyade hayatla doğrulandığında hakikate dönüşür. Kelamullah’ın şu uyarısı bu gerçeği özetler: “Güzel sözler Allah’a yükselir; fakat bunları O’na yükseltecek olan da sâlih amellerdir.” (Fâtır, 10)

Bu ayet-i kerime bize, en güzel sözün bile ancak amel ve ahlakla yücelerek Allah katında değer kazandığını öğretir. Hakikati dile getirmek büyük bir nimettir; ama onu yaşamak, davranışa dönüştürmek, sözün gerçek kıymetini belirler.

Amel, söze can verir; ahlak, onu kemale erdirir. Salih amellerle desteklenmeyen her ifade, ne kadar güzel ve etkileyici görünürse görünsün, zamanla yitip gider. Ahlak ise bu amelin içini doldurur; insanın niyetini arındırır, davranışına derinlik katar. Böylece söz, kuru bir iddiadan ibaret kalmaz; amel ve ahlakla yoğrularak hem kişiyi hem de içinde yaşadığı cemiyeti yüceltir. Bu bağlamda sözle dirilmek ve kalemle inşa etmek, medeniyet yolculuğunun sadece ilk adımıdır. Onu yüceltecek olan, insanın kendi hayatında sergilediği ahlaki tutarlılık ve hayra yönelen eylemleridir. Hak sözün emanetini taşıyan her fert, bu emanetin ağırlığını ameliyle ve ahlakıyla göstermekle sorumludur.

HÂL DİLİYLE KONUŞMAK

Söz, hakikati anlatmanın en güçlü aracıdır; ama bazen kelimeler kifayetsiz kalır. Hâl dili, yani insanın yaşayışıyla, tutumuyla, ahlakıyla ortaya koyduğu sessiz anlatım, çoğu zaman sözden daha derin ve kalıcı bir tesir bırakır. Gözlerin, davranışların ve günlük yaşantının söylediği bu sessiz söz, muhatabın kalbine doğrudan ulaşır.

Peygamberimizin hayatı, hâl diliyle konuşmanın en parlak örneğidir. O’nun ahlakı, Kur’an’ın yaşayan tefsiridir. İnsanları gündelik davranışlarındaki zarafet, merhamet ve adaletle de hakikate davet etmiştir. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyruğu, hâl dilinin peygamberî önemini gösterir.

Tasavvuf büyükleri de irşadın en etkili yolunun hâl olduğunu vurgulamışlardır. Sözün gücünü destekleyen hal, gönüllere nüfuz eder; çünkü gözle görülen, kalple hissedilen yaşantı, dilden dökülen ifadeden daha inandırıcıdır. Yunus’un “Söz ola kese savaşı” mısraları, dilin yanı sıra hâlin ve tavrın da barışı ve dirilişi sağlayan tesirini ima eder.

Bugün de insanın söyledikleri ile yaşadıkları arasında uyum kurması, hâl diliyle konuşmanın en önemli şartıdır. Erdemli bir duruş, adaletli bir tavır, merhametli bir bakış, gönüllere sessizce ama derinden hitap eder. Modern dünyanın gürültüsünde bile bu sessiz çağrı, hakikati arayanlar için en ikna edici delil olmaya devam etmektedir.

MEDENİYETİMİZİN KÖKLÜ SÖZ GELENEĞİ

Bizim medeniyetimiz, söz medeniyetidir. Harfler üzerine kuruludur; kelamı, kalemi ve ameli merkeze alarak insanı ve toplumu inşa eder. Medeniyetimizin köklü söz geleneği, şairlerin, hatiplerin, ediplerin ve düşünürlerin kelimelerle derin anlamlar inşa ettiği bir kültürü yansıtır. Divan şiirinden halk edebiyatına, destanlardan tasavvufi metinlere kadar pek çok alanda söz ustalığı kendini göstermiştir. Dil, sadece bir iletişim aracı olmaktan öte bir medeniyetin ruhunu taşıyan ve aktaran en güçlü vasıtalardan biridir

Medeniyetimiz, kelamın hikmetle buluştuğu; sözün ilim, irfan ve ahlakla yoğrularak nesilden nesile aktarıldığı bir yapı üzerine inşa edilmiştir. Kelam; hakikatin, hikmetin ve irfanın taşıyıcısıdır, gönülleri fetheder, toplumları şekillendirir ve nesiller boyunca aktarılan bir miras bırakır. Sözün etkisi, medeniyetimizin temel taşlarını oluşturmuş; adalet, merhamet, ahlak, ilim ve irfan bu güçlü ifade biçimiyle kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.

Söz, gönüllere dokunur, kalem, zihni aydınlatır. Sözle irfan yayılır, kalemle ilim kökleşir.

OKUMAKTAN MANA NE?

Okuma yazma; insanın bilgiye ulaşmasını, düşünmesini, kendini geliştirmesini ve hakikati anlamasını sağlayan en soylu eylemlerdendir. Kur’an-ı Kerim’in ilk inen ayetleri, Alâk suresinin ilk beş ayetidir:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı aşılanmış bir yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”       (Alâk, 1-5)

Cenâb-ı Hakk’ın insana ilettiği vahyin ilk emrinin “Oku!” şeklinde başlaması, bilginin ve öğrenmenin İslam'da ne kadar önemli olduğunu gösterir. Allah Teâlâ, insana bilmediklerini öğretmiş, ona kalemi kullanarak yazmayı ve bilgiyi korumayı bahşetmiştir. Okuma, harfleri tanımakla birlikte anlama, düşünme ve hikmeti kavramaya yönelik bir yolculuktur.

Bu yolculuğun amacı insanın, kâinatın ve olayların da birer ayet olarak görülüp anlaşılması gerektiği gerçeği, okumanın geniş kapsamını vurgular. İnsanın çevresini ve yaşananları doğru bir bakış açısıyla yorumlaması önemlidir; fakat en temel öncelik, anlamak, düşünmek ve bilinç düzeyinde kavramak için yazılı kaynaklardan beslenmektir.

Okuma yazma, kişinin gelişiminin ve toplumların ilerlemesinin temel taşlarındandır. Allah’ın insana sunduğu en büyük nimetlerden biri olan bu yetileri en güzel şekilde kullanmak, insanın hem kendini hem de dünyayı daha iyi anlamasına vesile olan bir sorumluluktur.

Okuma yazmanın öneminin farkında ve şuurunda olan müminler, tarih boyunca ilim ve irfan mektepleri vasıtasıyla insanı ve toplumu inşa etmişlerdir. Medeniyetimiz; sözün gücünü, kelimelerin taşıdığı anlamları ve onların insan ruhunu besleyici etkisini her zaman yücelten bir kültüre sahiptir. Okuma yazma, bir öğrenme aracı olduğu kadar bir ibadet, bir sorumluluk, bir arınma yoludur. Her kelime ilim şehrine açılan bir kapı; her cümle, insanı düşünmeye, anlamaya ve hakikate ulaşmaya davet eden bir elçi gibidir.

Bu hakikati yüzyıllar önce Yunus Emre şu dizeleriyle dile getirir; okuyup yazmanın özünü ve gayesini veciz bir biçimde hatırlatır:

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır?

Okumaktan mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir,
Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.”

Yunus’un bu mısraları, asıl ilmin bilgi yığmak ve malumatfuruşluk olmadığını bilakis insanın kendi hakikatini ve Rabbini tanıması olduğunu anlatır. Okumak, kalbi Hakk’a açmayan bir çaba ise kuru bir emek olarak kalır; ilmin meyvesi ancak irfanla ve Hakk’ı bilmekle olgunlaşır.

YAZI, MEDENİYETİN HAFIZASIDIR
Kalem, bilginin korunmasını, aktarılmasını ve insanlığın ilerlemesini sağlayan en önemli araçtır. Yazı, düşüncelerin kalıcı hale gelmesini, ilmin nesiller boyu aktarılmasını ve hakikatin kaybolmadan korunmasını mümkün kılar. Allah’ın kaleme yemin etmesi, yazının insan hayatındaki yerini ve ilimle olan bağını gözler önüne serer.

Kalem, harfleri kâğıda döken bir araç olmaktan öte hakikatin, adaletin ve hikmetin taşıyıcısıdır. Yazı yoluyla bilgi birikimi artar, insanlar medeniyet inşa eder ve düşünceler zamana meydan okur. Ayet-i kerimede kaleme yemin edilmesi, insanın yazıyı kullanarak kendini geliştirmesi, ilmi yayması ve doğruyu aktarması gerektiğine dair ilahi bir mesaj olarak da anlaşılabilir. Bu yüzden, kalemin ve yazının kıymetini bilmek, onları doğru bilgiyle, hikmetle ve hakikatle doldurmak insanın en önemli sorumluluklarındandır.

Mütefekkir Teoman Duralı’nın şu tespiti bu hakikati özlü biçimde ifade eder:
“Beşerde gen ne ise, insanda yazı odur. Gen bize beşerî kalıtımımızı veriyor. İnsan ise mirasını yazı ile sürdürür. Medeniyet yazı üzerine kuruludur.”

Genetik miras, biyolojik varlığımızı sürdürmemizi sağlarken yazı da insanın bilgi, kültür ve medeniyet birikimini gelecek nesillere aktarmasını mümkün kılar. Yazı, insanı beşer olmaktan insan olmaya yükselten; düşünen, üreten ve geçmişi geleceğe taşıyan bir varlık hâline getiren en güçlü araçlardan biridir.

Medeniyet, sözlü geleneklerle şekillenmeye başlasa da asıl kalıcılığını yazıyla kazanır. Yazının olmadığı bir toplum, hafızasını sürekli yenileyemez ve tarih içinde kaybolmaya mahkûm olur. Yazı sayesinde hukuk, bilim, felsefe, sanat ve edebiyat gelişmiş; milletler ve medeniyetler kendilerini inşa etme ve varlıklarını sürdürme imkânı bulmuştur.

DİL VE KELİMELER: MİLLETİN RUHU

Bir milletin hafızasını ve değerlerini taşıyan en temel unsur dildir. Bu yönüyle dilin korunması ve doğru şekilde kullanılması büyük bir sorumluluktur. Mütefekkir Cemil Meriç’in şu cümlesi dilin kimlik ve kültürel varlıkla bağını çarpıcı biçimde anlatır:
“Kamus bir milletin namusudur. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.”

Kamus, bir toplumun düşünce dünyasını, medeniyetini ve tarihini yansıtan en önemli unsurlardan biridir. Bir milletin dili bozulduğunda düşünce yapısı da zayıflar, kültürel bağları sarsılır. Dilin korunması, kimliğin ve bağımsızlığın da korunması anlamına gelir. Dil, bir millet için tıpkı namus gibi korunması gereken bir değerdir; ona sahip çıkmak ahlaki ve milli bir sorumluluktur.

Kavramlar, bir toplumun düşünce dünyasını ve tarih bilincini şekillendirir. Yine Cemil Meriç, değişimin kavramlardan başladığını şu cümleyle dile getirir:
“Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: uygarlık. Mâzisiz, musikisiz bir hilkat garibesi.”

Bu söz, tarihî ve kültürel bağlarını kaybeden bir milletin kendi kimliğine yabancılaşacağını ve bu yüzden gerçek bir medeniyet anlayışı oluşturamayacağını hatırlatır.

Dilin korunması için özellikle ana dilin doğru kullanımı, nitelikli eserler okunması ve her mecrada dil hassasiyetinin gözetilmesi gerekir. Kelime haznesini geliştirmek, doğru telaffuz etmek ve yazım kurallarına özen göstermek önemlidir. Toplumsal düzeyde ise eğitim sisteminde dil bilinci artırılmalı, medya ve yayıncılıkta dilin korunmasına dikkat edilmeli, dil akademileri desteklenmeli ve yabancı kelime istilasına karşı duyarlılık oluşturulmalıdır. Ayrıca resmî belgelerde ve kurumsal alanda Türkçenin doğru kullanımına önem verilmelidir.

DİLİMİZE SAHİP ÇIKMAK, KİMLİĞİMİZE SAHİP ÇIKMAKTIR

Yahya Kemal’in Türkçemiz için söylediği şu söz, dilin bir milletin varoluşu için ne kadar hayati olduğunu anlatır:
“Bu dil ağzımda annemin ak sütüdür.”

İnsanın doğduğu andan itibaren hayatta kalmasını sağlayan en temel besin olan anne sütü gibi ana dili de insanın ruhunu, düşüncesini ve kimliğini besleyen, onu var eden bir unsurdur. Kullandığımız kelime ve kavramlar yalnızca iletişim kurmamıza katkı sunmaz; düşünme biçimimizi, dünyayı algılayışımızı ve kültürel aidiyetimizi de belirler.

Bilgiye ulaşmayı, onu hikmetle yoğurmayı ve irfanla hayatımıza yön vermeyi esas alan söz medeniyetinin mensupları olarak; kimliğimizin, kültürel mirasımızın ve tarihsel sürekliliğimizin taşıyıcısı olan dilimize sahip çıkmak ve onu korumak en öncelikli görevlerimizden biridir.

SESİNİ DEĞİL, SÖZÜNÜ YÜKSELT!

Medeniyetimizi ayakta tutan en büyük değerlerden biri, güzel söz söyleme ahlakına sahip olmaktır. Bizim medeniyetimizde söz, gelişigüzel sarf edilen bir unsur değil, üzerinde düşünülmesi gereken bir emanettir. Söz, insana verilmiş en büyük nimetlerden biridir ve onun doğru kullanımı, ahlaki ve manevi gelişimin en önemli göstergesidir. Peygamberimizin şu hadisi bu sorumluluğu apaçık ifade eder:
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden ya hayır konuşsun ya da sussun.” (Buhârî, Edeb 31)

Bu hadis, konuşmanın bir bilinç ve erdem meselesi olduğunu gösterir. Söz, insanın karakterini, niyetini ve ruh halini yansıtan bir aynadır. Sözlerin insanlara fayda sağlayacak şekilde seçilmesi, toplum içindeki huzurun ve ferdî olgunluğun temelini oluşturur.

İletişimde tesirli olmanın yolu, güzel sözlü olmaktan geçer. “Sesini değil, sözünü yükselt. Yağmurlardır yaprakları büyüten, gök gürültüleri değil…” der Mevlâna; bağırmak, sert konuşmak veya baskın olmaya çalışmaktan kaçınıp sözün içeriğini güçlü kılmayı tavsiye eder. İnsanlar genellikle bir fikri kabul ettirmek ya da kendilerini dinletmek için seslerini yükseltme eğiliminde olabilir; fakat önemli olan sesin yüksekliği değil, sözün taşıdığı anlam ve doğruluktur.

Yüksek sesle konuşmak, bir düşünceyi daha doğru veya güçlü kılmaz; aksine, içi boş bir söylem haline getirebilir; oysa anlamlı, ölçülü ve hikmetli sözler, alçak bir ses tonuyla bile derin bir etki bırakır.

SÖZ DİSİPLİNİ İLE KONUŞMAK YA DA SUSMAK

Söz disiplini, kişinin neyi, nerede, kime, ne zaman, nasıl ve hangi üslupla konuşacağını bilmesidir. Yeri geldiğinde konuşmak bir erdem ve bir sorumluluk olduğu kadar ne zaman ve nerede susulacağını bilmek de bir erdemdir.  

Bu edep ölçüsü toplumsal bir nezaket öğüdü olmanın fevkinde Kur’an’ın apaçık bir emridir. Hucurât Suresi’nde şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Sesinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin; birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da konuşmayın; yoksa bütün (güzel ve iyi) işleriniz, siz farkında olmadan boşa gider.” (Hucurât, 2)

Bu ayet-i kerime, yalnızca Peygamber Efendimizle konuşurken gösterilmesi gereken edepten bahsetmez; aynı zamanda sözün adabına dair kalıcı bir ölçü verir. Hakikati taşıyan söz, bağırarak değil, edep ve vakar ile söylenmelidir. Sesin yükselmesi, sözün değerini artırmaz; bilakis kalbi incitebilir, amelin bereketini zedeleyebilir. Kur’an’ın bu uyarısı, her çağda sözün ahlakını hatırlatan evrensel bir ilkedir.

Atalarımızın “Söz gümüşse sükût altındır.” sözü de bunu hatırlatır: konuşmak gümüş kadar değerlidir; fakat bazen susmak altın gibi daha üstün ve daha kıymetlidir.

İnsanlar düşüncelerini ve duygularını sözlerle dile getirerek iletişim kurar, bilgi aktarır, sorun çözerler. Bu sebeple söz, gümüş gibi değerli kabul edilir; ancak her durumda konuşmak doğru değildir. Bazen sessiz kalmak, olayları sakince izlemek ya da gereksiz tartışmalardan uzak durmak daha faydalıdır. Özellikle öfke anında susmak, insanı daha güçlü ve olgun kılar. Bu yönüyle susmak, altın gibi kıymetlidir.

SÖZ, HAKİKAT VE HİKMETLE YOĞRULMALIDIR

Sözün hakikat taşıyıcı olması için insan, konuşmadan önce sözlerinin doğruluğunu araştırmalı, gereksiz ve boş sözlerden kaçınmalıdır. Hikmetli, sade ve etkili bir dil kullanılmalı; söz ahlakı ve söz disiplini bir sorumluluk olarak görülmelidir. Konuşulan ve yazılan her söz, hakikati taşıyan ve insanı olgunlaştıran bir unsur olarak değerlendirilmelidir.

Gereksiz, kırıcı veya yersiz sözler yerine, hikmetli, faydalı ve insanlara yön veren cümlelerle konuşmak esastır. Bu sebeple sözlü iletişimde ölçülü olmak, başkalarını incitmemek ve konuşmalarımızı iyilik ve hakikat ekseninde şekillendirmek, sözün manevi boyutunu kavramış olmanın göstergesidir.

Sözün doğru kullanımı için öncelikle düşünerek konuşmak, her kelimenin bir anlam ve etki taşıdığını unutmamak, konuşmaları iyilik ve hakikat ekseninde şekillendirmek gerekir. Ve belki hepsinden daha önemli olarak dinleme becerisini geliştirmek, muhatabın sözlerine dikkat kesilmek gerekir. Bilginin doğruluğundan emin olmadan konuşmamak, başkalarına zarar verecek sözlerden kaçınmak, ne zaman konuşulması ne zaman susulması gerektiğini bilmek de iletişimde bir erdemdir.

Kelimelerle inşa edilen bir medeniyetin mensubu olarak sözün hikmet taşıması için okumak, düşünmek ve bilinçli konuşma pratiği yapmak bir tercihten öte gerekliliktir.

SÖZÜ DİNLEMEK VE EN GÜZELİNE TABİ OLMAK

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Onlar ki, sözü dinler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini hidayete erdirdikleridir ve onlar akıl sahipleridir.” (Zümer 39/18)

Bu ayet-i kerime, insanın söz karşısındaki tutumunu ve hakikati bulma yolculuğundaki sorumluluğunu vurgular. Her duyduğunu körü körüne kabul etmemek, bilgiyi süzgeçten geçirerek en doğru, en faydalı ve en hakikatli olanı seçmek gerekir.
“Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.” (İsra, 36)

Hakikate ulaşmak, bilinçli bir şekilde düşünüp değerlendirme yaparak en doğru olanı benimsemekle mümkündür. Allah, bu tutumu benimseyenleri hidayete ermiş, akıl sahibi insanlar olarak tanımlar. Akıl ve hikmet sahibi olanlar, her söze kulak verir; ama en doğrusunu seçer ve ona göre hareket eder.

Bilgiye açık olmak, düşünmek, doğruyla yanlışı ayırt etmek ve bilinçli bir şekilde hareket etmek, insanı sahih bilgiye ve erdemli olmaya yönlendiren temel ilkelerden biridir.

SÖYLENEN SÖZ VÜCUT BULUR

Peygamber Efendimiz hasta olan birini ziyarete gider, orada öğrenir ki hasta kendisi bizzat dua ederek hastalığı istemiş ve durumu git gide ağırlaşmıştır. Peygamberimiz onun böyle dua etmesinin çok yanlış olduğunu söyler ve şu duayı yapmasını tavsiye eder: “Ey güç olanı kolaylaştıran Allah’ım! Bize dünyada da, ahirette de iyilik ve güzellik ver.” Belayı çağırmamak gerektiğine dair de son cümlesi şu olmuştur: "Nefsim bana öyle şeyler fısıldar ki, onları söylerim de, söylediklerimle imtihan edilirim korkusuyla söylemiyorum..." (Bursevî, Ruhu'l-Beyân,IV, 222)

İnsanın sözleri ile kaderi arasında keyfiyeti bizce meçhul ve fakat ilginç bir bağ vardır. Müfessirler buna dair Yusuf kıssasından pek çok ibretli dersler çıkartılabileceğini belirtir. Hazreti Yakup, oğlu Yusuf aleyhisselam’ın rüyasını dinlediğinde ona telkinde bulunurken: “Rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana haset ederler ve sana tuzak kurabilirler.” demesi; kardeşleri Yusuf’u yanlarında götürmek istediklerinde: “Onu götürmeniz beni hakikaten üzer, çünkü siz ondan habersiz iken onu kurt yemesinden korkarım.” şeklinde endişesini ifade etmesi bu kabilden örnekler olarak gösterilir. Korktuğu başına mı gelmiştir hikmeti tam olarak bilinemese de endişe duyduğumuz olumsuzlukların dillendirilmemesi gerektiği tavsiye edilmiştir.

Bir başka örnek de Hazreti Yusuf’un sarayda kadınların fitnesine maruz kaldığında yaptığı duadır; zira O şöyle dua etmişti: “Rabbim benim için zindan bunların beni davet ettiği şeyden daha sevimlidir.” Acaba o “Rabbim bunların fitnesinden beni koru.” diye dua etseydi zindana düşmez miydi Allahu a’lem, faraziyeler üzerinden bir yargıya varmak çok anlamlı olmasa da  hikmet kabilinden salık verilen, sıkıntı vermesi muhtemel olumsuz durumları dua diliyle talep etmemek gerektiğidir.

SÖZÜN GÜCÜ VE TELKİNİN HAKİKATİ

Sözün tesiri, yalnızca muhataba yönelik bir etkiyle sınırlı değildir; insanın kendine söylediği sözlerin, yaptığı iç telkinlerin de hayatta mutlaka bir karşılığı olur. Bu sebeple, ne kadar olumsuzluk yaşanırsa yaşansın, karamsarlıktan uzak durmak, ümitle geleceğe bakmak ve dili güzel temennilerle yoğurmak gerekir; zira denilmiştir ki: “Belâ, ağızdan çıkan söze bağlıdır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/110) Her kelime bir niyaz, her cümle Hakk katına sunulmuş bir dilekçe gibidir.

Sürekli şikâyet eden, olumsuz cümlelerle konuşanların yaşadığı sıkıntıların arttığı; buna karşılık şükreden, iyimser bakış açısıyla konuşanların ise zor durumları aşabildiği gözlemlenen bir hakikattir.

Modern zamanlarda olumlu telkin konusuna özel bir vurgu yapılmaktadır. Kişi, kendine “Ben yapabilirim… Gayret edersem başarabilirim…” gibi ifadelerle olumlu yaklaşırsa, ilk başta olmasa bile zamanla hedeflerine yaklaşabileceği söylenmektedir. Buna mukabil, “Benden adam olmaz, benim kaderim böyle…” şeklindeki sözlerle kendini sınırlandıranlar ise çoğunlukla bu sınırların içinde sıkışıp kalmaktadır; ancak burada önemli bir denge vardır: Bu konuya yalnızca cümlelerin etkisiyle yaklaşmak kader ve irade kavramlarını eksik anlamaya sebep olabilir. İnsan kaderini yalnızca sözlerine bağlayamaz; zira nihayetinde her şey küllî iradenin takdiriyle şekillenir. Bundan dolayı meseleyi şükür ve sabır penceresinden değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim, bu dengeyi veciz bir şekilde ortaya koyar:
“Şükrederseniz nimetlerinizi artırırım, nankörlük ederseniz azabım şiddetlidir.” (İbrâhim, 7)

Çok zor şartlar altında olsalar da hâlinden şikâyet etmeyen, bilakis şükreden öyle güzel kullar vardır ki huzurla yaşarlar. Sabredenler de böyledir. Onlar için huzur, sadece dış şartlarda değil, iç dünyada tecelli eder. Kur’an, onların vasfını şöyle anlatır:
“Sabredenleri müjdele. Onlar başlarına bir musibet geldiğinde şöyle derler: Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara, 155–157)

Onlara bu sükûneti kazandıran; sarsılmaz imanları, dillerinden düşürmedikleri elhamdülillah cümlesi, dünya–ahiret dengesine dair idrakleri ve hayatın geçici, ahiretin ise ebedî oluşuna dair farkındalıklarıdır.

Her şey aslında bakış açısına göre farklı anlamlar kazanabiliyor. Hayata, kişilere ve olaylara hangi nazarla bakıyorsak, bize geri dönüşü de o şekilde oluyor. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulmuştur:
“Dünyalıklar hususunda kendinizden daha zor durumda olanlara bakın, uhrevî konularda kendinizden daha yüksek seviyede olanlara bakın.”

Nazar, manzarayı tağyir eder; yani nasıl baktığımız, neyi göreceğimizi belirler. Her bakış bir tercihtir, her niyet bir yöneliştir. Kanaatle bakan ve şükürle konuşanlar için nimetler katlanarak artarken tamahkâr gözle bakan, elindekini hor gören ve sürekli şikâyet edenler için hayatta ne huzur olur ne de bereket.

Ehl-i irfanın “Söylenen söz vücut bulur” sözü hem içe dönük bir telkinin hem de dışa taşan bir kader çağrısının ifadesidir; çünkü söz, iletişim aracı olmanın ötesinde bir inşa vasıtasıdır. Gönülden dökülen her kelime, kalbin aynasına yansır ve kaderin satırlarına kaydolur. Söz terbiyesi bir hayat ahlakıdır; zira dil, kalbin tercümanıdır. Söz güzel olursa, insan da güzelleşir; söz bozulursa, ruh da kararmaya başlar. Düşünceyle dil, niyetle kelime, kalple konuşma birbirine bağlıdır ve nihayetinde insan, neye bakıyorsa ona dönüşür, ne söylüyorsa onu yaşar.

DİJİTAL ÇAĞDA SÖZÜN İFFETİNİ KORUMAK

İlim ve hikmet, yalnızca söylenenleri işitmekle sınırlı kalmaz. Onları doğru biçimde kavramak, insanla ve hayatla ilişkilendirmek, nihayetinde davranışa dönüştürmek gerekir. Medeniyetimizde insan, sadece kendi sesini dinleyen bir varlık olarak tanımlanmaz; başkasının sözünü duyarak öğrenen, duyarak olgunlaşan bir özne olarak kabul edilir.

Bu anlayış, yalnız fertlerin tekâmülünü sağlamaz; aynı zamanda toplumun direncini ve yapının sağlamlığını da artırır. Birlik ruhu, insanı anlamaktan, birlikte yaşama kültürü ise sözü hikmetle kurmaktan doğar. Kalpten çıkan bir söz, sadece bir şahsa değil, bir millete umut taşıyabilir. Bu yüzden sözün özü daima doğru, güzel ve faydalı olmalı; dinlemenin gayesi ise hakikate ve hikmete yönelmek olmalıdır.

Söz, insanın aynasıdır. Her söz ya inşa eder ya da yıkar. Söz, hikmeti taşımalı, kalem, hakikati yazmalı, amel ise erdemi hayata yansıtmalıdır.

Fudayl bin İyâz, müminin söz, sükût, nazar ve amel dengesini şu veciz ölçülerle dile getirir:
“Mü’minin; konuşması hikmet, susması tefekkür, bakışı ibret, ameli iyiliktir. Böyle olduğunda devamlı ibadettesin.”

Mümin için konuşmak, susmak, bakmak ve amel etmek, sıradan alışkanlıklar olmaktan öte bir bilinç ve ahlak meselesidir. Söz, hikmetle yoğrulunca kalplere nur taşır; sükût, tefekkürle birleşince idrake dönüşür; nazar, ibretle buluşunca feraseti büyütür; amel ise iyilikle birleşince ibadet hâline gelir. Böylece insanın bütün hâlleri, sıradan eylemler olmaktan çıkar, birer ibadet ve ahlak zemini kazanır.

SÖZ AHLAKININ TEMEL İLKELERİ

Söz ahlakı; içeriğin yanı sıra zamanlama, bağlam ve muhatapla olan ilişkisiyle birlikte anlam kazanır. Hikmetle yoğrulmuş söz, şu ilkeleri içinde barındırır:

Sözü özle buluşturmak, gösterişten uzak durmak,
Kalp kırmayan, gönül yapan bir üslup benimsemek,
Gerekli olduğunda suskunluğu bir erdem saymak,
Kaba, kırıcı ve incitici ifadelerden uzak durmak,
Dinlemeden konuşmamak, anlamadan hüküm vermemek,
Her kelimeyi, Hakk’a sunulan bir dua gibi özenle seçmek.

Hakikatten beslenen sözler yüzyıllar boyunca değerini korudu; ancak çağın gürültüsü, sözün anlamını bulandırmaya başladı. Sosyal medya, anlık mesajlar ve sınırsız bilgi akışı; sözü daha erişilebilir kılarken aynı zamanda anlamını zayıflatma riskini de beraberinde getirdi.

Bir cümle, birkaç saniyede milyonlara ulaşabiliyor ve fakat bu hız, çoğu zaman düşünmeyi, ölçüp tartmayı ve sorumluluk duygusunu beraberinde taşımıyor.
Bugün söz, ekranlar arasında dolaşırken kirlenmeye daha açık hâle geldi.
Doğruluğu araştırılmamış bilgiler, iftira, hakaret ve dedikodu içeren paylaşımlar; kalpleri incitiyor, zihinleri bulandırıyor. Bu yönüyle bir sözü paylaşmadan önce düşünmek hem ahlaki hem de imani bir sorumluluk olarak görülmelidir.

Dijital çağda söz ahlakı, şu ilkelerle yaşanır:

Doğruluğu araştırılmamış bilgiyi yaymaktan uzak durmak,
Gıybet, dedikodu ve iftiranın sanal ortamda da mesuliyet doğurduğunu bilmek,
Hakareti değil hikmeti, tartışmayı körükleyen değil itidali tercih eden olmak,
Sessizliğin bazen en güzel cevap olduğunu fark etmek,
Her cümleyi edep ve nezaketle kurmak,
Sözü, kalbe dokunan bir sadakat nişanesi olarak değerlendirmek.

SÖZ: YAŞANAN VE İZ BIRAKAN BİR HAKİKAT

Sanal olan her söz, hakikatte bir iz bırakır. Ekranda yazılan her cümle, amel defterine işlenmiş bir kelimeye dönüşür. Hakikati taşıyan, zarafetle söylenen sözlerle var olmak; kirlenmiş dijital zeminlerde dahi gönüllere dokunan cümleler kurmak, hak sözün emanetini taşımak anlamına gelir.

Söz sadece konuşulan değil; yaşanan, taşınan ve arkada iz bırakan bir hakikattir. Kalemle yazılan, amelle doğrulanan ve gönülden gönüle ulaşan her söz hem insanı hem de medeniyeti yüceltmeye devam eder.

Sözümüz hakikate yaslandığı sürece, zamanın gürültüsü arasında bile medeniyetimizin ruhu hep diri kalacaktır.

 

Yorumlar1

  • AĞACAN 1 hafta önce Şikayet Et
    Allah razı olsun Kıymetli Hocam. Emeğinize sağılık.
    Cevapla Toplam 3 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat