Aşkın bir adı da ADANMAK: İyilik idealimiz için bir şeyler yapmak
- GİRİŞ17.11.2025 09:44
- GÜNCELLEME17.11.2025 09:44
Medeniyet tasavvurumuzun ana gayesi, kötülüğün karanlığı yok olana dek mücadele etmek ve yeryüzüne iyiliği, adaleti ve merhameti bir nizam olarak yerleştirmek için gayret göstermektir.
Kötülüklerin ortadan kalkması ve iyiliklerin hâkim olmasını talep eden müminler, aynaya bakıp söz ile talep ettikleri duaların kabul şartı olan amelleri işleyip işlemediklerine odaklanmalılar; zira duaların kabulü ve Allah’ın yardımı, çoğu zaman bizim yapıp ettiklerimize bağlıdır.
Kur’an-ı Kerim’de duaların kabul şartlarından biri olan ilkeye işaret edilir. Hazreti Musa, susuzluk ve kuraklık sebebiyle yanıp kavrulan halkı için Cenab-ı Hakk’tan su talep ettiğinde “Asanı taşa vur!” (Bakara, 60) diye emredilmiş; Firavun’un zulmünden kurtulmak için çıktıkları yolculukta karşılarına çıkan denizi aşmak için dua ettiğinde de yine aynı şekilde asayı denize vurması söylenmiş ve bir harekette bulunması, amelî dua olabilecek bir çaba içerisinde olması istenmiştir.
Bu ilahî düstur, peygamber kıssalarında sık sık karşımıza çıkar:
Hazreti Eyyûb, ağır bir hastalıkla imtihan edildiğinde duasının kabulü için kendisine "Ayağını yere vur!" (Sâd, 42) emredilmiş ve bu fiilî hareketin ardından çıkan suyla şifa bulmuştur.
Hazreti Meryem, Hz. İsa'ya yüklü olarak yalnız başına bir köşeye çekilip doğum sancılarıyla perişan olduğunda yanı başında bir ses ona "Haydi, şu hurma ağacını kendine doğru silkele!" (Meryem, 25) diye seslenmiş; o bu küçük ama anlamlı fiilî çabayı gösterdikten sonra Allah onu taze hurmalarla rızıklandırmıştır.
Peygamberimiz ve sahabeleri, Medine'yi kuşatan müşrik ordulara karşı sadece kavlî dua etmekle kalmamış, hendek kazarak fizikî bir savunma tedbiri almışlardır. Onların bu amelî duası, Allah'ın yardımı ve zaferi için bir ön şart olmuştur.
Kul, “Ver ya Rabbi!” diye dua ettiğinde Allah Teâlâ, vermeden önce “Yap!” demiştir. Asa vurulmadan da pınarlar fışkırtmaya, ayak vurulmadan da su çıkarmaya, hurma dalı sallanmadan da meyve vermeye, hendek kazılmadan da düşmanı hezimete uğratmaya muktedir olan Rabbimiz, manevi sebepleri maddi sebeplere bağlayarak hedeflere ulaşılabileceği ve dil ile yapılan duaların ancak fiil, hareket ve icraat ile yapılacak amelî dualarla birlikte olduğunda kabul edilebileceği hikmetini öğretmiştir.
İYİLİK İDEALİMİZ İÇİN BİR ŞEYLER YAPMAK
Yeryüzünde münkerden eser kalmayıp marufun hâkim olması için yapılması gereken en öncelikli ve en önemli amelî dua iyi insanlar yetiştirmektir. Dünyanın iyiliği için en çok ihtiyaç duyulan iyi insanlar da ancak iyi insanların sayesinde yani gölgesinde yetişir. Diğer taraftan iyiliğin hâkimiyeti kötülüğün izale olması şartına bağlıdır. Bu bağlamda iyi, güzel, doğrunun bilinmesi ve yaygınlaşması için çalışmak kadar kötü, çirkin ve yanlışın da bilinmesi ve etkisiz kılınması için çaba göstermek gerekir, hatta kimi zaman kötülüğün izalesi daha öncelikli bir gaye haline de gelebilir.
Gerçek iyiliğe ancak infak ve paylaşma erdemiyle ulaşabiliriz: malımızdan, vaktimizden, bilgimizden ve tecrübemizden infak etme borcundayız: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Âl-i İmran, 92)
Peygamber Efendimiz, "Veren el, alan elden hayırlıdır." (Buhârî, Zekât, 18) buyurarak infak ve yardım etme faziletini övmüş ve Müslüman şuurunu aktif bir iyilik anlayışına yönlendirmiştir; ancak bu hadis-i şerif, derin bir manevi ölçüyü de beraberinde getirir: Bu kıymet hükmü, asla veren eli bir üstünlük duygusuna, alan eli ise bir mahcubiyet hissine sevk etmemelidir; zira gerçek hayrın değeri, yalnızca verilen maddi değerde değil, o iyiliğin "ihsan" yani en güzel şekilde ve "hasbîlik" yani Allah rızasından başka hiçbir karşılık beklemeksizin yapılmasındadır. Bu inceliği kavrayan bir gönül için, kimi zaman o zor durumdaki insanın el uzatması, verenin yaptığı iyilikten daha değerli hale gelebilir; çünkü o, kendi acziyetini ve ihtiyacını gizlemeden, veren kişiye Allah katında sevap kazanma, cömertlik sıfatıyla tezyin olunma ve gönlünü arındırma fırsatı vermektedir. Bu yönüyle, alan el, veren el için bir rahmet vesilesidir. Bu sebeple aslolan, hayır yarışında önde olma çabasını, nefsi yüceltmenin değil, acziyeti tazelemenin bir aracı bilmektir. İyilikte bulunmanın verdiği meyveyi, ancak tevazu toprağına ektiğimizde hakiki berekete ulaşabiliriz. İnfak, bir lütuf değil, bir şükür borcudur; veren el, minnet makamında, alan el ise bir imtihan vesilesidir. Bu dengeyi kuramadığımızda sadaka kabul görmeyebilir, yaptığımız iyilik ise bizi sahibinden uzaklaştırabilir.
Nihai ölçü, Allah Teâlâ’nın "Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. 'Biz sizi sırf Allah rızası için doyuruyoruz; sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.' (İnsan, 8-9) ayetiyle tarif ettiği şuur, samimiyet ve beklentisizliktir.
En önemlisi de dayanışma ve birbirimize destek olmaktır. “İyilik ve takva hususunda yardımlaşın.” (Maide, 2) buyuran Rabbimiz, müminleri bir binayı meydana getiren birbirine kenetlenmiş tuğlalar olarak tarif eder. İşte Allah’ın rızasına ulaştıracak, iki cihanda izzet ve şeref kazandıracak, düşmanlardan gelecek belalara karşı siper olacak olan da bu şuurlu dayanışma ve birlik ruhudur. Zira saldırının toplu olduğu yerde, savunma da karşı hamle de ancak toplu olursa anlam ifade eder. Ferdî kahramanlıklarla, örgütlü kötülüklere karşı zafer kazanılamaz.
Peki, bu küllî dayanışma nasıl filizlenecek? Cevap; her bir ferdin kendi dünyasında atacağı samimi ve bilinçli adımlarda gizlidir; zira büyük dalgaları yürüten, her bir damlanın aynı istikametteki sessiz hareketidir. Bu yüzden, iyilik idealimiz için hepimiz "bir şeyler" yapmalı, bu kutlu dayanışmanın bir halkası olmayı gaye edinmeliyiz. Tam da bu noktada, Üstat Mustafa Kutlu'nun, yapacağımız o "bir şey"in nasıl bir ruh taşıması gerektiğine dair eşsiz nasihatine kulak verelim:
"Bir şey yap güzel olsun... Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin.
Bir şey yap doğru olsun. İnsanları yalanın ve yanlışın bataklığına düşmekten korusun. Rüzgâra ve akıntıya kapılmasın; kırılsın lakin eğilip bükülmesin.
Bir şey yap iyi olsun. Hizmetten, hürmetten, merhametten müteşekkil olsun. Kalpleri yumuşatsın; garibin, yolcunun, zayıfın derdine derman olsun.
Bir şey yap âdil olsun, haktan hukuktan ayrılmasın. Zalime haddini bildirsin, mazlumun payını versin.
Bir şey yap barış olsun. İnsanlar kin ve nefretten uzaklaşsın. Bombalar patlamasın, çocuklar ölmesin." (Hüzün ve Tesadüf, M. Kutlu, Sh. 15)
İŞİNİ İHSAN KIVAMINDA YAPMAK
Her birimiz kendi yetki ve etki alanlarımızda bir şey yapmalıyız. İyilik, güzellik, doğruluk, adalet ve huzura hizmet edecek bir şey. Külli iyiliğe katkıda bulunacak ve kötülüğü yok edecek o bir şey’i her birimiz en güzel şekilde ihsan kıvamında yapmaya gayret ettiğimizde işte o zaman kara bulutlar dağılacak, rahmet yağmurları yağacak, bombalar patlamayacak, çocuklar ölmeyecek.
İslam, hangi iş olursa olsun o işi en güzel ve en sağlam şekilde yapmayı emreder; iyilikler için de bu böyledir. Allah Teâlâ, kerim kitabında buyurur: “Bir de iyilik yapın ve yaptığınızı en güzel yapın. Doğrusu Allah iyilik yapan ve işini güzel yapanları sever.” (Bakara, 195). Peygamber Efendimiz de bu erdemin iş hayatına ve tüm amellere yansıması gerektiğini şöyle buyurmuştur: "Allah sizden biriniz bir iş yaptığında itkân ile (sağlam ve kaliteli) yapmanızı sever." (Beyhakî, Şuabu’l-İmân)
Biz iyi işler yaptığımızda ve daha da önemlisi başkalarıyla iş yapabilme kabiliyetimizi geliştirip şuurlu birlikteliklere katkı sağladığımızda aynı zamanda kendi inanç, kültür ve medeniyet değerlerimize sıkıca sarılıp onları yaşatmak için cehd-ü gayret gösterdiğimizde yeryüzünde fitne ortadan kalkacak ve yaşanan acılar son bulacaktır. Herkes bulunduğu konumda yaptığı işin hakkını vermeye çalışırsa işini ihsan kıvamında en güzel şekilde ve birlikte yapmaya gayret ederse işte o zaman adalet, merhamet ve paylaşım toplumsal bir bilinç haline gelir ve iyilik idealinin gerçekleşmesi mümkün olur. İçimizden, gönüller kazanmaya talip olan gönül erleri ve gül yetiştirmeye adanan güzel insanlar, bir şeyler yapmak için harekete geçtiğinde işte o zaman dünyamız adalet ve huzur yurdu haline gelecektir.
Bu kutlu yolculukta mücadeleden kaçınmamak, bahaneler üretmemek bilakis sorumluluk almak esastır. Emeğin, alın terinin ve azmin değeri büyüktür. Pasiflikten ve tembellikten uzak durarak çalışkanlık ve kararlılıkla yürümek hem ferdin hem de toplumun geleceğini inşa edecektir.
Biz biliriz ki ameller, niyetlerimize göre değer kazanır ve yine biliriz ki niyet hayır olunca, akıbet de hayır olur. Biz zafere değil, sefere odaklanırız. Başarıya ulaşmak ya da zafer elde etmek her zaman bizim elimizde olmayabilir; fakat gayret göstermek, emek vermek, iyilik idealimiz uğruna adım atmak ve bir şeyler yapmak bizim elimizdedir. Ne de güzel ifade etmişti Üstat Necip Fazıl:
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi Küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!”
Bize yakışan; Kudüs seferine çıkarken “Atının alnında zafer görüyorum.” diyen hocasına “Biz seferden sorumluyuz, zaferden değil.” diyerek mukabele eden Selahaddin Eyyubî’nin sevdasını, umudunu, azmini ve gayretini kuşanmak; tevfikin, inayetin ve muvaffakiyetin yalnızca Allah’tan geldiğine iman etmektir.
Bize düşen; yeryüzüne iyilik hâkim oluncaya kadar, kötülükle mücadele etmek ve iyilikte sebat etmektir. Hazreti İbrahim için yakılan ateşe su taşıyan karıncanın, Kâbe’ye ulaşmak için çöl kumlarında yollara düşenin ve bir çiçeğe hayat vermek için toprağın altını üstüne getiren yağmur damlasının kararlılığıyla yol almalıyız. Bir meyve vermek için köklerini görünmez bir azimle kayaların içine salan ağaç gibi vazifemizin büyüklüğüne değil, yapabileceklerimizin hakikatine odaklanmalıyız.
Bu kutlu yolda niyetimizi sahih, azmimizi diri, adımlarımızı sabit kılmak esastır. Karanlığı delecek bir ışık olmanın yolu, önce kendi kandilimizi yakmaktan geçer. Tıpkı bir mumun, etrafını aydınlatmak için kendi bedenini tüketmeyi göze alması gibi biz de hakikatin ışığını yaymak için nefsimizden ve konforumuzdan bir şeyler feda etmeliyiz. Sonucun değil, çabanın hesabını vereceğimizi bilerek küçük büyük demeden her iyiliğe koşmak, adaletin, merhametin ve hikmetin sadık birer bayraktarı olmaktır.
ŞUURLU BİRLİKLER OLUŞTURMAK
Batılın yok olması ve Hakk’ın hâkimiyeti için kazanılması gereken öncelikli vasıflardan biri şuurlu olmaktır. Şuur ya da bilinç hali, bir farkındalık halidir. Olay ve olguları, hakla batılı ayıran bir ölçüyle okumak ve neyi niçin yaptığımızın farkındalığıdır öncelikle, sonra da dünyada olup biten hadiseleri doğru yorumlayıp oynanan oyunların, dönen dolapların, kurulan tuzakların, doğruyla yanlışı ayırt etmenin farkındalığı. Amentüye inanan her mümin, kimin dost kimin düşman olduğunun bilincindedir; kendi inanç, kültür ve medeniyet değerlerine düşman olanlara karşı uyanık, dikkatli ve tedbirli olması gerektiğini idrak eder. Bize bakan boyutuyla önemsenmesi gereken belki de en önemli mesele, biz olma şuuruna sahip olmaktır. Biz olmak; bir ve beraber olmanın bereketine inanmakla başlayan, önce ben değil biz bilincine yükselmekle devam eden ve birlikte iş yapabilme kabiliyetiyle taçlanan bir süreçtir. Bir ve beraber olmanın bereketlendiren ve büyüten etkisine pek çok ayet-i kerimede vurgu yapılır. (bkz Âl-i İmran,103, 105, Enfal,46)
Birlik ve beraberliğin en anlamlı göstergelerinden biri, millet olmaktır. Etnik, dinî ve bölgesel taassuplardan uzak durarak ortak bir gaye etrafında, ortak bir vatan toprağında ve aynı bayrağın gölgesinde ortak bir şuur ile yaşayan bir millet olabilmek, her türlü tehlikeden koruyan bir kalkan ve fırtınalar karşısında sığınılan bir limandır.
Millet olmayı başaramayan inanmış topluluklar, ümmet olmayı asla başaramazlar. Diğer taraftan kendi anavatanında bir ve beraber olabilmeyi müminlere kazandıran millet olma bilinci, dinde kardeş olduğumuz büyük İslam ailesinin diğer milletleriyle bir ve beraber olma kıvamında ümmet olma bilinciyle desteklenmezse her topluluk, örgütlü kötülük karşısında zillet altında yaşamaya mahkûm hale gelecektir. Bizler birlik olduğumuz müddetçe millet ve ümmet olarak yükselecek; tefrikalarla bölünüp parçalara ayrıldıkça daha büyük felaketlere maruz kalacağız Allah esirgesin. Mehmet Akif’in uyarısıyla:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
“Sen! Ben! desin efrâd, aradan vahdeti kaldır;
Milletler için işte kıyâmet o zamandır.”
Keşke her birimiz, Üstat Sezai Karakoç’un en büyük dava olarak ifade ettiği ideal birlikteliği dert edinebilsek ve o ideal için gayret gösterebilsek: “Bin yıllık ömrüm olsa, ömrüm boyunca konuşmam ve yazmam nasibimde varsa hep Müslümanların birleşmesinden, bir araya gelip şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim. Bundan bıkmam ve yılmam. Çünkü bundan daha büyük bir dava bilmiyorum..." (Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II)
Dünyayı zulümleriyle kasıp kavuran kötülüğü bertaraf etmek amacıyla oluşturulacak birlikteliklerin adaletin tesisi ve hakkın ikamesi adına yapmaları gereken; amelî duadır, dert edinmek, koşturmak ve çalışmaktır. Gözyaşıdır, terdir, mücadeledir ve gerekirse bedel ödemek, korumak ve korunmak için fedayı can etmektir. Derdimiz ter, gözyaşı ve duayla bereketlendiğinde işte o zaman iyilik hâkim olacak ve kötülük etkisiz kalacak, ayetin ifadesiyle (İsra,81) hak gelecek batıl zail olacaktır.
“Hak'kın tesisi için çalışmamakla Batıl'ın hakimiyeti için çalışmak arasında fark yoktur.” diyen siyasi mücadelenin öncüsü, merhum Başbakan Necmettin Erbakan; iyilik, fedakârlık ve sorumlulukla birleşen bir heyecanın gönülleri harekete geçirdiğini ve bu heyecanın insanı yalnızca görevini yapmakla yetinmeyen bir adanmışlık hâline dönüştürdüğünü her zaman hatırlatmıştır:
"Bir şey istiyorum. Heyecan, heyecan, heyecan...
Neyin heyecanını istiyorum biliyor musunuz?
Varoşlarda yaşayıp şehirlerin kenarlarındaki çöplüklerden, evine yiyecek toplayan çocukları kurtarmanın heyecanını istiyorum.
6-7 yaşında bir çocuk ekmek dağıtan arabanın arkasından, buzların üzerinde, hasta annesine ekmek almak için dakikalarca koşuyor. O çocuğu, o zulümden kurtarmak için, sizden heyecan istiyorum.
Filistin'deki savunmasız yavruyu, üzerine sıkılan kurşundan kurtarmak için, heyecan istiyorum.
Afrika'da en basit bir ilacı bulamadığı için ölen küçük yavrunun kurtarılması için heyecan istiyorum."
Bu heyecan, bu duyarlılık ve bu diğerkamlık, iyilikte öncü olanların yüreğini ateşleyen güçtür.
İYİLİKTE ÖNDE OLANLAR MÜKAFATTA DA ÖNDE OLACAKLAR
Hayatlarını Hakk’a, hakikate ve iyiliğe adamış öncü insanlar geçti bu dünyadan; karanlık bir gecede kayan yıldızlar gibi parlayan, yeryüzüne çakılmış sarsılmaz dağlar gibi sağlam duran yiğitler… Onlar, şehrin insanını savrulmaktan korudular ve kendileri de korundular.
Bir lider ya da bir yönetici, bir mürşit ya da bir muallim olarak; her biri Amentü’ye inanmanın hakkını vererek mukaddes bir dert yükünü taşıdı yüreğinde.
Sarsılmaz bir iman, şevk ve gayret onlarda karakter halini aldı. Kimi bir yangın yerinin tam ortasında şehadet makamıyla taçlandırdı hayatını, kimi din ü devlet, mülk ü millet yolunda rızaen lillah ve i’lây-ı kelimetullah uğruna cehd-ü gayretle koştururken fedayı can eyledi, kimi de vakıf insan olarak gönüllere dokunurken ve dualar alıp güzel insanlar biriktirirken kavuştu rabbine adı kanser ve adı kaza olan bir ecelle…
Onlar, bir dava ve bir ideal uğruna; ama hep yaşatma hassasiyetiyle yaşadılar. Önce iman ve ahlak dediler; hayat, iman ve cihat… Şahitliğin hakkını vermeye adandılar; niyetleri, gayretleri yalnızca Allah’ın rızasına ermek içindi. “Nimet verilenlerden olmak” en büyük emelleriydi.
Ne güzel arkadaştılar onlar! “ve hasûne ülâike rafîka” (Nisa,69)
Onlar, bizim önden gidenlerimizdi, hayır yarışında öne geçen öncülerimizdi. Hidayette, hayırda ve iyilikte çığır açan öncüler… Miras bırakılan emanetler karşısında nefislerine zulmetmeyip sorumluluk aldılar. Allah’ın izniyle hayırda yarışıp öne geçenlerden olmayı seçtiler.(Fâtır,32)
“İyilikte önde olanlar, mükâfatta da önde olacaklardır.” (Vakıa, 10)
İyilik, bulaşıcıdır; bir kişinin yaptığı iyilik, dalga dalga yayılır. Bu dalgayı ilk başlatanlar da yine bu öncü insanlardır. İyiliği bir seçenek değil, bir hayat tarzı olarak benimsediler. Karşılık beklemeden, çıkar gözetmeden faydalı olmayı, gönüller yapmayı, güzellikleri çoğaltmayı kendilerine vazife edindiler. Bu ruh, hasbîlik ruhuydu. Onlar iyilikleri sadece Allah rızası için yapan, gönülden, samimi ve içten bir adanmışlıkla hareket eden kimselerdi. Yalnızca kendilerine verilen görev kadar değil, vicdanlarının ve imanlarının gerektirdiği kadar koşan, sınırları zorlayan yürek sahipleriydi onlar.
Onların varlığı, toplumları aydınlatan bir meşale, insanlığa yön gösteren bir pusula gibiydi. Fedakârlık ruhuyla hareket eden, mazlumun yanında duran, hakkaniyeti önceleyen, karanlığı dağıtmak için bir mum yakan, umudu yeşertip iyiliği savunan insanlardı. Hayata dar bir pencereden değil, geniş bir ufuktan baktılar. Değişimi okuyabilen, yeniliği yönetebilen, her türlü zor şartta metanet gösterebilen ve istikametten ayrılmayan basiret sahibi kimselerdi. Onlar sadece kendi mutluluklarını değil, milletin huzurunu, ümmetin selametini de dert edindiler. Muhabbeti, kardeşliği ve dayanışmayı çoğaltmaya gayret ettiler; kin ve nefreti söndürmeye, kırılanı onarmaya çalıştılar.
Onlar, inandıkları değerlere el ucuyla değil, azı dişleriyle sımsıkı tutundular. Müminlere karşı şefkatli ve merhametli; kâfirlere karşı ise vakur, gerektiğinde sert ve hiddetliydiler.
Hassas, duyarlı bir yürek taşıdılar. Samimi, dürüst ve erdemliydiler. Yaşadığı gibi inanma kolaycılığına kaçmadan, reel olanın vesayeti altında ezilmeden, mazeretler üretmeden inandıklarını yaşama ve yaşatma azmindeydiler.
Onlar, “Biz olma”nın bilincine ermişlerdi. Yalnızlıktan, bencillikten ve bireysellikten kaçınarak bereketi birlikte yürümekte, birlikte büyümekte gördüler.
Atanmış değil, adanmışlardı.
O adanmışlık ki, yüksek idealler uğruna her türlü zahmete katlanmayı; şahsi hedefleri bir kenara iterek rahatından vazgeçip vaktini, enerjisini, malını ve canını vakfetmeyi ifade ediyordu.
Vakıf insanlar olarak tanıdık onları. Koşuşturmanın bir infak haliydi bu. Onlar, pazarlık yapmadan, mesai ve ücret kaygısı gütmeden; kariyer, şöhret, alkış, terfi, makam ya da mevki gibi hiçbir karşılık ve menfaat beklentisi olmaksızın sadece Allah’ın rızasına taliptiler. Bıkmadan, usanmadan, alınıp gücenmeden yolda yürümeye devam ettiler. Paslanmak yerine yıpranmayı göze aldılar. Sabrettiler, tahammül ettiler,
Yorulmak nedir bilmediler. Aşkınan çalışan yorulmazdı ve onlar aşkın bir adının da yorulmamak olduğunun tanıklığını yaptılar.
Tarih boyunca iyiliğin öncüleri, rahatlarından feragat eden, mazlumun elinden tutan, adalet için mücadele eden insanlar olmuştur; çünkü dünyayı değiştirecek olanlar, konforundan vazgeçmeyi göze alabilenlerdir. Bu fedakârlık ve adanmışlık ruhu, Allah katında elbette karşılıksız kalmayacaktır: “Allah, yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı kesinlikle bilmektedir.” (Bakara, 270)
ZAMANIN ŞAHİTLİĞİNDE İYİLİK
Modern dünyanın karmaşasında iyiliği yaşatmak, kötülüğün gürültüsü arasında sessiz bir hakikat ilanıdır. Sosyal yardımlaşma projeleri, gönüllülük çalışmaları, insani yardım organizasyonları bu anlayışın çağımıza yansıyan tezahürleridir. Dünyanın dört bir yanında savaş, açlık, doğal afetler ve yoksullukla mücadele eden insanlara uzanan yardım elleri, iyiliğin sınır tanımayan evrensel bir değer olduğunu göstermektedir.
Deprem, sel ve yangın gibi afet bölgelerine ulaştırılan yardımlar; savaş ve işgal altında yurtlarından edilmeye çalışılan mazlumlara sahip çıkan gönüllüler; eğitimde imkân ve fırsat eşitliği için başlatılan burs projeleri, evsizlere yönelik barınma ve gıda destekleri, kan bağışı kampanyaları, çevre dostu girişimler ve dayanışma hareketleri… Bütün bunlar, modern dünyada iyiliğin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Dijital platformlar aracılığıyla kısa sürede yayılan yardım kampanyaları ise iyiliğin küresel ölçekte paylaşılmasına ve ulaşmasına imkân sağlamaktadır.
İyiliğin öncüleri sadece geçmişte yaşamış kahramanlardan ibaret kalmadı; bugün de vicdanla, merhametle ve adanmışlıkla hareket eden güzel insanlar, mazlumun sesi olmakta, toplumları ihya eden adımlar atmaktadır. Eğitimden sağlığa, sosyal adaletten çevre bilincine kadar birçok alanda iyiliği yaymaya çalışan kişi ve kuruluşlar, bu çağın iyilik öncüleri olarak üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirip gönüllere dokunmaya devam etmektedir. Böylece iyilik, hem geçmişten bugüne uzanan bir emanet olarak korunmakta hem de geleceğe taşınacak bir umut olarak canlı tutulmaktadır.
ADANMIŞLIK: ÖNCÜ OLMANIN MESULİYET ŞUURU
İnsan, sevdasının izleriyle var olur, adandığı değerlerle yaşar. Varlığı yalnızca bedenle değil, gönlünde taşıdığı ideal, sevda ve sadakatle anlam kazanır; çünkü sevda, bir davaya, bir ideale, bir sanata, bir insana yahut tüm insanlığa duyulan derin bir bağlılık ve tükenmeyen bir inançtır. Sadece kendisi için yaşayan, kendi sınırlarına çekilen kimseler unutulmaya mahkûmdur ve fakat sevdasıyla gönüllere dokunan, adanmışlığıyla iyiliği çoğaltan insanlar hem yaşarken hem de vefatlarından sonra gönüllerde yaşamaya devam ederler.
Adanmak, sevdayı eyleme dönüştürmektir. Yalnızca sözle değil; gayretle, çabayla, fedakârlıkla bir davaya terini, emeğini ve zamanını katmaktır. Bir öğretmen ilim ve irfan aşkıyla nesillere yön verdiği müddetçe var olur; bir şair kelimeleri hakikatin hizmetine sunduğu sürece yaşar; bir hekim iyileşmesine vesile olduğu her canla ömrünü bereketlendirir. İnsan, kendini aşan bir ideale adandığında zaman ve mekânın ötesine taşar; ardında unutulmaz bir miras bırakır.
Bir ideale, bir davaya adanmak; ruhun en saf hâliyle bir gayeye teslimiyetinin ifadesidir. Kimi zaman bir kitabı ya da bir fikri sahiplenerek hakikatin izini sürmek; kimi zaman bir yetimin elinden tutup bir mazlumun gönlüne umut taşımaktır. Bazen sessiz bir direniş, bazen haykıran bir nida olur adanmışlık. Kimi için bir ezgiyi notalara dökmek, kimi için bir fırça darbesiyle hayata renk katmak, kimi için ise ilim ve irfan meşalesini kuşaktan kuşağa taşımaktır. Her hâlükârda adanan insan, sınırlarını aşarak bir başkası için var olmayı seçer.
Bir ideale adanmak, kutlu bir gayenin izinde hayatın her anını o ideale vakfetmektir. Bu adanış, bir ruhun dünyayı güzelleştirme ve değiştirme çabasının sessiz ama güçlü bir şahididir; çünkü her hakikat yolcusu bilir ki iyilik, fedakârlık ve adanmışlık olmadan öncülük olmaz, öncülük olmadan da iz bırakmak mümkün değildir.
İyilikte öncü olmak, dünyayı daha yaşanılır bir yer hâline getirmenin en tesirli yoludur. Bu öncülük ruhu, bir görev olmaktan öte tam bir adanmışlık ister; çünkü atanmışlık yetkiyle başlar; adanmışlık ise iradeyle…
ATANMIŞLIKTAN ADANMIŞLIĞA
Atanmışlar, çoğu zaman görev tanımının sınırlarında yürür; kendilerine verilen yetki kadar adım atar, çerçevenin dışına nadiren taşarlar. Onların emeği yönetmeliklerin, resmî yazışmaların, talimatların çizdiği alanla kayıtlıdır; oysa adanmışlar bir ideali omuzlamış kimselerdir, sınırları görevle değil, vicdanla belirlenir. Çerçeveyle yetinmezler; çerçevenin ötesinde ne yapılabileceğini, nasıl daha faydalı olunabileceğini düşünürler. Evet adanmışlık, gönül diliyle hareket etmek; iradeyi, samimiyeti ve insani teması merkeze almaktır.
Atanmışlık sistemin içinde durur; adanmışlık ise sisteme ruh veren, onu taşıyan, gerektiğinde yeniden inşa etmeyi göze alan yüreklerin işidir. Atanmışlar çoğu zaman dış motivasyonla çalışır; takdir edilmek, terfi almak, görünür bir başarı elde etmek isterler. Adanmışlar ise içten gelen bir heyecan, anlam duygusunun yüklediği bir mesuliyet taşır. Onların derdi sadece “yapılması gerekeni” yapmak değildir; gerektiğinde fazlasını yüklenmek, görünmeyeni tamamlamak, söylenmeyeni anlamak ve boşluğu doldurmaktır. Bilirler ki bazı görevler yazmaz hiçbir yönetmelikte ama her vicdanda hissedilir.
Atanmışlık süresi dolunca sona erer; adanmışlık ise ömür boyu taşınan bir izdir. Atanmışlık kurum hafızasında bir dönem olarak kaydedilir; adanmışlık ise kurumun ruhuna işleyen bir hatıra, zamanla örnek alınan bir miras, yön gösteren bir meşaledir. Bu sebeple atanmışlık bir zorunluluğun gereği olabilir; fakat adanmışlık bir imanın, bir ülkünün, bir mesuliyet şuurunun tezahürüdür ve her fert için asıl soru şudur: “Ben sadece görevi yerine getirenlerden mi olacağım; yoksa yürüdüğü yolda iz bırakanlardan mı?”
AŞKIN BİR ADI DA ADANMAKTIR
Adanmışlık, uğruna ömür feda edilmiş bir hayatın eseridir. Bize ilham veren, yolumuzu aydınlatan; bu ruhun ete kemiğe bürünmüş hâlini taşıyan öncüler, hakikatin izini sürmüş ve her alanda silinmez izler bırakmıştır. Onların hayatları, medeniyet iddiamızın en somut ve en büyük delilidir. Bu adanmışlığın ve öncülük ruhunun kaynağı ise hiç şüphesiz, hayatın her anında ve her alanda en güzel örnek olan; davasına ve ümmetine adanmış bir ömür süren Peygamber Efendimizdir. O’nun rahle-i tedrisinde yetişen Sahabe-i Güzin efendilerimiz, Dîn-i Mübin-i İslam’ın bütün dünyaya yayılması için emek, gözyaşı, kan ve terden oluşan bir adanmışlığın ilk ve en parlak meşaleleri olmuşlardır. Onların mücadelesi, i‘lâ-yı kelimetullah uğruna bedel ödemenin ve bir idealin yılmaz taşıyıcısı olmanın en çarpıcı örneğidir.
Bu kutlu yoldan ilhamla, Anadolu’muzu imanla mayalayan öncülerimizden Görünmeyen Üniversitenin Gönül İnsanı Mehmed Zahid Kotku, Cömertlikte ve Zarafette Örnek Bir Şahsiyet Sâhibü’l-Vefâ Musa Efendi ve Fıkıhta Öncü Bir Âlim Ali Haydar Efendi gibi Özlenen Neslin Gönül Mimarları; ahlak ve takvalarıyla örnek olmuşlar, irşad faaliyetleriyle gönülleri terbiye ederek irfan dünyamızı zenginleştirmişlerdir. Aynı şekilde Kur’an Yolunun Hizmetkârları arasında yer alan Hafızların Reîsü’l-Kurrası Gönenli Mehmet Efendi, Kur’an’a Adanmış Bir Ömür Süren Reisü’l-Kurra Abdurrahman Gürses ve Hezarfen Hattat Necmeddin Okyay gibi müstesna isimler; Kur’an-ı Kerim’in lafzını, manasını ve zarafetini sonraki nesillere taşıyarak Kelamullaha olan bağlılıklarını eşsiz bir adanmışlıkla ortaya koymuşlardır. Onlar, sadırları (gönülleri) ve satırları (yazıları) koruma davasına ömürlerini vakfederek Kur’an’a adanmışlığın en güzel örneğini sergilemişlerdir.
Eğitime Adanmış Bir Ömür Süren Muallim Mahir İz, Maarif Davasının Öncüsü Nurettin Topçu ve İmam Hatip Neslinin Meçhul Kahramanı Mahmut Celâlettin Ökten gibi İnsan Mektebinin Muallimleri; nesil yetiştirme idealine adanmışlığın medeniyetimizin en büyük projesi olduğunu göstermiş, bu adanmışlığın kalpleri ilim ve irfanla ihya etme gayretini, ruh amelesi olma şuurunu ve bu yolda ömür tüketme aşkını beraberinde getirdiğini fiilen ispatlamışlardır.
Beşikten Mezara İlim Yolcuları arasında yer alan; Bilim Tarihine Adanmış Bir Ömür Süren Prof. Dr. Fuat Sezgin, Hayatını İlim Öğretmeye Adamış Bir Âlim Muhammed Emin Saraç ve Hocaların Hocası Prof. Dr. Sabahattin Zaim, ilim ve hikmet yolunda yalnızca sebat etmekle kalmamış; aynı zamanda ilmin aşkını, hikmetin derinliğini ve çalışmanın bereketini talebelerine nakşederek bilimin vicdanını yeşertmeyi öğretmişlerdir. Bu adanmışlık ruhu, Medeniyet Mirasına Sahip Çıkanlar arasında da tecelli etmiştir: Türk İrfanına Adanmış Bir Fikir İşçisi Cemil Meriç, Öncü Bir Mütefekkir Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı ve İslam Coğrafyasına Adanan Bir Ömür Süren Akif Emre gibi isimler; sadece fikir üretmekle kalmamış, medeniyet davasına entelektüel derinlik ve özgün bir bakış açısıyla katkı sunarak fikir ve dava adamlığının timsali hâline gelmişlerdir. Onlar, medeniyetimizin fikrî temellerini korumuş, geliştirmiş ve geleceğe taşımışlardır.
Yüreği Kocaman Bir Adam Bahattin Yıldız, Hakk’a ve İnsanlığa Hizmete Adanmış Bir Ömür Süren Dr. Ayşe Hümeyra Ökten ve Dünyadan Sorumlu Bir Doktor Olarak Anılan Dr. Gülsen Ataseven gibi İyilik ve Merhamet Elçileri; iyiliği sadece sözde bırakmamış, bizzat sahada, halkın içinde, gönüllere dokunarak ve dualar alarak gerektiğinde zorlu coğrafyalarda bedel ödeyerek somutlaştırmışlardır. Onlar, rahat ve konfor alanlarını terk ederek mazlumların ve muhtaçların çığlığına kulak veren; bütün dünyadan kendilerini sorumlu hisseden öncü şahsiyetler olmuşlardır. Bu mümtaz insanlar, iyilik idealini karşılıksız hizmet (hasbîlik) ahlakıyla birleştirerek merhamet elçisi olmanın ne anlama geldiğini amelî bir duruşla ortaya koymuşlardır.
Nihayetinde, Gönül Coğrafyamızın Şehitleri olan öncülerimiz… Direniş Önderi ve Çöl Arslanı Ömer Muhtar, Davet Öncüsü ve Hareket Lideri Hasan el-Benna ve Mescid-i Aksa’nın Muhafızı, Pîr-i İntifada Şeyh Ahmed Yasin; iman ve haysiyet mücadelesinde adanmışlığın bedel ödeme ve mukaddesatımızı koruma noktasındaki en asil örneklerini sergilemişlerdir. Onların hayatları; zulme karşı direnmenin, toprağına sahip çıkmanın ve bir ideal uğruna canını feda etmenin mazlum coğrafyalara şeref ve izzet taşıyan bir duruş olduğunu göstermiştir.
Bu yazımızın mahdut sınırları içerisinde ancak bir kısmına yer verebildiğimiz, nice isimlerini anamadığımız adanmış öncüler silsilesi; bize iyilikte öncü olmanın, uğruna bir ömür feda edilen samimi bir niyetle ve ihsan şuuru ile yoğrulmuş emekle mümkün olduğunu hatırlatmaktadır.
İyilik idealine ulaşmak; hasbî, şuurlu ve iradeli bir adanmışlıktan geçer; zira bu kutlu gayretin özünde adanmak sırrı yatmaktadır. Bize düşen; kendi medeniyet davamızın gönül erleri olarak her birimizin kendi muhitinde, mesleğinde, kurumunda ve coğrafyasında geride iz bırakacak bir adanmışlık sergilemesidir; çünkü yeryüzüne iyilik hâkim oluncaya dek sürecek bu uzun ve meşakkatli yolculukta sefere odaklanan, iyilikte öncü olan ve bedel ödemekten çekinmeyenler yalnızca kendi çağlarını değil, insanlık tarihini yeniden inşa edeceklerdir.
Yorumlar6
-
Kubilay Öztürk
32 dakika önce
Şikayet Et
İrfanınıza bereket Ahmet hocam, Hakkı tavsiye eden bir kitap okumuş kadar olduk...
Beğen
Cevapla
-
Hamza
1 saat önce
Şikayet Et
Yüreğinize sağlık, benim için uzun sayılabilecek bir yazı olmasına rağmen ayrılmadan sonuna kadar okudum
Beğen
Cevapla
-
Mehmet.
3 saat önce
Şikayet Et
Saye sarıl hikmete ram ol.
Bilmiyorum başka çıkar yol. M. Akif
Kaleminize yüreğinize sağlık Hocam.
Beğen
Cevapla
-
İsmail
11 saat önce
Şikayet Et
Tüm yazdıklarınıza sadece şapka çıkarılır.... Aslında sürekli dile getiriliyor ve yazılıyor da yani bilinmeyen şeyler değil elbette. Katılmadığın yer ise Yönetilenlerimizce ''..şehirlerin kenarlarındaki çöplüklerden, evine yiyecek toplayan çocuklar...'' insan topluluklarını oluşturanlar olduğu sürece yazdıklarınızın hiç bir kıymeti yok.
Beğen
Cevapla
-
mesele1
12 saat önce
Şikayet Et
ELLERİNE SAĞLIK farkında olmamız gereken hassasiyetlerimizi hatırlattığınız için teşekkürler
Beğen
Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle