Gönül terbiyesi olmazsa akıl savrulur, nizam bozulur, birlik dağılır

  • GİRİŞ02.11.2025 08:52
  • GÜNCELLEME03.11.2025 09:03

Gönül, nice dillerde karşılığı bulunmayan nadide bir gül ağacı gibi medeniyetimize özgü bir kelimedir.  İman, sevgi, istek, anma, muhabbet, cesaret, iyilik, doğruluk, merhamet, takva benzeri kalpte oluşan bütün sezgi ve duyguların kaynağıdır gönül. Akleden kalbin manevî yönü; idrak, şuur, irade ve karar gücünün merkezi, doğruyu, hakkı, hakikati fısıldayan vicdandır. Nurettin Topçu’nun veciz ifadesiyle: “Bizde gizlenmiş bir Allah sesi var; ona kalp diyoruz.” İnsanın ilahî çağrıyı duyduğu yerdir gönül, insanı insan yapan da o sese kulak verebilmesidir.

Türkçemizin gözelerindendir gönül, zenginlik kaynağıdır. Bu yönüyledir ki o sadece bir kelime değil medeniyetimizin köklerinin tutunduğu ana damarlardandır. Gönül bağına giren onda gönle ferahlık veren nice güller derer de onun rayihası gönül darlığını ortadan kaldırır. Gönül rızası olunca asan olur bütün işler. Nice sözler vardır ki gönle hoş gelir, niceleri de vardır ki gönlü yaralar. Kişi verdiğine karşılık beklemez de gönlümden koptu der. Bir de gönül yarası vardır ki âşığın derdi de devası da işte bundan başka bir şey değildir. Firkatteyken kavrulur, vuslata ulaşmak için de ferman dinlemez gönül.

BİZİM MEDENİYETİMİZ, GÖNÜL MEDENİYETİDİR

Biz ki ilim, irfan ve hikmetle inşa ettiğimiz medeniyete Gönül Medeniyeti demişiz. Bu medeniyetin göz kamaştıran ve ufuk veren eserlerine hayran olmuşuz. Süleymaniye’nin azameti, Selimiye’nin zarafetiyle Mimar SiKur’annan’ın şaheserlerine yansıyan gönül işçiliğine, Sultan Fatih’in hükümdarlığında yaşanan gönül iktidarına, irfan ehli Yunus Emre’nin mısralarına ruh veren gönül diline, şehadetleri nesillere ve çağlara bir çağrı olan şehitlerin aşkına sevdalanmışız.

İmam Gazali’nin ilmiyle kalbi yoğuran tefekkürünü, Süleyman Çelebi’nin Peygamber sevgisini ilahi bir nağmeye dönüştüren mevlid dilini, Ahi Evran’ın alın teriyle yoğrulmuş ahlakını, Akşemseddin’in fethin kalbine yerleştirdiği manevi kudreti, İmam-ı Azam’ın adaletle temellendirilmiş ilim ve hikmet mirasını örnek almışız. Sadaka taşlarıyla gizli infakı, vakıf kültürüyle paylaşılan bereketi, dergahların kapısında yazan “Edep Yahu!” ikazını hayatın her alanına taşımaya çalışmışız.

Bu gönül medeniyetinin yapılarında mimarların, satırlarında âlimlerin, muhitlerinde âriflerin, işlerinde zanaatkârların, dualarında annelerin izi vardır

 

Medeniyetimizin hamurunu iman, ahlak, ilim, irfan, adalet ve merhametle mayalayan gönül mimarlarının, fikir, dava ve aksiyon öncülerinin izini sürmeyi mukaddes bir vazife bilmişiz.

Mehmet Akif’in cami minberinden gönüllere dokunan ve şuur telkin eden diliyle mısralarında tasvir ettiği Asım’ın Nesli, Necip Fazıl’ın cesaret veren gür sesiyle meydanları dolduran ve mefkûresini ortaya koyduğu dergi ile sembolleşen Büyük Doğu Nesli, Sezai Karakoç’un yerli millî duruşu ve medeniyet tasavvuru ile idealize ettiği Diriliş Nesli ve daha nice öncü şahsiyetin öldükten sonra da yaşamak için ektiği tohumlardan ve diktiği fidanlardan ilham alarak gönüller kazanmaya talip olmuşuz.  

Bu medeniyetin tarihî birikimlerine şahit olunan her yeri de Gönül Coğrafyamız olarak isimlendirmişiz. Anadolu’dan Balkanlara, Horasan’dan Türkistan’a, Mâverâünnehir’den Hint Alt Kıtası’na, Hicaz’dan Kudüs’e, Şam’dan Bağdat’a, Kuzey Afrika’dan Endülüs’e… İnanmış gönüllerin yaşadığı tüm coğrafyalarla gönül birlikteliğimizi muhafaza etmeyi ve tarihte olduğu gibi bugünden geleceğe kalıcı izler taşımak için gönül köprüleri kurmayı kutlu bir gaye olarak görmüşüz. Ayrıca gönül coğrafyamızı imanla mayalayan Horasan ve Anadolu erenlerini de gönül erleri, erenleri ve pirleri olarak her daim hürmet ve minnetle yâd etmiş ve onları örnek alarak gönüller kazanmaya talip olmuşuz. Hoca Ahmet Yesevî’den Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’ye, Hacı Bayram-ı Velî’den Yunus Emre’ye, Ebu Hanife’den Maturidi’ye, Eş’ârî’den Gazalî’ye ve yakın dönem öncülerine varıncaya kadar daha nice âlim ve arif şahsiyet, yetiştirdikleri öğrenciler ve bıraktıkları eserler ile İslam medeniyetinin güzelliklerinin tüm dünyaya yayılmasına öncülük etmişler ve gönülleri terbiye etmenin yollarını göstermişler.

GÖNÜL TERBİYESİ OLMADAN OLMAZ!

Çağımız bir bakıma buhranlar çağı, tüketim toplumunun mekanik ve sonu gelmez devingen yapısı maalesef gönüllere şifa verecek dokunuşları elimizden aldı.
Yakınlar birbirini tanımaz oldu, bir selam vermek, hâl hatır sormak, gönül almak, en önemlisi de bir gönüle girmek ve gönüller kazanmak için adım atmak zor gelir oldu.
Artık düşünecek, duraklayıp iki kelam edecek, zaman ve mekân ötesi yolculuğa çıkaracak “Hızır Saatleri” azaldı.

Kalabalıklar içinde yalnızlaşan insanın gönlündeki boşluklar, yanlış adreslerde, terapi, meditasyon benzeri arayışlarla kapatılmaya çalışıldı; oysaki böylesi zamanlarda yavaşlamak, düşünmek için durmak, ruhumuzu teskin edecek duraklarda dinlenmek, daha da önemlisi kalb-i selîme ulaşabilmek için gönül terbiyesine talip olmak gerekirdi.

Gönül terbiyesi; insanın ruhen olgunlaşmasına, manen gelişmesine, daha erdemli ve daha iyi bir insan hâline gelmesine vesile olan süreçtir. Gönül terbiyesine talip olan için bir yolculuk başlar, bir gönül yolculuğu, bir iç yürüyüş… Bu yolun yolcusu, kendini tanıyıp zaaflarının farkına vardıkça ve iradesiyle kendini yönetebilme kabiliyetini geliştirdikçe tekâmül yolunda mesafeler kat eder.

Akıl, vicdan ve irade temelinde dengeli ve mutedil hareket etmeye yönelir. “Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir.” ufkuyla bu kubbede bir hoş sada bırakmak ve öldükten sonra da yaşamak için kalıcı yatırımların peşinden koşar. Bu yolculuk sürecinde ve sonunda selim bir kalbe sahip olmak için iyi insan olma, salih amel, hayır dua ve güzel insanlar biriktirme derdinde olan gönül erlerinin safında yer alarak iyilikleri çoğaltmaya ve küllî iyiliğe katkıda bulunmaya gayret eder.

Bu yolun yolcusu; “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” diyen Yunus’umuzdan ilham alarak tefekkür, muhasebe ve yenilenme bilinciyle gönül darlığından kurtulmak ve inşirah ile sekînete ulaşmak için bilmekten bulmaya, bulmaktan olmaya giden bir tekâmüle talip olur. “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası.” umudu, heyecanı, azmi ve kararlılığıyla her dem tazelenmeye, her sabah yeni bir başlangıca niyet etmeye, kalbini diriltmeye gayret eder.

Evet hakikat yolcusu; kendi iç yürüyüşünü ihmal etmeden en yakın çevresi ailesinden başlamak üzere toplumun her kesimine ulaşma gayretiyle, kapalı gönülleri açmak, kırılan gönülleri tamir etmek, daralan gönülleri genişletmek, dargın gönülleri barıştırmak, gönüllere dokunmak, gönüller yapmak, kısacası bir gönüle girmek ve gönül fethine talip olmak gibi ulvî gayeler uğruna çaba sarf eder. İlmini, malını, vaktini, tecrübesini, kabiliyetlerini, merhametini, varlık alanında kendisine sunulan tüm imkânları dünyevî hiçbir karşılık beklemeden bu kutlu gaye için infak eder ve bilir ki; “Başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerine daha yenisini verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe,39) ayetinde belirtildiği gibi paylaştığı her tür iyilik, daha yenisi ve daha güzeliyle, belki daha farklı boyutlarda, hiç ummadığı şekilde kendisine geri verilecektir.

ÇİFTE KANAT: AKIL VE GÖNÜL ARASINDAKİ DENGE

Üstad Necip Fazıl, 1960’lı yıllarda bir Ramazan ayında verdiği konferansları daha sonra Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu adlı eserinde toplamış; bu kitapta Batı’yı felsefe, İslâm dünyasını ise tasavvuf üzerinden açıklamaya çalışmıştır. Necip Fazıl, yalnız akılla yahut yalnız gönülle bakmanın eksikliğine dikkat çekerek, “Çifte Kanat” adını verdiği yaklaşımıyla akıl ve gönül, dünya ve âhiret, madde ve mânâ kavramlarının dengeli biçimde kavranmasının önemini vurgular. Üstad, özellikle akıl ve ruh ilişkisini anlatırken şu çarpıcı tespitleri yapar:

“Batılı zanneder ki yalnız akılla olur. Bir büyük manivela ile maddeyi fetheder, vinç gibi kaldırır; fakat vinç ruh desteğinden mahrum kalınca kopar ve altındakileri ezer.
Biz de zannettik ki, akılla olmaz. Ruhun her şeyini yerine getirdiğimiz hâlde aklın miskin manivelasına kurban gittik... Ne akılla olur, ne de akılsız. Çifte kanat hikâyesi... Zaten bu zevki yitirdiğimiz için kaybettik her şeyi.”

Bu çifte kanat metaforu, medeniyetimizin kaybettiği dengeyi hatırlatan en derin sembollerden biridir. Gönül kanadı olmadan, sadece akıl kanadıyla hakikate ulaşmak mümkün değildir. Gönül terbiyesi olmadan akıl savrulmaya mahkûmdur.

AKIL GÖNÜLSÜZ, GÖNÜL DE AKILSIZ ÇALIŞMAZ

Akıl, bilgiye ulaşmada önemli bir vasıtadır ve insana verilmiş en büyük nimettir. Gönül ise aklın düşünüp ürettiklerinin sağlamasının yapıldığı yerdir, doğruyu fısıldayan vicdandır. Akıl duygulardan ve çevre şartlarından bağımsız olmayıp tecrübe ve eğitim yoluyla inşa edilen bir melekedir. Akıl ve gönül, hakikate giden yolda birbirine bakan aynalar gibi etkileşim hâlindedir; bu etkileşim ilim ve irfanla beslendikçe insanın tutum ve davranışlarında nezaket ve zarafet görülür. Akıl gönülsüz, gönül de akılsız çalışmaz; her insana gönlü olan bir akıl, aklı olan bir gönül gerekir. Allah vergisi bu iki nimeti tefrika ve zıtlıktan korumak; insana akıl ve gönül nimetini bahşeden Yaratıcının gönderdiği vahyi ve onu hayata taşıyan Rasûlünün sünnet-i seniyyesini rehber edinmekle, vahyin doğru anlaşılması ve tüm insanî, ahlakî ve dinî sorumlulukların yerine getirilmesi de vicdanla birlikte hareket eden temiz bir akla sahip olmakla mümkün olur.

Akıl yoluyla kavradığımız bilgiler bakış açımızı belirler ve eşyayı o bilgiler yardımıyla yorumlarız. Öncelikle iyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış, maruf münker, faydalı zararlı zıtlığında hayatı ve insanı konu edinen her bir olguyu dikkatle süzmek gerekir. Diğer taraftan bu teorik bilgiler; iman ve ihsan duygusuyla kalbe akar ve istek, heyecan, gönül coşkunluğu ve irade ile desteklenip tutum ve davranışa dönüşürse ancak o zaman insana fayda sağlayabilir.  İman, kalbin tasdiki ile başlar; imanın karargâhı gönüldür. Aklın kavrayabildiği bilgiler gönülde tasdik edildiğinde inanmak, kalbin ameli olur. Yapılan her ibadet, duyulan her ayet gönülde bir güven oluşturur ve imanı sağlamlaştırır.

Akleden bir kalbe sahip olmak, en büyük nimetlerdendir.

“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki akledecek kalplere ve dinleyecek kulaklara sahip olsunlar; çünkü gözler kör olmaz, ancak göğüsler içindeki kalpler kör olur.”
(Hacc, 46)

Bu ilahî beyan, hakikati kavramanın sadece zihinsel bir süreç olmadığını bildirir. Akıl, kalp nuruyla birleştiğinde anlam bulur. İnsan gördüklerinden ibret almadığında kalbiyle düşünmediğinde körleşir; çünkü asıl körlük gözde değil, kalptedir. Kur’an-ı Kerim, akletmeyi kalbe nispet ederek insanın düşünen, hisseden, sezgisiyle idrak eden, vicdanıyla yön bulan bir varlık olduğunu hatırlatır. Gerçek idrak, kalbin nuruyla aydınlanmış aklın eseridir.

İnsan aklını gönlünden ayırdığında, iç çatışma başlar; nizam bozulur, birlik dağılır. Akıl tek başına kaldığında kendine yeter zannına kapılır, insanı huzur iklimine ulaştıramaz. Aklın ölçüsüz özgürlüğü, zannını “hakikat” sanmaya, sözde aydınlık fikirlerin, insanı manevî körlüğe ve anlam kaybına sürüklemesine yol açar. Akıl, eğer gönül tarafından terbiye edilmezse aydınlık sandığı yolda kendi gölgesine takılır.

AKLIN ZAFERİ, GÖNLÜN MAĞLUBİYETİ OLMAMALI

Günümüz insanı, akla endeksli yaklaşımlarla maddî alanda başarıya, özellikle kişisel başarıya odaklı ilerlemeye kodlanmıştır. Tüm ölçütler, akılcı ve doyumsuz bir hayat tarzını empoze etmektedir. İnsan, üretim ve tüketim sarmalı içinde kendi varlığını fayda, kâr ve performans üzerinden tanımlamakta; “başarı”yı ruhun dinginliğiyle değil, elde ettiği imkânlarla ölçmektedir.

Böylece akıl, vahyin rehberliğinden ve kalbin yönelişinden koparak yalnızlaşmış; araçları yücelten, anlamı unutan bir idrak biçimine dönüşmüştür. Bu durum, insanı dış dünyada ilerletmiş; ama iç dünyasında geriletmiştir. Bilgi çoğalmış ve fakat hikmet azalmıştır. Eşyayı çözümleyen akıl, hakikati kaybetmiş, ruhsuz bir bilgi yığını, gönülsüz bir ilerleme ideali hâkim olmuştur.

Aklın sınırını gönül belirlemediğinde insan kendine yabancılaşır; anlam yerini menfaate, derinlik yerini yüzeyselliğe, tevazu yerini hırsa bırakır. Bu çağın en büyük krizi, bilgi kıtlığı değil, gönül terbiyesi eksikliğidir.

AKLIN YAPAMADIĞINI GÖNÜL YAPAR

Muhabbet besleyen, merhamet eden, hisseden, isteyen, gülen, ağlayan, teslim olan, heyecan duyan ve daha nicesini yapan akıl değil gönüldür. Gönül, insanın iç âleminde Rabbine açılan kapıdır; orası aklın çözemediği sırların, kelimelere sığmayan duyguların mekânıdır. Aklın terazisiyle tartılamayan nice hakikat, gönül aynasında berraklaşır.

Akıl hesap yapar, gönül teslim olur; akıl ölçer, gönül sever; akıl bilir, gönül inanır. Akıl yol gösterir ama gönül yürütür; çünkü yönü bulan pusula akıldır, fakat o yola düşüren kuvvet gönüldür. Gönül, insanın içinde atan bir hakikat nabzıdır; muhabbetin, imanın ve ihsanın merkezidir.

Aklın yolları bazen karmaşık ve dolambaçlıdır; gönül ise doğrudan hakikate varan en kısa yoldur. Gönül olmazsa bilgi donar, fikir soğur, eylem mekanikleşir. Gönül, aklın ürettiği düşünceye insanî sıcaklık, ilahî yöneliş ve ahlâkî derinlik kazandırır.

BÜTÜNLÜK KAYBOLURSA HAKİKAT DE KAYBOLUR

İslam’ı ne sadece akıl ölçülerine indirgemek ne sadece ruh güzelliğine inhisar etmek, ne de yalnızca aksiyon odaklı bir hareket olarak algılamak…
Her birinde var olan güzellikleri bütünün bir parçası olarak değerlendirmek gerekir; ancak bu şekilde Kur’an ve Sünnet’in rehberliğinde aşırılıktan uzak, dengeli, vasat ve sahih bir anlayış mümkün olur.

Üstad Sezai Karakoç’un ifadesiyle, İslam bütünden bir parçayı koparıp onu bayraklaştırmadan; her birini ahenk içinde ve altın oranda yaşatılması gereken ilahî bir nizamdır. İslam hem inanç hem ahlâk, hem ilim hem irfan, hem zikir hem cihad, hem kültür hem sanat, hem ekonomi hem siyasettir.

Bu bütüncül bakış, insanı itikadî körlüğün katılığından, felsefî sapmanın buhranından, amelî şekilciliğin sığlığından ve ruhanî idrak tutulmasının karanlığından koruyacak bir yaklaşımdır.
Gerçek hikmet; gönlün rikkatini aklın rehberliğiyle, ilmin disiplinini irfanın derinliğiyle, fikrin berraklığını ihsanın zarafetiyle birleştirebilmektir.

GÖNÜLLERİ TERBİYE ETMENİN YOLUDUR İRFAN MEKTEPLERİ

İrfan geleneğinin insanı ulaştırmak istediği temel hedef, insan-ı kâmil olmaktır.
Bu yol, bilgiden ziyade nefsin terbiyesi ve kalbin tasfiyesiyle olgunlaşan bir inşa sürecidir.
İnsan-ı kâmil, aklıyla hakikati kavrayan, kalbiyle hakikate bağlanan; zahirde ilim, bâtında hikmetle yürüyen, ahlakı ve takvasıyla temayüz eden insandır.
İrfan, kişiyi dış dünyayı bilmekten iç âlemin hakikatine; kendini bilmekten hakikati bulmaya, hakikati bulmaktan hakikatle yaşamaya çağırır.
Bu kemâl yolunun iki istinatgâhı vardır: ihsan şuuru ve kalb-i selim.

İHSAN ŞUURU: HER AN ALLAH’I GÖRÜYORMUŞÇASINA YAŞAMAK

Cibril hadisinin öğrettiği hakikat, irfan yolunun özüdür:

“İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etmendir; sen her ne kadar O’nu göremiyorsan da O seni görüyor.”(Buhari, İman, 36)

Bu şuura sahip olan mümin, her anını Allah’ın huzurunda bilerek yaşar. Sözünde sadakat, davranışında rıza, işinde adalet, kalbinde murakabe hâli yerleşir.

İhsan, insanın kulluğunu derinleştiren bir farkındalık; ameline ruh, niyetine samimiyet katan bir bilinçtir. Bu sebeple irfan mektepleri; kalbi uyanık, aklı berrak, ameli ihlaslı insan yetiştiren gönül ocaklarıdır.

KALB-İ SELİM: ARINMIŞ KALP

İrfan geleneğinin ikinci istinatgâhı kalb-i selimdir, yani Allah’a teslim olmuş, saf, berrak, arınmış kalp.
Nefsini terbiye eden, kibir, haset, riya ve öfke gibi kirlerden uzak duran mümin, kalb-i selim sahibi olur. Bu kalp; kin yerine merhameti, öfke yerine sabrı, gösteriş yerine tevazuyu, bencillik yerine paylaşmayı seçer.
İman kalbi güçlendirir, tövbe arındırır, ibadet diriltir, dua ve zikir kalbi Allah’a bağlar.
Güzel ahlâk ve ihsan şuuru, kalbi hem dengeye getirir hem de diri tutar.

Kur’an-ı Kerim, insanın kurtuluş ölçüsünü malda, evlâtta ya da makamda değil; arınmış bir kalpte görür. Cenâb-ı Hakk buyurur: “O gün ne mal fayda verir ne evlat; ancak Allah’a kalb-i selim ile gelenler kurtulur.” (Şuarâ, 88–89)

Bu ayet-i kerime, dünyevî başarıların değil, kalbî saflığın asıl kurtuluş vesilesi olduğunu hatırlatır. Kalb-i selim, insanın iç dünyasında ilahî nizamın tecelli ettiği yerdir.
Bu mertebeye ulaşan insan, Hakk’ın rızasına talip olur, iç huzuru dış dünyaya yansıtır, etrafına adalet, rahmet ve emniyet taşır.

Evet, irfan mekteplerinin nihai hedefi, kalbi selim kılmak, gönlü hakikate açmak; ihsan şuuruyla yoğrulmuş, kalb-i selimle yaşayan insan-ı kâmil yetiştirmektir.

NEFİS MERTEBELERİ: BENLİKTEN ARINARAK KEMÂLE YÜRÜMEK

İnsanın en zorlu yolculuğu, kendi içine yaptığı yolculuktur. Bu yolculukta aşılması gereken en büyük engel nefistir. Nefis; insana verilmiş irade, arzu, yöneliş ve benlik gücüdür. Terbiye edilmediğinde kişiyi hevâya, bencilliğe ve dünyevî hırslara sürükler; arındırıldığında ise insanı kemale, teslimiyete ve kulluğun olgunluğuna ulaştırır. Kur’an-ı Kerim’de, nefis hem potansiyel bir tehlike hem de eğitilmesi gereken bir varlık olarak tanımlanır:

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.”(Şems, 7–10)

Bu hakikat, insanın iç yolculuğunun hem yönünü hem de sonucunu belirler.
Nefis terbiyesi bir anda gerçekleşmez; basamak basamak ilerleyen bir iç dönüşüm sürecidir. Her mertebe, insanın kendini tanıması, arınması ve Rabbine yaklaşması için bir duraktır. Ehl-i irfan, bu mertebeleri yedi basamakta şöyle tarif eder:

Nefs-i Emmâre – Kötülüğü Emreden Nefis

Bu, nefsin en alt mertebesidir. Kişiyi kötülüğe, günaha, öfkeye ve arzulara sürükler. Ayet-i kerimede “Nefis, daima kötülüğü emreder.” (Yusuf, 53) buyurulur. Bu aşamada insan arzularının esiridir; akıl ve kalp, nefsin baskısı altındadır.

Nefs-i Levvâme – Kendini Kınayan Nefis

Kişi artık yaptığı hatanın farkına varır, vicdan uyanır. “Yemin ederim ki kendini kınayan nefse andolsun.” (Kıyâme, 2) ayeti bu hali anlatır. Kişi yanlışla doğru arasında bir iç muhasebeye girişir, pişmanlık duyar, tövbe eder.

Nefs-i Mülhime – İlham Alan Nefis

Bu mertebede kalp, Rabbinden gelen ilhamlara açılır. Kişi hayra yönelme isteği kazanır. “Nefse ve onu şekillendirene; sonra da ona fücurunu ve takvasını ilham edene andolsun.” (Şems, 7–8) ayeti bu makamı işaret eder. Artık insan, iç dünyasında iyiliği ve kötülüğü sezgisel olarak ayırt etmeye başlar.

Nefs-i Mutmainne – Huzura Eren Nefis

Kalp huzur bulur, gönül sükûnete kavuşur. Kişi, Rabbine teslim olmanın lezzetini yaşar. “Ey itminana ermiş nefis! Rabbine dön; O senden razı, sen O’ndan razı olarak.” (Fecr, 27–28) ayeti bu mertebeyi anlatır. Artık insan, hayatı Allah’ın rızası merkezinde dengeli bir şekilde yaşar.

Nefs-i Râdıye – Razı Olan Nefis

Kişi, Allah’tan gelen her şeye razı olur. Zorlukta sabır, bollukta şükürle yaşar. İmtihanlara itiraz etmez, kaderin her hükmünde hikmeti arar. “Sen O’ndan, O da senden razı olarak Rabbine dön.” (Fecr, 28) ayeti bu halin özetidir.

Nefs-i Mardiyye – Allah’ın Razı Olduğu Nefis

“Allah onlardan hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Beyyine, 8) ayetinde bu makam dile getirilir. Artık kulun her hali Allah’ın rızasına uygundur; gönül, Hakk’ın iradesiyle uyum içindedir. İyilik, kulluk ve güzellik onun tabiatı hâline gelir.

Nefs-i Kâmile/Zekiyye – Olgun Nefis

Nefis terbiyesinin zirvesidir. “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems,9) ayetinde belirtildiği gibi kötü duygulardan arı­ndırılmış nefsin aklı vahyin rehberliğinde, gönlü Allah sevgisiyle doludur. Bu mertebede insan sadece Allah için yaşar, Allah için sever, Allah için koşturur. Tezkiye edilmiş nefis, “insan-ı kâmil” olmanın, yani aklen, kalben ve ahlaken olgun bir kul olmanın sembolüdür.

Bu mertebelerin her biri, insanın benliğinden arınarak Hakk’a yaklaşmasının duraklarıdır. Nefsini terbiye eden, kalbini arındıran ve dirilten kişi; hakikatin ışığına, kulluğun olgunluğuna ve istikamet üzere bir hayata ulaşır; zira en büyük kemal, nefsi terbiye etmek; en büyük keramet, istikamet üzere kalabilmektir.

EN BÜYÜK KERAMET İSTİKAMETTİR

Tasavvuf ehlinin asırlardır tekrar ettiği bu söz, hakikatin özüne temas eder. “En büyük keramet istikamettir.” yani en yüce hâl, olağanüstü hâller göstermek değil, doğru, dengeli ve sahih bir çizgide yaşayabilmektir.
Keramet; Allah’ın sevdiği kullarına lütfettiği olağanüstü bir ikramdır, fakat asıl kıymet ölçüsü, olağanüstü olmakta değil, istikrarlı bir kullukta gizlidir; çünkü keramet, nadir bir haldir, istikamet ise ömür boyu süren bir duruştur.

İstikamet, insanın hem aklen hem kalben hem de fiilen doğru çizgide kalmasıdır. Sözle inandığını eylemle teyit etmek, imanı ahlaka, bilgiyi amele dönüştürmektir. Bu, ibadette sürekliliği, ahlakta tutarlılığı, niyette samimiyeti gerektirir. Hak yolunda dosdoğru yürümek, en zor ama en bereketli olandır; zira insanı hakikate taşıyan şey bir anda parlayan hâller değil, istikamet üzere bir yöneliştir.

Peygamber Efendimize “Ya Resulallah! Bana İslâm hakkında öyle bir şey söyle ki, senden sonra birine sormaya ihtiyaç duymayayım.” denildiğinde Perygamberimiz şöyle buyurmuştu:

“’Allah’a inandım.’ de, sonra dosdoğru ol (istikamet üzere yaşa).” (Müslim, Îman, 62)

Bu, istikametin nebevî ölçüsüdür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de aynı vurguyla şöyle emredilir:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 112)

İstikamet, imanı davranışa dönüştürmek; inancı hayatın her alanına taşımaktır. Namazda huşû, ticarette dürüstlük, ilimde tevazu, ilişkilerde merhamet, makamda adalet… Hepsi istikametin tezahürleridir. Bu çizgi, insanı sadece Allah’a yaklaştırmaz; aynı zamanda toplumda güven ve denge unsuru hâline getirir; çünkü istikamet sahibi kişi, sabit bir yöne bakar, rüzgârın yönüne göre eğilmez.

Keramet, sahibine hayranlık uyandırabilir; istikamet, çevresine güven ve rehberlik kazandırır. İstikametin gücü, görünür bir mucizeden değil, görünmeyen bir direnişten gelir: nefse, tembelliğe, hevaya, dünyevileşmeye karşı sessiz ama kararlı bir direniş. Bu yüzden büyük sufiler, keramet gösterenleri değil, istikamet üzere yaşayanların örnek alınmasını tavsiye etmişlerdir.

İstikamet üzere olan, ahlakı ve takvasıyla temayüz etmiş ehl-i irfanın ölçüsü şudur:

“Bir kimse havada uçsa, denizde yürüyebilse de eğer şeriata aykırı bir davranışı varsa, ona itibar edilmez. Gerçek keramet, istikamettir.”

Gerçek velâyet, harikulade hâllerle değil, hakikat üzere sebatla ölçülür. Bu sebeple irfan ehli bilir ki: Allah katında yücelik, istikamette derinleşmekle olur; çünkü istikamet, hem aklın hem gönlün hem de amelin tevhid çizgisinde birleştiği hâldir.

İstikamet sahibi insan; sözüyle özü bir, ameliyle niyeti aynı olan yani içiyle dışı arasında perde olmayan insandır. Hayatın fırtınalarında da nimet anlarında da yönünü kaybetmez. Bu yön, kıbleye dönük kalbin yönüdür.

Dolayısıyla, gönül terbiyesinin gayesi de budur:
İnsanı hâllerin dalgalanmasından kurtarıp istikamet çizgisinde sebatkâr bir kul hâline getirmek; çünkü en büyük keramet, bir ömrü dosdoğru yaşamak, her hâl ve şart altında Allah’a sadık kalabilmektir.

ZAMANI AŞAN NASİHATLER: BUGÜNE IŞIK TUTAN HİKMETLER

Nakşibendî irfan geleneğinin manevi mimarlarından olan Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî (v. 1179) Hâcegân silsilesinin kurucusu kabul edilir. 12. yüzyılda Buhara yakınlarındaki Gucdüvân kasabasında yaşamış hem ilim hem tasavvuf yolunda kalıcı izler bırakmış Yedi Pîr’in ilk halkası olan bir mürşittir.
Zahirî ilimlerde fıkıh, hadis ve tefsirde derinleşmiş; bâtıni yönde ise gönül terbiyesi, zikir disiplini ve nefis tezkiyesi üzerine bir sistem kurmuştur. Onun geliştirdiği “Hâcegân yolu”, daha sonraları yedinci halka Hâce M. Bahâuddîn Nakşibend (v. 1389) ile kemale ermiş, zikirde sessizlik, amelde denge, gönülde huzur esasına dayanan bir irfan mektebine dönüşmüştür.

Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî (k.s), tasavvufun özünü zahirî şeriatla uyum içinde yaşamayı esas almış; ilimsiz maneviyatın, maneviyatsız ilmin eksik kalacağını belirtmiştir. Bu yönüyle o, akıl ile kalbi, ilim ile irfanı, zahir ile batını buluşturan bir öncüdür.
Bugün bile onun adını yaşatan şey, sadece bıraktığı sözler değil, inşa ettiği ölçüdür: gösterişten uzak, özü sağlam, istikametli bir kulluk anlayışı.

Onun: “Vasiyet ederim ki sana ey oğul!” diye başlayan nasihatleri, asırlardır irfan yolunun temel ilkelerini belirlemiştir:

“Bütün hâllerinde ilim, edep ve takva üzere olasın!..”
Hayatın hangi alanında olursa olsun, temeli ilimle, süsü edeple, yönü takva ile belirlenmelidir. Bilgisiz amel, edepsiz ilim, takvasız niyet, sahibini kemale erdirmez. Her hâl, Allah’ın huzurunda yaşanıyormuş gibi olmalıdır.

“Fıkıh ve hadis öğren ve cahil sofîlerden bucak bucak kaç! Namazlarını, mutlaka cemaatle kıl!”
İrfan yolunun temeli sahih bilgidir. İlmi terk eden maneviyat eksik, cemaatten kopan ibadet bereketsiz olur. Gönül terbiyesi, ancak ilimle istikamet bulur.

“Şöhretten gücünün yettiği kadar uzaklaş! Şöhrette âfet vardır. Makamlarda da gözün olmasın.”
Şöhret, kalbin en sinsi imtihanıdır. Görünür olmak gönlü perdeleyebilir. Hakikat yolcusu alkışla değil, tevazu ve hizmetle büyür. Makam değil, istikamet insanı yüceltir.

“Fâsık idârecilerle düşüp kalkma! Her hususta dengeyi muhâfaza et!”
Adaletsizlerle yakınlık kalbi karartır. Dengeyi korumak hem ilişkilerde hem duygularda vasat ve mutedil bir yol tutmaktır. İfrat da tefrit de insanı yoldan çıkarır.

“Gâfillerden ve ahmaklardan arslandan kaçar gibi kaç!”
Gaflet, kalbi uyuşturan bir zehirdir. Sohbet, insanın hâlini şekillendirir; o yüzden dostluk, hikmet sahipleriyle kurulmalıdır. Gafillerle oturan, zamanla gafletle kalkar.

“Fitne zamanları yalnızlığı tercih et.”
Kargaşanın, yalanın ve dedikodunun çoğaldığı vakitlerde en selametli duruş, susarak, geri çekilerek kalbi muhafaza etmektir. Sükût, bazen en güçlü direniştir.

“Helâl ye, şüpheli işlerden sakın ve evlenmede takvaya dikkat et.”
Rızıkta helâl, kalpte huzurun anahtarıdır. Şüpheli kazanç, kalbi bulandırır. Evlilikte takva, hem gönül birliğini hem de nesil istikametini korur.

“Kahkahayla gülmemeye dikkat et! Fakat tebessümü de elden bırakma. Zîrâ tebessüm sadakadır.”
Kahkaha gafleti besler, tebessüm rahmeti çağırır. Kalp huzurunun dışa yansıması ölçülü bir gülüştür; tebessüm, kalbin zarafetidir.

“Münakaşa etme, kimseden bir şey isteme, müstağnî kal, kanaatle zengin ol, vakarını koru!”
Tartışmak kalbi yorar, istemek izzeti zedeler. Gerçek zenginlik, kanaatle kazanılır. Vakar, insanın iç sükûnetinin dışa yansımasıdır.

“Sende emeği olanlara ve seni terbiye edenlere karşı vefakâr ol.”
Vefa, irfanın ölçüsüdür. İnsan, kendisine iyilik edeni unutmaz; geçmişine minnetle bakar. Vefa, gönlün asaletidir.

“İşin hâlis, duan iltica, libasın tevazu, yoldaşın salihler, evin mescit ve yakının Allah dostları olsun!..”
Hayatın özü ihlâs, duanın dili niyaz, elbisen tevazu olmalı. Dostların salih, çevren Allah dostlarıyla dolu olmalı. Böyle bir hayat hem bu dünyada huzur hem ahirette saadettir.

Bu nasihatler, bir hayat rehberi niteliğinde Hâcegân yolunun manevi terbiyesinin özüdür. Ancak bu hikmetli öğütler yalnız dervişler için değildir; insan kalabilmenin, erdemli bir hayat yaşayabilmenin ve çağın savrulmaları arasında yönünü kaybetmemenin ölçüsünü de gösterir.

BİR KELİMEDEN DAHA FAZLASI…

Abdülhâlık Gucdüvânî, sözleriyle olduğu kadar sistemiyle de gönül eğitimine yön vermiştir.
Söylediği her öğüt, bir prensibe, her prensip bir hikmete dönüşmüştür.
İşte bu hikmetlerin özü, daha sonra “Kelimât-ı Kudsiyye” olarak bilinen ve gönül yolculuğunun temelini teşkil eden sekiz ilke hâlinde şekillenmiştir.

Hûş der-dem – Her Nefeste Uyanıklık

Her nefeste farkında olmak, gaflete düşmeden yaşamaktır. İnsan aldığı her nefesi, Yaratan’dan bir emanet bilir; o nefesi şükürle verir. Her anını Allah’ın huzurunda bilmek, hayatı ibadete dönüştürür.

Nazar ber-kadem – Gözü Ayağında Tutmak

Yürürken dikkati dağıtacak, gönlü meşgul edecek şeylerden sakınmaktır. Bakışın yönünü yere indirmek, gönlün yönünü Hakk’a çevirmektir. Çünkü gözden süzülen her manzara kalbe iz bırakır; neye bakarsan onunla şekillenirsin. İnsan, nereye baktığıyla değil, nasıl baktığıyla olgunlaşır.
Bu edep, sadece bakışı değil, iç disiplini de öğretir. Gözü haramdan sakınmak, tevazu içinde yürümek, hayâyı kuşanmak ve Resul’ün sünnetine uygun bir hâl üzere olmak, gönlün safiyetini korur.

Sefer der-vatan – İçe Yolculuk

Dünyayı adım adım gezmek değil, kendine sefer etmektir. Asıl yolculuk, dışarıda değil içtedir. İnsan, benliğin kalın duvarlarını aştıkça Rabbine yaklaşır; her menzilde biraz daha arınır. İçe doğru derinleşmeyenin dışa doğru yürüyüşü eksik kalır; çünkü hakikate varmak, önce kendi iç âlemini fethetmekle mümkündür.

Halvet der-encümen – Halk İçinde Hakk’la Olmak

Kalabalıkların ortasında bile iç dünyasını korumaktır. El işte, gönül Hakk’tadır. Dışta meşguliyet, içte huzur… “El kârda gönül yârda” sırrıyla insan hem çalışır hem tefekkür eder, hem halkla olur hem Hakk’la bağını koparmaz. Gönlü Hakk’ta sabit olanın eli dünyada iş görür ama kalbi hiçbir zaman dünyaya esir olmaz.

Yâdkerd – Zikri Dilde ve Gönülde Canlı Tutmak

Zikir, kalbin nabzıdır; hayatın her anında Hakk’ı anmak, insanı gafletten korur. Gerçek zikir, sadece dilin tekrarından ibaret değildir, gönül, o kelimenin manasına açılmadıkça zikir tamamlanmış sayılmaz. “Lâ ilâhe” derken kalpteki her mâsivâyı silmek, “İllâllah” derken gönlü bütünüyle Allah’a çevirmek esastır. Böyle bir zikir, kalbe huzur, söze hikmet, amele bereket kazandırır.

Bâzgeşt – Maksadı Hatırlamak

Her zikirde ve her bir iş sürecinde dönüp tekrar niyetini tazelemektir. “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî – Allah’ım, maksadım sensin, gayem senin rızandır.” diyen bir gönül, amellerine yön verir, niyetini saf tutar.

Nigâhdâşt – Zihni Koruyup Düşünceyi Temiz Tutmak

Kalbi bulandıran her düşünceden sakınmaktır. Zikir anında, hatta hayatın her alanında, aklı da gönlü de lüzumsuz düşüncelerden arındırmaktır; çünkü kalbe gelen her düşünce ya bir nurdur ya da bir perdedir.

Yâddâşt – Hak Bilinciyle Yaşamak

Bu, önceki yedi prensibin meyvesidir. Her şartta ve her durumda Allah’ı hatırlamak, her işte O’nun huzurunda olduğunu bilmek... Yalnızken de kalabalıktayken de “Benimle beraber olan Rabbim beni görüyor.” şuuruyla yaşamaktır.

Bu sekiz prensip, gönül terbiyesinin sekiz kapısıdır. Her biri insanı bir adım daha Hakk’a yaklaştırır.
TAMAMLAYICI ÜÇ İLKE: ZAMANIN, SAYININ VE KALBİN ŞUURUNDA OLMAK

Bu sekiz prensibe sonradan üç ilke daha eklenmiş. Bunlar, Hâcegân silsilesinin kemâlini temsil eden ve Nakşibendîliğin mânevî disiplinini olgunlaştıran ilkeler… Her biri, insanın hem zihnî dikkatini, hem kalbî derinliğini, hem de amellerindeki istikametini korumayı öğretirmiş.

Vukūf-ı Zamânî – Anın Farkında Olmak

Her anın farkında olmak, geçmişin gölgesinde kaybolmadan, geleceğin endişesine kapılmadan “şimdi”nin kıymetini bilmektir. Her nefes, insana yeni bir doğuş imkânı sunar.
Bu prensip, vakti zayi etmeden yaşamanın, her ânı kulluk bilinciyle anlamlandırmanın çağrısıdır. Zamanı idrak eden, hayatı israf etmez; her nefeste “Ben şu anda Rabbimin huzurundayım.” diyebilmek, gönlü diri tutar.

Vukūf-ı Adedî – Zikrin Ölçüsünü Korumak

Zikri ölçüyle yapmak, dikkati derinleştirir, kalbi toparlar. Bu, sayıya bağlı kalmak değil, sayı içinde şuuru muhafaza etmek demektir.
Zikirde ölçü, bir disiplin bilinci kazandırır; zikrin hem şekline hem özüne dikkat etmeyi öğretir. Az ama şuurlu bir zikir, çok ama gafletle yapılan bir zikirden daha bereketlidir. Vukūf-ı adedî, zikri bir alışkanlıktan çıkarıp şuurlu bir hâle dönüştürür.

Vukūf-ı Kalbî – Kalbin Uyanıklığı

Zikrin kalpte yankılanması, gönlün diri kalmasıdır. Dil “Allah” dese de kalp susuyorsa o zikir eksiktir.
Vukūf-ı kalbî, her sözü kalpten geçirmek, her ameli ihlâsla yapmak demektir. Kalbin farkındalığı, zikri kelimeden hâle, bilgiyi hikmete dönüştürür. İnsan, kalbini murakabe ettikçe niyetini saflaştırır, Rabbine yakınlaşır.

Kur’an’ın öğüdüyle: “Rabbinin ismini zikret ve (mâsivâdan kesilerek) bütün varlığınla O’na yönel.” (Müzzemmil, 8)
Bu çağrı, zikrin sadece dilde değil, kalpte, hatta varlığın tümünde karşılık bulması gerektiğini hatırlatır.

Bu üç prensip, Hâcegân mektebinin gönül terbiyesini tamamlayan incelikleridir.
Vukūf-ı zamânî, vakti hikmetle yaşatır,
Vukūf-ı adedî, dikkati disipline eder,
Vukūf-ı kalbî, kalbi Hakk’a bağlar.
Sonunda ulaşılması hedeflenen idrak:
Her nefes bir hatırlayış, her an bir imtihan, her kalp atışı bir duadır.

Bu yol, gönül eğitimini sistemleştiren bir irfan ocağına dönüşmüş, asırlardır insanın iç dünyasını inşa eden bir mektep olmuştur.
Türkistan coğrafyasında sistemleşen bu irfan geleneği, gönül terbiyesini yalnızca kişisel bir arınma süreci olmanın ötesinde bir medeniyet inşasının özü olarak görmüştür. İlim, edep ve takva ile şekillenen bu yol; nefsi tezkiye eden, kalbi tasfiye eden, aklı ve gönlü aynı istikamette buluşturan bir hikmet mecrası hâline gelmiştir.

Hâcegân silsilesinde form kazanan bu köklü miras, zamanla Anadolu’ya taşınmış, orada muhabbetle yoğrulmuş devlet aklıyla birlikte bir medeniyet tasavvuru hâline gelmiştir.

ANADOLU İRFANI: MUHABBET, MERHAMET, ADALET HARMANI

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’den Abdülhâlık Gucdüvânî’ye, Ahmed Yesevî’den Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye; Hacı Bayram-ı Velî’den Yunus Emre’ye; Şeyh Edebâlî’den Akşemseddin’e uzanan silsile, gönülleri terbiye etmenin yollarını göstermiş, talebe yetiştirmiş, eserler bırakmış, coğrafyaları aydınlatmıştır.

Anadolu irfanı, Türkistan’da doğan hikmet güneşinin bu topraklarda yeni bir renge bürünmüş hâlidir. Bu irfan, akılla kalbi, ilimle muhabbeti, zahirle batını dengeleyen bir medeniyet dili kurmuştur. İnsanı merkeze alan bu dil, inancı yaşamakla yetinmez; onu zarafet, letafet, adalet ve merhametle görünür kılar.
Anadolu’da irfan, dergahların iklimine, çarşının ahlakına, evin huzuruna, sokağın nezaketine sinmiştir. Yunus’un dilinde muhabbet, Mevlânâ’nın sözünde merhamet, Hacı Bayram’ın hayatında tevazu, Şeyh Edebâlî’nin nasihatinde adalet mayalanmıştır. Bu mayayla Anadolu, bir coğrafya olmanın ötesine taşınarak gönül medeniyetinin kalbi hâline gelmiştir.

Anadolu irfanı, yetmiş iki millete bir gözle bakmayı, farklılıkları zenginlik, insanı emanet bilmeyi öğretir. “Önce ben” yerine “biz” diyen bir ruh taşır. Bu anlayış; diğerkâmlık, paylaşma, aşırılıktan uzak durma ve mutedil davranış ilkeleriyle toplumsal bir ahlak inşa etmiştir.
Bu ahlak, ne sadece geçmişe ait bir hatıradır ne de yalnızca manevi bir öğreti… O, hâlâ yaşadığımız mahalledeki selamın, bir tas çorbanın, bir tebessümün, bir vefanın içindedir. Anadolu irfanı, kalpten kalbe kurulan görünmez bir köprüdür; ilmiyle rehberlik eden, muhabbetiyle birleştiren, adaletiyle yaşatan bir yol…

AKIL VE KALP KÜLTÜRÜ: EDEP, NEZAKET, SORUMLULUK

Anadolu’da ilim ve irfanla beslenen kültür; akıl kalp bütünlüğünü, edep ve nezaketi, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevme” şuurunu taşır. İlim, ruhu aydınlatan, insanı olgunlaştıran bir hikmet kaynağıdır. Bu anlayış, insanın Allah Teâlâ’ya, insana ve tüm canlılara karşı sorumluluk bilincini güçlendirir. Şefkat, yalnız insana değil, bütün yaratılmışa yönelir. Doğru söz, iyiliği yayma, adalet ve merhamet; bu kültürün özünde yer alır ve bu topraklarda muhabbet, emniyet, huzur, barış iklimini kurar.
Geçmişte irfan mektepleri, bilgiyi hikmetle buluşturan; kişiyi manevî ve ahlâkî yönleriyle eğiten kurumlardı. Bugün teknik bilgi öne çıkıyor; fakat kimlik, ahlâk ve anlam krizleri, irfan geleneğini yeniden gündem etmemizi gerektiriyor.

İRFANLA YENİDEN DİRİLMEK

Modern çağda bilgiye erişim kolaylaştı; ancak yön bulmak zorlaştı. Bilgi çoğaldıkça anlam azaldı, veri arttıkça hikmet kayboldu. İşte bu sebeple, irfan mekteplerine her zamankinden fazla ihtiyaç var. İrfan, bilginin kalple yoğrulması, davranışa sirayet etmesi, bileni dönüştürmesidir. Sadece öğretmek değil, insanı inşa etmektir.
Günümüzde akademik başarıya odaklı eğitim, çoğu zaman ahlâkı ve gönül terbiyesini ihmal ediyor. Oysa irfan mektepleri, bilginin yanına edebi, ahlakı, hizmeti ve sorumluluğu koyan bir eğitim anlayışıdır.

OKULLARDA GÖNÜL İKLİMİ…

İnsan mektebinin muallimi Nurettin Topçu, bize bir hakikati hatırlatır:
“Dünyada hiçbir fetih, kaderin sırrına vakıf olanlar için, sınıf kapısını açmak kadar şerefli değildir. Mektep koridorları gerçek fetihlerin yeridir.”

Bu söz, maarif meselemizin özüne ışık tutar. Okullar; kalpleri yoğuran, ruhlara yön veren, öğrencilere kimlik ve kişilik kazandıran birer mabet gibidir. Bu bağlamda okullarda görev alan her öğretmen; her hali ile tesir eden, her sözüyle rehberlik eden, her davranışıyla örneklik taşıyan kısacası insanı ve toplumu inşa eden bir mimar hükmündedir. Gönül terbiyesi konusu da yalnızca din derslerinin konusu olarak kalmamalı; okulun her köşesinde, her derste yaşatılabilir bir ruh olmalıdır.

Karakter inşasının zemini olmak bakımından, okulda geçirilen her an bir imkân, her karşılaşma bir fırsattır. Kalbine dokunulmayan öğrencinin aklına nüfuz edilemez; kalbe temas etmeyen bilgi, zihinde yankı bulmaz.
Öğretmenin samimiyeti öğrencinin ilgisini, ahlakı ise davranışını şekillendirir. Gerçek eğitim, dersin içeriğinden çok, sınıfın havasında, öğretmenin hâlinde, ilişkilerin nezaketinde yaşanır.
Okulda gönül terbiyesi, bilgiyle davranış, akılla ahlak, sevgiyle disiplin arasındaki dengeyi kurar. Böyle bir iklimde bilgi, hikmete dönüşür; öğrenci duyarlı ve sorumluluk alan bir insan olur.

Derslerde; müfredatın her alanında bilgi ile değer arasında köprü kurulmalıdır. Erdemli insana ait vasıflara tüm derslerde örtük şekilde yer verilebilmelidir. Matematikte adalet, edebiyatta merhamet, tarih dersinde vefa, fen dersinde tefekkür, beden eğitiminde sabır öğretilebilir; zira gönül eğitimi, müfredatla değil, niyetle başlar; tutumla, sevgiyle, nezaketle devam eder. Öğrenmenin hakikati, gönülden gönüle akan bir bağ kurabilmektir.
Bu bağlamda her ders, “Önce ben değil, biz” anlayışını yaşatan bir mecraya dönüşmelidir. Ortak üretim, paylaşım ve dayanışma kültürü; öğrencilerin birlikte düşünme, birlikte üretme ve birlikte sevinme becerilerini güçlendirir.
Gerçek eğitim, yarışarak öne geçmeyi değil, omuz vererek birlikte yürümeyi öğretmelidir; çünkü kalpler birleştiğinde bilgi bereketlenir, başarı erdeme dönüşür, okul da bir gönül mektebi hâline gelir.

Sınıf ortamında; öğrenciler arasında saygı, sabır ve empatiyi teşvik eden bir iklim oluşturulmalıdır. Öğrenciyi dinlemenin yanı sıra fikirlerine değer verdiğini hissettiren bir öğretici olmak gerekir.

Kültürel etkinliklerde; şiir, hat, ebru, hikmetli metin okumaları, klasik musikî dinletileri gibi irfanî sanatlar öğrenciyi estetik duyarlılıkla tanıştırır; zira kalbi eğitmeyen eğitim, eksiktir.

Öğretmen - öğrenci ilişkisinde; danışmanlık kavramı, irfanî terbiyenin “mürşid–mürid” inceliğiyle yeniden anlam kazanmalıdır. Öğretmen, sadece bilgi aktaran değil, hâliyle örnek olan, rehberlik eden, dua eden bir gönül insanı olmalıdır.

Ders dışı faaliyetlerde; gönüllülük, sosyal sorumluluk, topluma fayda, çevre duyarlılığı, yetimler ve kimsesizlerle dayanışma, vefa ve yardımlaşma gibi etkinlikler, öğrencinin iç dünyasında hürmeti, merhameti ve sorumluluğu büyütür. Mektep, bilgi kadar merhametin; öğrenme kadar paylaşmanın mekânı hâline gelir.

Gönül terbiyesi yalnızca ders saatleriyle sınırlı değildir; teneffüslerde, kulüp çalışmalarında, sosyal projelerde, hatta okulun koridorlarında da yaşanır. Bir tebessüm, bir teşekkür, bir paylaşım çoğu zaman bir ders kadar etkilidir.
İrfan, kişiyi sadece kendini bulmaya değil, başkalarına faydalı olmaya çağırır; çünkü gerçek olgunluk, iç huzurla birlikte ve karşılık beklemeden topluma hizmet etmektir. Gönüllülük hareketleri, çevre bilinci, yaşlılara ziyaret, kardeş okullarla dayanışma gibi faaliyetler; öğrencinin kalbinde merhamet, vefa ve sorumluluk kökleri salar. Köklerle bağ kuran her etkinlik, medeniyet bilincini diri tutar. Eskinin rahle-i tedrisi bugün mentorluk, usta–çırak ilişkisi veya bire bir rehberlikle yaşatılabilir.

Her okul, öğrencilerine bir hayat tarzı, bir değer bilinci kazandırmalıdır. İyiliği yaymak, kötülüğü engellemek, yardımlaşmayı alışkanlık hâline getirmek, estetiği ve zarafeti yaşatmak… Bunların hepsi gönül terbiyesinin hayatla birleşmiş hâlidir ve unutulmamalıdır ki gönül eğitimi tamamlanmadan hiçbir eğitim tamam olmaz.

Böyle bir eğitim anlayışında, okulun kapısı dışarıya açıldığında oradan çıkan her genç; erdemle donanmış bir şahsiyet, vicdanıyla yön bulan bir insan, iradesi ve cesaretiyle küllî iyiliğe katkıda bulunma gayretiyle temayüz eden aktif bir öncü olarak hayatın içine karışır.

EZELÎ KÖKLERDEN EBEDÎ UFUKLARA

İrfan medeniyetimizin gücü, aşk ve muhabbetle yoğrulmuş iman, ahlak ve kültür değerlerinde saklıdır. Üstad Necip Fazıl’ın sözleriyle: “Kökü ezelde ve dalı ebette bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip olmak...” işte bu hem kökünü hem yönünü bilen bir neslin çağrısıdır.
Bu medeniyetin dirilişi, sadece geçmişe övgüyle değil, o ruha yeniden hayat vermekle mümkündür. Gönül mimarlarımızın, fikir, dava ve aksiyon öncülerimizin yolundan yürüyen her fert, bilgiyle donanırken irfanla derinleşmeli; aklıyla düşünen, kalbiyle hisseden, iradesiyle eyleme geçen insan olmalıdır.
Sahih bir anlayışa, gönül terbiyesine, meşru ve aktif harekete kıymet veren bu bütüncül ve mutedil idrak, İslam’ı doğru anlamanın ve yaşamanın eşiğidir.
Bu dengeyi şahsiyetinde içselleştiren her mümin hem bireysel hem toplumsal hayata kan ve can veren bir diriliş eri olacaktır.

Bu dirilişin asıl gücü, ilimle beslenen akıldan, irfanla yoğrulan gönülden doğacaktır. Her çağda olduğu gibi bugün de kurtuluşun yolu, kalbiyle düşünen, aklıyla hisseden, ameliyle şahitlik eden insanı yeniden inşa etmektir. O halde gönüllerimizi diriltecek, akıllarımıza istikamet verecek dua ile bitirelim:

Rabbim! Bize, eşyanın hakikatini idrak edecek bir kalp, doğruyu seçecek bir akıl, iyiliği çoğaltacak bir irade, kötülüğü ortadan kaldıracak bir cesaret ve gayret nasip eyle. Bizi ilimle aydınlat, irfanla derinleştir, takvayla koru. Gönlümüzü muhabbetinle, hayatımızı istikametinle güzelleştir. Bizi hem bu dünyada hem ebedî yurtta razı olduğun kullarından eyle.

 

Yorumlar3

  • Emre F. 15 saat önce Şikayet Et
    Allah razı olsun. Uzun ama çok güzel bir yazı. Rabbim hepimizi bu yola revan olanlardan ve hizmet edebilenlerden eylesin.
    Cevapla
  • Sancaktar 16 saat önce Şikayet Et
    Çok güzel. İstifade ettik. Kaleminize sağlık.
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • İsmail 21 saat önce Şikayet Et
    Bu kadar GÜZEL-ZENGİN ve de HAKİATLERİ içeren bu yazınıza duyduğum memnuniyeti anlatamam . Teşekkürler. Lakin aynı gönül şunları da ister ki; aynı Toprağa VATAN, aynı BAYRAĞA Saygı ve Bağlılık duyan bireyler olarak Tek VATAN-Tek Bayrak-Tek MİLLET, İnanç ve TEVHİD birliği ile Milletimiz AYRIŞTIRILMADAN-Ötekileştirmeden, adalet ile yönetilmek ve GELİRLERİMİZİ hakkaniyetle Bölüşebilmek dileklerimle
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat