Kalbi mamur bir dünya için: Toplumun takva ekseninde dönüşümü
- GİRİŞ11.11.2025 09:14
- GÜNCELLEME11.11.2025 11:28
İnsanoğlu yeryüzünü mamur kılma gayretiyle nice medeniyetler kurdu; şehirler inşa etti, yollar yaptı, köprüler ördü; ancak çoğu zaman kendi iç dünyasının imarını ihmal etti. Oysa insanın dış dünyada kurduğu her yapı, iç dünyasında kurduğu düzene bağlıdır. Kalp harapsa şehir de harap olur; çünkü insanın iç dünyasında yıkım başladığında o yıkımın izleri er ya da geç toplumun her köşesine sirayet eder.
Beton binalar şehri istila ederken gönül evleri viran olur; gözler ışıltılı vitrinlerde dolaşırken kalpler karanlık dehlizlerde kaybolur. Hâlbuki insanı insan yapan, yaptığı işlerin miktarı ya da görünüşü değil, kalbinin yöneldiği istikamettir; amelinden önce niyetidir, gayretinden önce samimiyetidir.
Her hakiki medeniyet, önce gönülde filizlenir, takva önce kalplerde kök salar; oradan sokaklara, çarşılara, okullara, kültüre ve sanata nefes verir. Dış imar, iç ihyanın aynasıdır. Gönlü mamur olmayan bir toplumun kurduğu şehirler, eninde sonunda gönülsüzlüğün yükü altında çöker.
Nitekim ehl-i irfan bu hakikati şu beyitle ifade etmiştir:
“Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan.”
Hakk Teâlâ’nın kalpte tecelli etmesi için O’ndan gayrı her şeyi gönül evinden çıkarmak gerekir; zira bir hane mamur kılınmadan ve içerisi arındırılıp temizlenmeden padişah orayı teşrif etmez. İşte takvanın da özü budur: kalbi, Allah’tan alıkoyan her şeyden arındırmak ve onu ahlak-ı hamîde ile mamur etmek.
Takva, bir “iç imar” hareketidir; nefsi terbiye etmek, kalbi arındırmak ve hayatın her alanında ihsan bilinciyle yaşamak demektir. Gönlü Hakk’a yönelmiş bir insan, yaptığı her işi bir ibadet şuuru ile yapar. Bu sebeple bizim medeniyetimizin gönül mimarları, her hareketleriyle topluma ahlaki bir değer taşıdılar. Onları asıl büyük kılan, bu manevi derinlikti. Kalelerin surları ne kadar yüksek olursa olsun, milletlerin asıl dayanağı insanların gönüllerinde inşa ettikleri takva ve maneviyat kaleleriydi; çünkü iç dünya ihmal edildiğinde dış dünyanın ihtişamı bir seraba dönerdi ve ruhsuz şehirler süslü mezarlıklara dönüşürdü.
MEDENİYETİMİZİN TEMELİ TAKVA ÜZERİNE KURULMUŞTUR
Bizim medeniyetimiz, yalnızca maddi başarılar, ihtişamlı şehirler ve kazanılmış zaferlerden ibaret değildir. Onun temeli, takva üzerine atılmıştır.
Sözlükte “korumak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek, korkmak” gibi anlamlara gelen vikāye masdarından türeyen takva kelimesi; Allah korkusuyla, O’nun yasakladığı şeylerden korunmayı ifade eder. Öncelikle şirkten, sonra günahlardan, ayrıca günah ve haram olma ihtimali taşıyan şüpheli durumlardan ve gereksiz şeylerden sakınmayı kapsar. Takva, Allah’ın emirlerine titizlikle uymayı, O’na bilinçli bir yönelişi ve her an O’nun huzurunda bulunduğunun idrakinde olmayı içeren bir hayat bilincidir.
Kur’an-ı Kerim’de insanoğlunun hem bu dünya yolculuğu hem de ebedî ahiret yolculuğu için azık edinmesini emredilirken “Şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır.” (Bakara,197) buyrularak asıl ihtiyacımızın maddi birikim değil, manevi donanım olduğu bildirilir; zira dünyevi azıklar tükenir ve fakat takva sahibi bir kalp, her türlü zorlukta kulu ayakta tutacak en sağlam dayanaktır. Bu hakikat bir adım daha ötesine taşınarak “Takva elbisesi ise daha hayırlıdır.” (A’râf,26) ayetiyle takvanın içimizde taşıdığımız bir azık olmaktan öte dışımıza yansıyan, her halimizle kuşandığımız bir şahsiyet ve ahlak elbisesi olduğu beyan edilir. Nasıl ki elbise insanı hava şartlarından ya da görünür kusurlardan korursa takva elbisesi de insanı günahlardan, kötülüklerden ve manevi tehlikelerden muhafaza eder. Bu elbise giydirildiğinde gönüle, her işte bir duyarlılık kriteri açığa çıkar. Bu duygu, O’nun gazabını celbedecek hâl ve tavırlardan uzaklaşma hassasiyetini kazandırır insana. Utanma ve mahcubiyet hissi de takvayı kuvvetlendiren vicdanî melekelerdir.
Sahabeden Übeyy bin Kâ’b, diken tarlasında eteklerini toplayarak yürüme titizliği şeklinde tarif ediyor takvayı. Yanlışa düşmeme uyanıklığıdır bu hâl; Allah’ın razı olmadığı bir hareketten titizlikle kaçınma, emirlerine uymada hassasiyet göstermedir. Takva elbisesinden mahrum kalanlar, çirkinliklerden korunamaz ve günaha sürüklenirler.
Takva, insanın hem kalbini hem davranışlarını arındıran bir hayat disiplinidir; kulun Rabbine olan saygısının, sevgisinin ve sorumluluk duygusunun hayata yansımasıdır. Hayatı ihsan kıvamında yaşamak, ibadeti, adaleti, merhameti ve ihsanı hayatın nabzına yerleştirmektir. Medeniyetimizin ruhu, işte bu incelikli bilinçle mayalanmış; adaletin, hikmetin ve insani erdemlerin hâkim olduğu bir hayat düzeni ortaya çıkarmıştır.
Ayet-i kerime, bu bilince ulaştıracak kılavuzun Kur’an-ı Kerim olduğunu beyan eder:
"Bu (Kur’an), kendisinde hiçbir şüphe olmayan bir kitaptır; takva sahipleri için bir rehberdir." (Bakara, 2)
Takva salt ahlaki bir hassasiyet olmaktan ziyade doğru yolu bulmanın anahtarıdır. Hatta bu anahtar, yalnızca dış kapıyı aralamakla kalmaz, aynı zamanda ayetlerdeki hikmet ve manalara açılacak iç kapıları da açar. Takva sahibi olmayanlar, tek başına akılla Kelamullahın muradına eremezler; çünkü ayetlerin maksat ve manaları, ancak kalbi takva ile berraklaşmış olanlara açılacak bir hazinedir.
İNSANIN DEĞERİ NE SOYLA NE MAKAMLA NE DE SERVETLE ÖLÇÜLÜR
İslam medeniyeti, dünya ile ahiret arasında hassas bir denge kuran; adaleti, merhameti, hakkaniyeti ve güzel ahlakı esas alan bir medeniyettir. Onun özünü takva şuuru oluşturur. İnsanın değeri ne soyla ne makamla ne de servetle ölçülür; yalnızca Allah'a olan yakınlığı ve takvasıyla kıymet bulur.
"Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkekle bir kadından yarattık, tanışasınız diye kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en kıymetli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınan, takva sahibi olanınızdır." (Hucurat, 13)
Bu ölçü, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir devrimdir; çünkü insanın kıymeti, dünyevi hiçbir ölçüte bağlı kalmadan yalnızca manevi kemaliyle tanımlanır. Toplumsal sınıfları ve ırkları aşan, tüm beşeriyeti aynı ilahi kaynağa bağlayan insanlıkta kardeşlik çağrısı olarak İslam medeniyetinin inşa ettiği toplum düzeni, işte bu kardeşlik bilinci ve takva temeli üzerinde yükselmiştir. Bizim medeniyetimiz de bu anlayışın omurgasını oluşturur: Kalbin arınması, nefsin terbiye edilmesi ve Allah'ın emirlerine isyandan sakınılarak sorumluluk bilinciyle yaşamak...
TAKVA MEDENİYETİ: ADALET VE AHLAK ÜZERİNE KURULU BİR DÜZEN
Takva, bir hassasiyet olmaktan öte bir toplumun karakterini belirleyen temel ilkedir.
Tarih boyunca gönüllerde taht kuran büyük İslam devletleri, siyasi kudretlerini adalet, ahlak ve manevi duyarlılıkla korumuşlardır. Yöneticiler adaletle hükmetmiş, halk dürüstlük ve merhametle yaşamış, alimler ve sanatkârlar ilimle takvayı birleştirmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de bu toplumsal dengenin ölçüsü şöyle ifade edilir:
“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Maide,2)
Bu ilahi ilke, takvayı kişisel bir erdem olmaktan çıkarıp toplumsal düzenin temeline yerleştirir. Takva merkezli bir toplumda insanlar; Peygamberimizin göğsüne işaret ederek “Takva buradadır!” (Müslim, Birr 30) dediği ilkeleri örnek alır ve zan ile ithamdan sakınırlar; çünkü zan ile itham, sözlerin en yalan olanıdır. Tecessüs yapıp başkalarının ayıplarını araştırmaz, birbirine karşı öğünüp böbürlenmez, kimseye hor bakmaz, kıskançlık ve kin beslemezler. Bu kardeşlik ikliminde kimse kimseye haksızlık etmez, kimseyi yardımsız bırakmaz ve küçük görmez. Güzel ahlak yayılır, anlayış, sabır ve nezaketle ilişkiler düzenlenir; ortak akıl ve istişare ile kararlar alınır, fertler sosyal sorumluluklarını yerine getirir ve ilahi taksimata rıza gösterip kanaatle yaşarlar. Takva toplumu hem şahısların hem de toplumun huzur ve saadetini gözetir, iyiliği çoğaltmayı ve kötülüğü ortadan kaldırmayı hedefler. Bu hedefler için el birliğiyle çalışan bir toplum hem dünyada huzurun hem de ahirette saadetin kapısını aralar; çünkü takva, kişinin kalbinden başlayıp aileye, mahalleye ve kurumlara kadar yayılan bir ahlak iklimidir.
Bu iklimde iffet, hayâ ve mahremiyet; adalet, merhamet ve doğrulukla birleşir. Her insan, Allah’ın huzurunda sorumlu bir kul olduğunun bilinciyle yaşar ve o zaman toplum, manevi kudretle ayakta durur ve medeniyet, iman ile erdemin üzerine inşa edilir.
KUBA MESCİDİ: TAKVA TEMELLİ BİR YAPI
İslam Medeniyetine giden hicret yolculuğunun ilk önemli duraklarından biriydi Kuba. Burada İslam’ın ilk mescidi bina edilmişti. Her külfetten sonra gelen nimet gibi mukaddes hicret yolculuğunda çekilen külfetten, Peygamberimizin doğup büyüdüğü yerden ayrılmak zorunda kalışından sonra gelen nimet de temeli takva üzerine kurulan Kuba Mescidi olmuştu.
Yeryüzünde bina edilecek tüm yapıların ve özellikle de Allah’ın dininin şiarı olan tüm mabetlerin hangi manevi temele dayanması, hangi niyet ve amaç için inşa edilmesi gerektiğinin numune-i imtisali olmuştu Kuba Mescidi.
Amellerin niyetlere göre değerlendirileceğini ve müminin niyetinin amelinden daha hayırlı olduğunu bildiren nebevî emir doğrultusunda ortaya konan bu değer ölçüsü, maddî olan bir binanın dahi takva gibi manevî bir temele dayanması gerektiğini kavramamızı istemekte; bozuk ve kötü niyetler üzerine bina edilen tüm yapılara karşı uyanık ve dikkatli davranmaya müminleri sevk etmekteydi.
Toprağın imanla yoğrulması, alınların secde kıvamında toprakla buluşması ile mümkün olurdu. Bir beldenin İslamlaşması ve manen imarı da mescit merkezli yapılardı. Bu sebeple yerleşim yeri olarak tespit edilen bir beldede ilkin bir cami inşa edilirdi, sonra da onun çevresinde eğitim ve ilim yuvası olan medreseler… Toplumsal değişimin merkez üssüydü bu mekânlar. Namazı hayatın merkezine almanın ve her şeyi onun çevresinde şekillendirmenin dışa vurumuydu.
Allah’ın nurunun bir kandil misali toplumu aydınlattığı yapılardı mescitler, beytullah olan Kâbe-i Muazzama’nın başka beldelerdeki izdüşümüydü, şubesiydi.
Öyle buyurdu Rabbimiz: “(O kandil) Öyle evlerde yanar ki Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının içlerinde anılmasına izin vermiştir. Oralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler.” (Nur, 36)
Allah’ın nurunun akılları, gönülleri ve hayatı nurlandırabilmesi için gerekli şartlardan biri de takvaydı. Takva; sadece beden ülkesinin merkezi olan kalplerde değil, bir beldenin iman coğrafyası haline gelmesinin de alamet-i farikası olarak toprağa değer katan bir iman nişanesi idi.
Mescitler, takva üzerine yükseldiği ve gönüller bu mübarek mekânlarda ibadetle, ilimle ve hikmetle yoğrulduğu zaman, ancak o zaman toprağın ve toplumun takva ekseninde bir dönüşümü mümkün olur.
“Nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı günden korkarlar.” (Nur,37)
Yeryüzü müminlere mescit kılınmışken, Allah’a ve ahiret gününe iman eden gönül erleri, bu kutsi hükmü somut bir nişanesi olarak mescitler inşa eder; onları hem madden hem de manen şenlendirirlerdi; ancak bir mabedi hakiki manada 'mescit' kılan, sadece helal parayla inşa edilmiş veya fiziken temiz olması değildi. Bizatihi bir mescidin, dağınık ve birbirinden kopuk yaşayan insanları 'cem' etmesi ve üzerine kurulduğu toprağı secde edilmeye lâyık bir kıblegâh haline getirmesi için, temelinin takva üzerine atılmış olması zaruriydi.
“İlk günden takva üzerine kurulan mescit içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.” (Tevbe, 108)
İşte Kuba Mescidi’nin temelinde de öncelikle Resulullahın ve ashabının imanı vardı. Hurmalığını vakfeden Gülsüm b. Hidm'in infakı, yapımında en üstün gayreti gösteren Ammar bin Yasir’in ihlası, Abdullah bin Revaha’nın şuur yüklü mısraları ve temizlenmeyi seven iman erlerinin tertemiz yürekleri vardı. İşte onlar, bu ayetin canlı bir tefsiri idiler. Böylesi tertemiz niyet, ihlas ve iman erlerinin bir araya geldiği mekânlar, gönüllerin arındığı, takvanın filizlendiği merkezler hâline gelirdi.
Bir arınma iklimiydi takva mescitleri.
Takva mescidinde kurulan sohbet halkaları ve açılan Kur’an sofraları manevi bir gıda olur, beslerdi gönülleri ve kalpler ancak Allah’ın zikriyle doyuma ulaşırdı.
Takva mescitlerinde kılınan namazlar, birer ırmak gibi yıkardı toplumu, kirlerinden arındıran bir yağmur olurdu. Münkere, fuhşiyata ve tüm çirkinliklere çekilen set olurdu.
Bir yücelme vesilesiydi takva mescitleri.
Takva mescidinin mimarlarının kalplerinde Allah sevgisi, ihlas, samimiyet ve takva vardı ki orada yapılacak ibadetler toplumu manen ihya ederdi. Kılınan namazlar, müminler için miraç olur, onları dünyevi olandan uhrevi olana, şeytani olandan rahmani olana, nefsani olandan ruhani olana yükseltirdi.
Var oluşun ve Biz olmanın adresiydi takva mescitleri.
Sadece bedenlerin değil ruhların toplandığı bu yapılarda tefrikaya, fitneye geçit verilmez; biz olmanın, aidiyetin ve cemaat olmanın hakkı verilirdi.
“Ey İman edenler, Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” emri uyarınca bir sadakat iklimi aranırdı bu yapılarda, korunmak için de gerekli olan bu idi. “Rükû edenlerle beraber rükû edin.” emrince sadece Allah’ın huzurunda eğilen bedenler, kula kul olmama iradesini cemaat halinde burada ilan ederlerdi. Menzili cennet olan bir seferde, salih bir daire içerisine giren saf olup kenetlenen müminler, salihler arasına katılma duasını, ameli olarak bu mekânlarda yaşarlardı. “Ey Müminler, kurtuluşa ermek için topluca tövbe edin.” emrinin de adresiydi takva mescitleri. Felaha ermenin vizesiydi topluca edilen tövbeler. Evet, camilerde müminlerin şahitler arasında adlarını yazdırma ve iyilerle beraber vefat çabası kalben, kavlen ve halen var oluşlarıyla kayıt altına alınırdı.
Bir istişare merciiydi takva mescidleri.
Burada akıllar yarışmaz, birleşirdi; fikirler çatışmaz, olgunlaşırdı. Her mesele Kur’an ve sünnet rehberliğinde ele alınır, ferdi değil ümmeti gözeten kararlar alınırdı. İstişare, sadece bir yöntem değil, bir ahlaktı; herkesin sözü değerli idi ve her görüş bir emanet bilinciyle dile getirilirdi.
“Onların işleri aralarında şûra iledir.” (Şûrâ, 38) ayetinin tecelli ettiği bu mübarek mekânlarda, yöneten danışır, yönetilen katkı verir; ortak akılla alınan kararlardan pişmanlık duyulmazdı.
Bir eğitim ocağı, ilim yuvasıydı takva mescitleri.
Mescid bir mektep, bir medrese olur; ilmen ve fikren donatırdı müminleri.
Orada öğrenilen bilgi kuru bir malumat değil, kalbi olgunlaştıran bir hikmetti.
Âlim, sadece bilen değil; bildiğiyle amel eden, ahlakıyla örnek olandı.
Her ders, bir ibadet ciddiyetiyle işlenir; her cümle, bir dua gibi ağızdan dökülürdü.
Takva, bilginin süsü değil, özü kabul edilirdi; zira orada ilim, Allah korkusu ve muhabbetiyle yoğrulmadan kemale ermezdi.
Böylece mescit, kalbin, aklın ve ahlakın birlikte inşa edildiği bir medeniyet beşiği hâline gelirdi.
Sakin bir limandı takva mescitleri.
Takva mescidleri, hayatın fırtınalarında savrulmaya yüz tutan insanlar için sakin bir liman olurdu. Atanmış değil, adanmış insanlar gözlenirdi mihraplarda. Huşu ile kılınacak namazın ön şartlarından biriydi adanmışlık. Adanmış imamların kıldırdığı namazlar yük değil kanat olur, toplumu yüceltirdi. Yormazdı cemaati, yorulmazdı müminler; bir sonraki namazın özlemiyle kalpler mihrapta asılı dururdu.
Bir diriliş ve direniş üssüydü takva mescitleri.
Adanmışların kürsüsünden ve minberinden vahyin hayat veren çağrısı duyulurdu.
Diriliş muştusu olurdu hutbeler ve vaazlar.
Bazen direniş aşısı vurulurdu, gaflet uykusundan uyansın diye müminler.
Cesur hatiplerin gür sesi; zalime yaman bir ihtar, mazluma bir teselli olurdu.
Mescidin taş duvarları arasında yankılanan her söz, ümmetin yüreğine cesaret, kalbine umut ekerdi. Orada korku değil, teslimiyet; yılgınlık değil, tevekkül öğretilirdi.
Takva mescitleri, imanın iradeye dönüştüğü karargâhlardı. Nice inkılap, önce bir minberde atılan o ilk kelimeyle filizlenirdi.
KURUMLARIN DA TAKVASI VARDIR
Her kurum, insana hizmet etme ve dolayısıyla Allah'ın rızasını kazanma potansiyeli taşıdığı için, özünde bir mabet değeri taşıyabilir; ancak bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi, o kurumun mayasını oluşturan yöneticileri ve çalışanlarının takvası ve erdemleriyle doğrudan ilgilidir. Bir mescitte olması gereken samimiyet, adalet, merhamet ve dürüstlük gibi vasıflar; bir okulun, bir hastanenin, bir devlet dairesinin veya bir ticarethanenin de ruhu olmalıdır. Aksi halde, takvadan yoksun bir kurum, tıpkı ihlassız bir ibadet gibidir; dışı süslü olsa da özünde ruhu eksiktir.
Unutulmamalıdır ki, eğitim, adalet ve ekonomi binası da takva ile ayakta kalır. Temelinde takva olmayan bir kurum kolayca çürür, yozlaşır ve işlevini kaybeder; eğitim kurumları yalnızca diploma veren mekanlara dönüşür, adalet sisteminde rüşvet ve kayırmacılık yaygınlaşır, ekonomi ise haksız kazanç ve sömürü ile şekillenir. Ne çalışanlara huzur verir ne de topluma gerçek fayda sağlar.
Neticede takva, toplumsal bir düzen meselesidir. Bu bilinç, hayatın bütününe sirayet etmeli; adaletin terazisinde, ticaretin ölçüsünde, eğitimin hedefinde ve yönetimin ahlakında somutlaşmalıdır. Mescitlerin temelinde yer alması gereken ihlas ve samimiyet, mesleki yetkinlikle birleşip tüm kurumlara taşındığında medeniyet yeniden ihya olacaktır.
Mescitte olduğu gibi, her kurumda da temizlik, dürüstlük, merhamet, adalet ve ihlas hâkim olmalıdır. Takva, mescitleri nasıl arındırıyorsa kurumlarda da insanları yüceltir. Bir kurumda görev alan her fert, tıpkı namazdaki cemaat gibi kenetlenmeli, aynı hedefe odaklanmalı, birlikte iş yapma kabiliyetini geliştirmeli ve kendi konumunda örneklik sorumluluğu taşımalıdır.
O zaman toplumlar ibadet huzuru içinde yaşayabilirler. Bir toplumun kalbi mabette atar; ancak o kalbin sesi kurumlarda, sokaklarda ve yönetim kademelerinde yankılanmadıkça toplum tam anlamıyla dirilmiş sayılmaz. Takva, fertlerin kalbinde filizlenir, toplumun ruhunda kök salar ve nihayet medeniyet ikliminde meyve verir. Takva mescitleri toplumun diriliş üssü olduğu gibi takva temeli üzerine kurulan kurumlar da milletin, ümmetin ve insanlığın yeniden uyanışının taşıyıcısı olacaktır.
Cenab-ı Hakk’ın “Şüphesiz Allah takva sahiplerini sever.” (Âl-i İmrân, 76) ilahî vaadi şahıslarla sınırlı kalmayıp o kutlu bilinçle teşekkül eden bütün müesseselere de şamildir. Bu sebeple, her bir kurum ve kuruluşumuz, tıpkı Resulullah’ın ilk mescidi Kuba gibi temelinde ihlası, işleyişinde adaleti, yönetiminde istişareyi, ilişkilerinde merhameti ve nihai hedefinde yalnızca Allah’ın rızasını taşımalıdır ki yeryüzü yeniden bir mabet gibi olsun; hayatın her alanı ibadete, her emek Allah’a yaklaşmaya dönüşsün. Medeniyetimiz yeniden takva temeli üzerine yükselsin.
TAKVA MEDENİYETİ: İNSANDAN KURUMA VE HAYATA YAYILAN BİR RUH
Takva, mescitlerle sınırlı bir fazilet ve bir ibadet olmanın ötesinde hayatın bütün alanlarına nüfuz etmesi gereken bir şuur ve varoluş biçimidir. Bir toplumun gerçek anlamda dirilişi, mescitte başlayan o saf niyetin ve samimi kulluğun; evlere, eğitim kurumlarına, mahkemelere, çarşılara ve yönetim mekanizmalarına taşınmasıyla mümkündür; zira mescitte filizlenen takva bilinci, toplumda adalete, merhamete, dürüstlüğe ve kardeşliğe dönüşür.
Bu ruhun eğitim alanındaki en güçlü temsilcilerinden biri olan Nurettin Topçu, “Kırk yıl bir mabede girer gibi sınıfa girdim. Hiçbir derse abdestsiz girmedim.” diyerek takvayı bir meslek ahlakı ve şuuru hâline getirmiştir.
Hiçbir derse abdestsiz girmeyen bir öğretmen; kalpleri ve zihinleri inşa ederken ilmin de bir ibadet olduğunu, her dersin bir gönül terbiyesi, her bilginin ise bir emaneti taşıdığını idrak etmiştir.
İster eğitimde, ister sağlıkta, ister yöneticilikte olsun, takva, yapılan her işin niteliğini ve sorumluluğunu belirleyen bir rehberdir; gönülde başlayan bu kalite kıvamı, mesleğin ve görevlerin her alanına taşınır.
Hiçbir ameliyata abdestsiz girmeyen bir doktor; şifanın Allah’tan geldiğinin, kendisinin Allah’ın “Şâfî” sıfatının tecellisi için bir vasıta olduğunun bilincindedir. Nihayetinde onun nazarında bir canı kurtarmak bütün insanlığı kurtarmak gibidir.
Hiçbir toplantıya abdestsiz çıkmayan bir yönetici, aldığı her kararın yalnızca bir idari işlem olmadığını, toplumun geleceğine dokunan bir emanet olduğunu bilir. Adaletle alınan kararlar bereket getirirken nefsin gölgesinde alınan kararlar zulme dönüşür.
Hiçbir projeye abdestsiz başlamayan bir mühendis ise; her çizginin kader, her hesabın emanet olduğunu bilir. Onun terazisinde sadece malzeme maliyeti değil, can emniyeti tartılır. Yaptığı her iş, bir cana kıymet vermenin ve insan ömrünü eserlerine nakşetmenin hesabını taşır.
Evet takva, her mesleği ibadete dönüştüren bu derin şuurun adıdır. Her biri, yaptığı işi Allah’ın rızasına vesile olacak bir vazife olarak görür; zira takva, insanın bulunduğu her makamda ihlâs, edep ve sorumluluk bilinciyle hareket etmesini sağlayan bir hayat disiplinidir.
KİM ALLAH'A KARŞI GELMEKTEN SAKINIRSA...
“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah zorluklar karşısında ona bir çıkış kapısı açar. Hiç ummadığı yerden onu rızıklandırır.” (Talak, 2-3)
Allah’a gönülden saygı besleyip O’na isyan etmekten sakınan kimseye türlü rızıklar ihsan edilir. Bu rızık sadece maddî kazançlarla sınırlı değildir; kişinin karşılaştığı sıkıntılara çözüm bulması, beklenmedik kolaylıklar yaşaması ve umutsuz anlarında Allah’ın yardımını hissetmesi de bu kapsamda değerlendirilir. Zira Allah, kuluna yetendir ve Kendisine yönelen kulunu asla çaresiz bırakmaz. Nitekim Yüce Allah, takvanın toplumsal hayata yansıyan bereketini şöyle müjdeler: "Eğer o memleketlerin halkı iman edip takva sahibi olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden bereketler açardık." (A'râf, 96) Bu bereket, maddî bollukla gelen bereket olduğu gibi yanı sıra toplumsal huzur, adalet, güven ve mutluluktur.
Aynı sayfada geçen diğer bir ayette takvanın hem dünyevi hem de uhrevi kazanımlarına işaret edilmiştir:
“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah onun işlerini kolaylaştırır.” (Talak,4)
Hayatta herkes birtakım zorluklarla karşılaşır. Kimi geçim sıkıntısıyla, kimi hastalıkla, kimi de içsel bunalımlar ve imtihanlarla sınanır. Ancak takva ehli olup sakınarak yaşayanların, Allah’ın yardımıyla bu zorlukları kolayca aşacakları bildirilmiştir. Zorluklara sabreden, Allah’ın emirlerine bağlı kalan, haramlardan sakınan ve helal dairede kalmaya özen gösterenlerin yolu açılır, işleri bereketlenir ve karşılaştıkları engellerde ilahî bir destek hissederler.
“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah onun ayıplarını örter ve ona büyük bir mükâfat verir.” (Talak,5)
Takva sahibi kullar, iyi niyet ve samimiyetleri sebebiyle mahcup edilmez; ayıpları ve hataları örtülür ve kendilerine büyük bir mükâfat verilir.
Bu ayet-i kerimeler göstermektedir ki takva, dünya hayatında müminler için hem kişisel hem toplumsal düzeyde sayısız nimetler taşır. Allah’a gönülden bağlılık gösterip O’na isyan etmekten sakınan kişiler; zorluklar karşısında destek görür, yolları açılır, rızıkları genişler, hataları örtülür ve büyük mükâfatlara ulaşırlar. Takva, şahsın kalbinde filizlenen bir erdem olmanın ötesinde hayatın her alanına bereket ve bolluk getirir, toplumsal huzuru, adaleti ve güveni güçlendirir. Bu sebeple her Müslüman için en kıymetli kazanç, Allah’ın rızasını gözeterek hayatını takva üzere yaşamaktır.
MODERN ZAMANDA TAKVA GİYSİSİNİ KUŞANMAK
Modern zamanda takva; bir ibadet alanı olmanın ötesinde hayatının her zerresinde yaşatılması gereken bir erdemdir. Bu, Allah’ın rızasını gaye edinmiş bir hayat disiplinidir. Takva, salt namaz veya oruçla sınırlı kalmaz; iffet, helal kazanç, adalet, dürüstlük, zamanın emanet bilinciyle kullanımı ve her davranışta sorumluluk şuuruyla bütünleşir.
Modern çağın karmaşasında iffet, hayâ ve mahremiyet, takvanın görünür kalkanlarıdır. Bu değerler, insanın hem kendi nefsine hem topluma karşı saygısının ifadesidir. İffet, arzuların esiri olmamayı; hayâ, kalbin inceliğini ve edebin zarafetini; mahremiyet ise insana verilen şeref ve haysiyetin sınırlarını korumayı öğretir. Takva ehli bir mümin, bu üç değeri hem ahlaki bir erdem hem de toplumun huzurunun teminatı olarak görür.
Aile, takvanın somut hâle geldiği ilk mecradır. Eşler arası samimiyet, sevgi, saygı, sabır ve sadakat; çocukların edep ve zarafetle terbiye edilmesi; anne-babaya, aile büyüklerine hürmet ve şefkat, aile içi takvanın temel sütunlarıdır. Birlikte kılınan namazlar, birbirini besleyip büyüten sohbetler ve birbiri için gönülden edilen dualar, aileyi bir takva yuvası hâline getirir.
Günlük hayatın rutini içinde takva; Allah’ı anmak, namaz, dua ve zikirle gönlü diri tutmaktır. Mukaddes kitabımızı ve Peygamberimizin hadislerini belirli bir plan ve disiplin dahilinde okumak, anlamaya ve yaşamaya çalışmak, iyi niyeti ve samimiyeti muhafaza etmek, kalbi kıskançlık, haset ve kin duygularından temizlemek, dili yalan, gıybet ve kötü sözlerden arındırmak, davranışları adalet ve merhametle şekillendirmek ve her işte ihlasla hareket etmek de bu bilincin parçalarıdır.
Bu çerçevede Peygamberimiz şöyle buyurur:
“Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’tan kork! Kötülük işlersen, hemen ardından bir iyilik yap ki, o kötülüğü silip yok etsin. İnsanlara karşı da güzel ahlakla muamele et!” (Tirmizî, Birr, 55/1987)
Bu hadis, takvanın ibadetle sınırlı kalmadığını, günlük davranışlarımızı şekillendiren bir rehber olduğunu gösterir. Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket eden ve kalbinde Allah korkusu ile yaşayan kişi, hatada ısrar etmez, yanlış davranışlarını düzeltir ve iyilikle telafi eder ve çevresine karşı güzel ahlak sergileyerek toplumsal barış ve güvenin oluşmasına katkıda bulunur.
İş dünyasında takva, Allah korkusu, ahlak ve dürüstlük pusulasıyla hareket etmektir. Haram ve şüpheli kazançlardan uzak durmak, faizin ve kumarın zerresine bulaşmamak, helal rızık peşinde koşmak ve haksız rekabetten kaçınmak, takva bilincinin ekonomik hayattaki tezahürleridir.
Helal kazanç hassasiyeti, Müslümanın karakter mührüdür; zira kazancını helal yoldan elde etmek, hayatındaki her davranışta dürüstlük ve sorumluluk bilincini gösterir, kişinin ahlaki duruşunu ve takva bilincini somut bir şekilde yansıtır. Kazanırken gösterilen takva kadar, harcarken de aynı hassasiyet gösterilmelidir; özellikle de boykot bilinci, Müslümanın tüketim tercihlerindeki ahlaki duruşunun en somut göstergesidir; zira harcama bir taraf belirlemedir. Kimin emeğini desteklediğimiz, kimin zulmüne ortak olduğumuz, kimi ayakta tuttuğumuzun açık bir göstergesidir; bu sebeple her alışveriş, aslında bir vicdan muhasebesi olmalıdır.
Kamusal alandaki vazifeler, Hakk katında birer emanettir. Takva sahibi bir kamu görevlisi harama bulaşmaz, rüşvet ve kayırmacılıktan kaçınır; kul hakkını gözetir, kaynakları israf etmez. Adaleti esas alır, baskılara boyun eğmez; liyakati üstün tutar, ehliyeti önceler. Şeffaf, hesap verebilir olur, helal olanı yasal olanla buluşturmaya gayret eder. Takva, makamı bir güç olarak görmemeyi, Hakk’a ve halka hizmet bilinciyle hareket etmeyi öğretir.
Toplumsal ilişkilerde takva, merhamet, anlayış ve affedicilikle tezahür eder. Komşu ve akraba haklarına saygı göstermek, zulme karşı durmak, hak savunuculuğu yapmak, yardımseverlik ve dayanışmayı esas almak, takva bilincinin sosyal yansımalarıdır. Her fert toplumda bir mum gibi yanarsa her karanlık köşe aydınlanır ve toplumun bütününe ışık yayılır. Bu bilinçte olan kişi, görev ve sorumluluklarını ihmal etmez; adalet, doğruluk ve merhameti hayatının her alanına taşır. Toplumun düzeni ve huzuru için payına düşeni eksiksiz yerine getirir, davranışlarıyla çevresine örnek olur ve toplumsal rahmetin yayılmasına katkı sağlar.
Teknolojiyle örülü çağımızda, takva ahlaki ve manevi dengeyi koruyan temel bir kılavuzdur. Sosyal medyayı bilinçli ve sorumlu kullanmak, fitneden uzak durmak, dijital bağımlılıklardan kaçınmak, gözleri ve kalbi haramdan korumak takvadandır. Teknoloji, modern zamanın kervansarayı gibidir. Tarih boyunca kervansarayların yolculara dinlenme, alışveriş ve etkileşim imkânı sunduğu gibi teknoloji de günümüz insanının bilgiye, iletişime ve etkileşime ulaştığı bir mecradır. Herkes oradan geçer, herkes bir şey alır ve bırakır. Doğru kullanıldığında toplumları birbirine bağlar, ufukları genişletir, ekonomik ve kültürel alışverişi mümkün kılar; fakat yanlış kullanılırsa insan yönünü kaybeder, mecralar ona zarar verir, nefsi doyumsuzlaştırır ve toplumsal bağları zayıflatır. Teknoloji kendi başına bir değer değildir; onu anlamlı kılan, kullanıcılarının niyeti, ahlakı ve sorumluluk bilincidir. İçindeki insani ve ahlaki yapı sağlam değilse modern kervansaray boş bir veri ve kod yığınına dönüşür; bilgi kirliliği, sahte değerler ve boş etkileşimlerle dolup taşar.
Takva üzerine inşa edilmiş bir medeniyet; ruh, niyet ve ihlasla yoğrulmuş bir toplumsal organizmadır. Modern dünyanın karmaşasında takva giysisini kuşanmış bir Müslüman, önce kendi iç dünyasında huzuru inşa eder, ardından çevresine rahmet ve bereket yayar. Aile, iş, eğitim ve sosyal hayatı ibadet alanına dönüştürür. Medeniyet, ancak bu ruhla yaşar; takva, hem kalbin hem toplumun köşe taşı olduğunda hayat anlam bulur. İç alemin inşasıyla dış alem mamur olur; gönüller imar oldukça kurumlar, şehirler ve toplumun bütün mekanları rahmetle dolar.
Nihai hedefimizi hatırlatan ilahi bir müjde ile sözümüzü mühürleyelim: "Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cennete sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: 'Size selam olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi ebedî kalmak üzere buraya girin.' Onlar şöyle derler: 'Hamd, bize olan vaadini gerçekleştiren ve bizi bu cennet yurduna varis kılan Allah'a mahsustur. Salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzelmiş!'" (Zümer, 73-74)
Bir ahiret tasviri olmanın ötesinde bu müjde, dünyada kurulacak hakiki medeniyetin de temel kodlarını taşır. "Tertemiz olmak", gönlü ve çevreyi her türlü haramdan, zulümden ve çirkinlikten arındırmakla; "ebedi cennet yurdu", bu dünyada inşa ettiğimiz adalet ve merhamet yurdunun kalıcılık arzusuyla; "selam" ise hem kalplerde hem de sokaklarda tesis etmekle yükümlü olduğumuz huzur ve esenlikle doğrudan bağlantılıdır.
İç dünyamızı ihmal etmeden dış dünyamızın imarı, birbirini tamamlayan iki ebedî hamledir. Bu kutlu çaba, ahiretin bu dünyadaki bir yansıması ve ilahi selâmın davetine icabettir; zira cennetten sürgün edilip yeryüzüne gönderilen insanın asli görevi, bu dünyada adalet, merhamet, barış ve huzurun temelini atmak, böylece ebedî ahiret yurdunun bir provasını gerçekleştirmek ve cennete aktif bir biçimde hazırlanmaktır.
Yorumlar4