Yıkım “neme lâzım” denildiği gün başlar: Duyarlılıktan şahitliğe uzanan yol
- GİRİŞ11.12.2025 09:37
- GÜNCELLEME11.12.2025 09:37
İnsanın kaderindeki imtihanlar çoğu zaman hiç beklemediği anlarda karşısına çıkar; bir söz düşer kulağına, bir çığlık çarpar yüreğine, bir haksızlık ilişir gözüne… İşte o an, insanın bütün hayatı tek bir tavırda görünür hâle gelir; çünkü her tanıklık bir imtihandır ve her imtihan, insanın iç âlemini yoklayan sessiz bir çağrıdır. Bu çağrı bazen saklananı açığa çıkarır, bazen unutulanı geri getirir. Kimi zaman bir gerçeği yüzümüze vurur, kimi zaman bir sorumluluğu omzumuza bırakır.
Karşımıza çıkartılan hiçbir sahne boş değildir.
Her görüntü, her ses, her temas insanın iç kapılarını yoklayan görünmez bir mesaj taşır:
“Burada senden ne bekleniyor?”
İşte duyarlılıktan şahitliğe uzanan yol, tam da bu sorunun eşiğinde başlar.
ÜÇ YOL, ÜÇ DURUŞ
Hayatın akışı içinde insanlar görünmez üç çizgide yürür. Her çizgi, bir olayla karşılaştığımızda içimizden yükselen gerçek sesi, yani gerçek ben’i açığa çıkarır.
İlki, insanın duyarlılığını söndüren pasif duruştur; adamsendecilik, umursamazlık ve geri çekilme hâli.
İkincisi, kişinin iç pusulasını zayıflatan ilke erozyonuna uğramış duruştur; çıkarcılık, fırsatçılık ve tepkisellik ile savrulan bir zemin.
Üçüncüsü ise insanın fıtratını dirilten, iradesini onaran şahsiyet merkezli duruştur; duyarlılık, sorumluluk ve erdemi önceleyen bir yol.
Bu üç çizgi her olayda karşımıza çıkar: Biri geri çekilir, biri rüzgâra göre yön değiştirir, biri ise sorumluluğun sesine kulak verir.
Hayatın her sahnesi bize sessizce fakat ısrarla aynı soruyu fısıldar: “Sen hangi duruşun insanısın?”
Bu soruya verilen her cevap bir kimlik beyanıdır; her duruş başka bir hayat anlayışının işaretidir.
PASİF KAYITSIZLIĞIN SESSİZ EROZYONU
Bu çizgide adamsendecilik ve umursamazlık ağır bir sis gibi çöker.
Kendisine dokunmayan yılanları yaşatma gafleti, insanın ruhunu uyuşturan bir rehavet üretir.
Göz görmez, kulak duymaz, kalp hissetmez hâle gelir; insan iyiliği besleyen damarlarını kendi elleriyle kurutur.
Böyle bir duruşta hayat, yalnızca kişinin kendi çevresine indirgenir; dünyanın yükü, sorumluluğun çağrısı ona hiç değmez.
İnsanı insan yapan temel vasıflardan biri, hayata karşı geliştirdiği cevaptır; ancak kimi zaman bu cevap bir bilince dönüşmez. İnsan, olup biteni uzaktan seyreden bir gölgeye döner.
Sorumluluktan uzak duran, gördüğünü görmemiş, duyduğunu duymamış gibi davranan bir kayıtsızlık hâli…
İşte adamsendecilik ve umursamazlık tam da bu noktada boy verir.
Görünüşte kimseye zarar vermeyen, hatta “kimseye karışmamak” adına masum gibi duran bu tutum, aslında insanın iç dünyasında sessiz bir çürüme başlatır.
İyiliği geciktiren, kötülüğe alan açan, merhamet damarını kurutan bir edilgenlik üretir.
Adamsendeci duruşun merkezinde, hayattan geri çekilmiş bir ilgisizlik yatar.
“Bana ne?”, “Neme lâzım?” sözleri, bu tavrın dildeki en çıplak hâlidir.
Gözün gördüğünü kalbe ulaştırmayan, kulağın duyduğunu ruha tercüme etmeyen bir set oluşur ve bu mesafe zamanla genişler: Kötülüğe karşı ses çıkaramamak, iyiliği gördüğü hâlde harekete geçmemek, haksızlık görünce yönünü çevirmek…Bütün bunlar, duyarlılık damarını besleyen ince kanalları tıkar. İnsan, kendi varlığını anlamlandırdığı o ince çizgiyi içeriden kemirmeye başlar. Böylece tuhaf bir durum ortaya çıkar: Kötülüğe fiilen ortak olmadığı hâlde iyiliğin doğmasına da izin vermeyen bir sessizlik. Bazen en yıkıcı kötülük tam da bu suskunluktan doğar.
Umursamazlık ise bu hâlin daha donuk, daha katı ve daha derin biçimidir. Kişi, hayatla arasına kalın bir perde çeker ne iyiliğe yaklaşır ne kötülüğü önemser.
Dünya ona uzaktan akan bir sahne gibidir, olup biten hiçbir şey yüreğine temas etmez. Bu tavrın en büyük tehlikesi şudur: Kötülük, çoğu zaman gürültüden ziyade sessiz kabullenişlerle büyür.
Yardımlaşma damarını besleyen bağlar çözüldüğünde ve insanlar dış dünyanın acılarıyla irtibatını kaybettiğinde aslında çöküş başlamıştır. Umursamaz kişi için bir çocuğun gözyaşı, bir mazlumun feryadı, bir haksızlığın ağırlığı yalnızca uzaktan gelen kısık seslerdir; oysa insan, hayatı kıyısından yaşarsa kendi kalbinin bir parçasını kaybeder. Görmesi gereken bir yarayı görmezden gelirse insan kalabilme imkanını yitirir.
Adamsendecilik ve umursamazlık; merhameti zayıflatır, iyiliğe yönelen iç refleksleri köreltir, hakikatin çağrısını duyurmaz hâle getirir. Kişi hem kendine hem çevresine yabancılaşır. Üstelik bu hâl çoğu zaman bilinçli bir tercih bile değildir; kendini fark ettirmeden yerleşir, sessiz bir alışkanlığa dönüşür.
YIKIM “NEME LÂZIM” DENİLDİĞİ GÜN BAŞLAR
Tam da bu noktada tarihten yükselen bir ses, kayıtsızlığın bedelini çarpıcı biçimde hatırlatır. Kanuni Sultan Süleyman, devletin geleceğini düşünerek süt kardeşi, Boğaz’ın dört manevi bekçisinden biri, veli ve âlim bir zat olan Yahyâ Efendi’ye bir mektup gönderir ve sorar:
“Bir devlet hangi hâlde çöker?”
Yahyâ Efendi’nin cevabı tek kelimedir:
“Neme lâzım Sultanım!”
Kanuni bu cevabı anlamlandıramaz ve dergâha giderek kendisinden bir açıklama ister. Yahyâ Efendi sözlerini şöyle açar:
“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”
Bu sözler bize şunu gösterir: Kayıtsızlık ve boş vermişlik yalnız kişisel bir zaaf değil, bütün toplumsal yapının temeline yerleştirilen görünmez bir dinamittir.
Duyarlılığın bittiği yerde hayat çözülmeye başlar. Bu çözülme önce küçük halkalarda görünür, sonra büyük yapılara sirayet eder:
Boş veren aileler, çocuğun kalbine duyarlılık tohumu ekemez; kötülük karşısında şaşkın, iyilik karşısında tepkisiz bir nesil yetişir.
Boş veren öğretmenler, merak eden gözlere ışık olamaz; adalet, merhamet ve hakikat arayışı körelir.
Boş veren yöneticiler, emaneti hafife alır; suskunluk, yanlışın büyümesine zemin hazırlar.
Boş veren Müslümanlar, ümmetin yeryüzündeki şahitlik vazifesini terk eder; mazlumun ahı duyulmaz, yetimin gözyaşı görülmez.
Bütün bunların sonunda şu hakikat ortaya çıkar: Duyarlılığın olmadığı yerde insan yaşasa da insanlık yaşayamaz; zira bir yapının çöküşü önce kalplerde başlar; kalpler karardığında sokaklar, kurumlar, şehirler de karanlığa gömülür.
İLKE EROZYONU VE SAVRULUŞ
Pasifliğin ardından kapıyı çalan diğer büyük tehlike, ilke erozyonudur. Bu aşamada insan geri çekilmekle kalmaz, aktif görünür ve fakat iç pusulasını kaybeder.
Çıkarcılık, fırsatçılık ve tepkisellik, kişiyi ilkesiz bir akışın içine bırakır.
Menfaat terazisinde tartılan ilişkiler,
rüzgâra göre yön değiştiren sözler,
öfkeye yaslanan savruluşlar…
İlkelere bağlılık ve irade zayıfladığında şahsiyet silikleşir, duruş esner, söz gevşer; insan, rüzgâr nereye eserse oraya savrulur gider.
Çıkarcılık, ilişkilere ince bir hesap kokusu sindirir.
Güçlünün yanında durmak güvenli liman gibi görünür; paylaşmak yerine elde tutma arzusu ağır basar. Bu hâl merhameti, fedakârlığı, sadakati boğar.
Fırsatçılık, insanı ilkelerden ziyade avantaja göre davranmaya alıştırır.
Bugün başka söz söyleyip yarın tam tersini savunabilir. Güven zedelenir, iç tutarlılık parçalanır.
Tepkisellik ise öfkeyi hakikatin önüne geçirir.
Sözler düşünceden değil, iç patlamalardan doğar. Niyet iyi olsa bile yöntem yanlış olduğu için hakikat zarar görür.
Duyarlılık hem kalbi hem aklı davet ederken tepkisellik aklı devreden çıkarır ve duyguları dizginsiz bırakır.
Zemin bozulduğunda zarafet taşıması gereken tüm erdemler birer birer çöker. İlke erozyonu, yalnız davranışı değil, insanın iç istikametini de değiştirir.
DUYARLILIK: İNSAN KALABİLMENİN GÖSTERGESİ
İnsanın kendisini yeniden bulduğu, iç dünyasını dirilttiği ve kaderine yön verdiği zemin, şahsiyet merkezli duruşlarda saklıdır. Bu çizgide duyarlılık, sorumluluk bilinci ve erdem odaklı bakış yükselir. İnsanın hem fıtratını hem iradesini dirilten bir yoldur bu. Olayı görüp geçen değil; “Bu Olayla karşılaşmamın hikmeti nedir?” diye sorabilen olgun bir idrakin yoludur.
Burada insan yalnız olana göre değil, olması gerekene göre hareket eder.
Tavırlarını şartlar değil; şahsiyeti, ilkeleri ve prensipleri belirler.
Bu zeminin merkezinde -gündelik dilde çoğu kez “hassasiyet” ile karşılanan fakat burada daha geniş ve dışa dönük bir anlam üstlensin diye özellikle “duyarlılık” olarak tercih ettiğimiz- o ince fark ediş bulunur.
Hassasiyet daha çok içe dönük bir hâli anlatır; insanın zihninde “Bu durum beni nasıl etkiliyor?” sorusunu öne çıkarır.
Duyarlılık ise dışa uzanır; “Çevremde ne oluyor ve ben ne yapabilirim?” sorusuna odaklanır.
Günlük dilde bu iki kelime yer yer birbirinin yerine kullanılabilir; yine de erdem, toplumsal sorumluluk ve ahlaki farkındalık söz konusu olduğunda “duyarlılık” çok daha kapsayıcı ve yerini bulan bir ifadedir.
Hassasiyet kişisel ve duygusal bir hâli tarif ederken duyarlılık insanı hem dış dünyanın acılarına hem de içindeki sorumluluğun sesine karşı uyanık tutar ve duyarlılık, fark edişi sorumluluğa, sorumluluğu eyleme, eylemi ise şahsiyete dönüştüren bir kalp kıvamıdır.
Bu çizgide duyarlılık iç dünyayı uyandırır, sorumluluk bilinci bu uyanışı davranışa taşır, erdem odaklı bakış ise bütün bu süreci kalıcı bir şahsiyet inşasına dönüştürür. Bu üçü buluştuğunda insan yalnızca tanıklık etmez; şahide dönüşür. Yalnızca duyan değil, harekete geçen; yalnızca gören değil, gördüğüne anlam katan bir varlık hâline gelir.
Hayatın içinde karşımıza çıkan her olayda aslında bu üç farklı duruş görünür hâle gelir: “Bana dokunmasın.” diyerek geri çekilen adamsendeci kayıtsızlık, her şeyi kendi menfaati üzerinden okuyan çıkarcı duruş ve yaşanan olumsuzluklardan kendisine pay çıkaran, dert edinen, dua ve gayretle sorumluluk alan duyarlı yürekler…
İnsanın her olayda yaptığı tercih, kendi insanlık vasfının imtihanıdır ve bu üç yolun içinden insanı yücelten, kalbini incelten, sorumluluğu dirilten yol duyarlılıktır.
Duyarlılık, yüzeyde dolaşan bir duygusallık değildir, derinin altına inen bir rikkattir.
Arayanın bulduğu, hissedenin anladığı, anlayanın eyleme dönüştürdüğü bir hikmet yoludur. Böyle bir rikkate sahip olan için hiçbir tanıklık sıradan kalmaz; her olayda bir mesaj, her haberde bir işaret, her karşılaşmada bir vazife arar.
Şairin niyazı, bu arayışı ne güzel anlatır:
“Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?”
(Münâcât, İsmet Özel)
Bu mısralar, duyarlılığın sessiz bir iç sızı olarak kalmadığını görev arayan bir rikkat, yükü omuzlamaya hazır bir sorumluluk hâline dönüştüğünü gösterir.
RİKKAT: YARAYI GÖRMEK VE GÖSTERİLENİ SORMAK
İncelik, yufka yüreklilik, nezaket ve merhamet etme gibi anlamlara gelen rikkat, insanın hem gördüğünü doğru okumayı hem de gördüğüne sorumlulukla karşılık vermeyi mümkün kılan en temel iç olgunluğudur. Körleşen gözlerin, sağırlaşan kulakların, ağırlaşan yüreklerin arasında diri kalmayı öğretir; ancak duyarlılık yalnızca “görmek” değildir.
Asıl olan şudur:
“Bu yara neden bana gösterildi?”
İşte tanıklığın imtihana dönüştüğü yer burasıdır.
Her tanıklık aslında insanı kendi gerçeğine çağıran bir işarettir:
Bir haber…
Bir yüz ifadesi…
Bir sükût…
Bir çığlık…
Hepsi, insanın iç kapılarını yoklayan bir imtihandır.
Ve bu kapının eşiğinde verilen cevap, insanlık çizgimizin yerini belirler.
Duyarlı insan, rastladığı her olayda kader-i ilâhînin kendisine bir görev yüklediğini hisseder.
Kimi zaman bir tebessüm kadar küçük, kimi zaman bir mücadele kadar büyük… Her hâlükârda ortada bir sorumluluk ve bir bilinç vardır.
RİKKATİN TESLİMİYETE AÇILAN KAPISI
Tanıklık, insana yalnız dış dünyanın acılarını değil, kendi içindeki imtihanı da hatırlatır.
Duyarlı insan, yaşadığı her durumda anlam arar; acıyı da lütfu da aynı kaynaktan gelen bir terbiye olarak görür.
Ehl-i irfanın mısraları bu hâli en berrak biçimde ifade eder:
“Hoştur bana senden gelen
Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül yahut diken…
Kahrın da hoş, lütfun da hoş.
Gelse celalinden cefa
Yahut cemâlinden vefa,
İkisi de cana safa
Kahrın da hoş, lütfun da hoş.”
Bu mısralar duyarlılığın yalnız dışa dönük bir rikkat olmadığını; kulluk imtihanının zorluklarını rıza ve teslimiyetle karşılayan bir iç derinlik olduğunu hatırlatır. Böylece rikkat hem eylem hem teslimiyet hem gayret hem hikmet olarak görünür hâle gelir.
BAKMAK, GÖRMEK, GEREĞİNİ YAPMAK
Duyarlılık, insanın gördüğüne, duyduğuna ve sezdiğine karşı uyanmasıdır; kalbin ilk titreşimi, fark edişin eşiğidir.
Rikkat, bu fark edişin derinleşmesi; kalbin incelmesi, anlamanın merhametle birleşerek bilgeliğe dönüşmesidir.
Şahitlik ise duyulanı ve anlaşılanı hayata taşımak, doğru yerde doğru duruşu sergilemek; hakkın ve hakikatin yanında sorumlulukla yer almaktır.
Bu üçlü çizgide:
Duyarlılık bakmaktır, rikkat görmektir, şahitlik ise gördüğünün gereğini yerine getirmektir.
Duyarlılık, bir acıyı, bir ihtiyacı, bir haksızlığı fark etmektir;
rikkat ise o fark edişin kalbin en derin odalarında yankılanmasıdır.
Görülen bir manzara, duyulan bir söz, sezilen bir kırıklık, rikkat sahibi bir gönülde yalnızca çıplak bir bilgi hâline gelmez; anlam, merhamet ve sezgiyle yoğrularak içsel bir bilgelik kazanır.
Rikkat, gelen her titreşimi yüzeysel bir tepkiye dönüştürmek yerine, sabır, şefkat ve sezgiyle işleyebilme kapasitesidir.
Rikkat sahibi insan, görünür olanın ardındaki görünmeyeni, söylenen sözün gerisindeki suskunluğu, bir bakışın altındaki kırgınlığı sezgisel bir incelikle kavrar. Tasavvuf geleneğinde “kalbin yumuşaması” diye tarif edilen bu hâl, olgunlaşmış merhametin en berrak tezahürüdür.
Sokakta üşüyen birine bakıp sadece üzülmekle yetinmeyip onun yalnızlığını, mahcubiyetini, taşıdığı geçmişi de hissederek incitmeyen, ezmeyen, zarif bir yardım eli uzatmak rikkatin eseridir.
Bir yanlışlıkla karşılaştığında öfkenin peşine takılmak yerine, tarafların iç dünyasını anlamaya çalışan bir iç genişliği ve sabırla cevap verebilmek de rikkatin olgunluğunu gösterir.
Rikkat, duyarlılığın eyleme dökülmeden önceki en derin, en insani ve en bilge hâlidir.
İnsana hem görmeyi hem anlamayı hem de doğru zamanda doğru yere dokunmayı öğretir. Bu bağlamda duyarlılık rikkatin kapısıdır; rikkat ise şahitliğin ilk adımıdır.
İMANIN ÜÇ ÇİZGİSİ: KAYITSIZLIK, ORTA YOL VE HAYIRDA YARIŞMA
İlahî buyruklar karşısında da durum farklı değildir. Kur’an-ı Kerim, insanların bu çağrıya verdikleri cevaba göre üç çizgide yürüdüğünü bildirir:
“Kullarımızdan seçtiklerimizi Kitab’a varis kıldık. Kimi kendine yazık eder, kimi orta yolu tutar, kimi de Allah’ın izniyle hayırda yarışıp öne geçenlerden olur.” (Fâtır,32)
Ayet-i kerimelere muhatap olanların tavırları, imanlarının niteliğini ve derinliğini ele verir.
Kimi, sanki hiç duymamış gibi kayıtsız kalır; ayetler ona hitap etmiyormuşçasına kendi nefsine yazık eden bir hayatın içinde oyalanır.
Kimi orta yolu seçer; zaruri davranışları yerine getirir fakat iyiliğin yükünü taşımaya, kötülüğe karşı mücadeleye pek yanaşmaz. Elini taşın altına koymadan, hayatı kıyısından yaşar.
Kimi de Allah’ın izniyle hayırda yarışıp öne geçenler safında durur.
Emirlere azı dişleriyle tutunur; sorunun da çözümün de kendisinde başladığını bilerek sorumluluk üstlenir.
Hayırda ve iyilikte öne geçmeyi, dua almayı ve ardında güzel şahitlikler bırakacak insan halkaları oluşturmayı hedefler; karşısına çıkan her fırsatı da bunun için değerlendirir. Bir tebessüm, bir selam, bir iyilik, bir vesile… Hepsini hayır safına yazdırmak için çaba gösterir.
İMANÎ DUYARLILIK VE SORUMLULUK ÇİZGİSİ
Peygamberimiz, kötülükler karşısında kayıtsızlığın hem kişiyi hem toplumu felakete sürükleyeceğini bildirir:
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırsınız, ya da Allah size toplumsal kargaşa ve kaos gibi azaplar gönderir.
Sonra Allah’a yalvarırsınız da duanız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)
Bu uyarı, kötülük karşısında sessiz kalmanın bedelini gösterirken, müminin nasıl bir sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerektiğini de işaret eder.
Peygamberimiz başka bir hadisinde bu sorumluluğun katmanlarını somut biçimde ortaya koyar: “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle uyarıda bulunsun; diliyle de değiştirmeye gücü yetmezse kalbiyle ona karşı duruş sergilesin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân 78)
Bu hadis-i şerif, kötülükler karşısında izlenecek yolun temel çerçevesini sunar. İyiliği yaşatmak ve kötülüğe engel olmak her mümine emanet edilmiş bir görevdir.
Hadisin sıralaması sorumluluğun katmanlarını gösterir:
Gücü yeten eliyle müdahale eder.
İlmî bir birikime, sözüne itimat edilen bir yere sahip olan diliyle uyarır, açıklar, ikna etmeye çalışır.
Hiçbirine imkân bulamayan ise kalbinde itiraz taşır ve o yanlışa asla razı olmaz.
İslâm âlimleri, bu üç tavrın toplumsal yapı içindeki karşılığını şöyle yorumlamış:
El ile engelleme, idare ve yetki sorumluluğu taşıyanlara;
sözle uyarma, ilim ve irfan ehline;
kalp ile karşı durma ise güç ve imkânı sınırlı olan müminlere aittir.
Ortaya çıkan tablo şudur: Hiç kimse “Benim yapacak bir şeyim yok.” diyerek bu ilahî yükümlülükten uzak duramaz.
Bu görev, toplumsal bir düzen arayışıdır. Müslümanların iyiliği çoğaltacak ve kötülüğü daraltacak bir yapı kurmaları gerekir.
Bu yapının üç temel ayağından söz edilebilir:
Hak ve adalet merkezli bir yöneticilik anlayışı,
Doğru ile yanlışı öğretecek, hikmetle açıklayacak bir ilim ve irfan kadrosu,
Bu çağrılara kulak veren duyarlı bir halk…
Bu üçlü ayak aynı anda sağlam durmadıkça iyiliği yayma borcu tam anlamıyla yerine getirilmiş sayılmaz.
İYİLİĞE VESİLE OLMAK: DUYARLILIĞIN EYLEME DÖNÜŞEN YÜZÜ
Duyarlılığın imanla derinleştiği yer, yalnız kötülüğü engelleme cephesiyle sınırlı kalmaz;
iyiliğe vesile olmayı da kapsar:
“Kim güzel bir davranışa öncülük ederse, kendisinden sonra o iyiliği yapanların sevabından pay alır.” (Müslim, İlim 15)
“Aç olanı doyurun. Hastayı ziyaret edin. Esiri kurtarın.” (Buhârî, Cihâd 171)
“Bir kimseye hayvanına binerken yardım etmen, bindirmen veya yükünü kaldırman sadakadır.” (Buhârî, Sulh 11)
Bu hadis-i şerifler, duyarlılığın gündelik hayatın küçük görünen anlarında sınandığını gösterir. Bir lokma ekmeği paylaşmak, bir hastayı ziyaret etmek, bir yükü taşımaya yardım etmek, bir iyiliğe öncülük etmek… Hepsi aynı çizginin halkalarıdır.
İmanî duyarlılığa sahip müminler, farklı düzeylerdeki bu erdemli davranışları aynı bütünlük içinde görür. Onların nazarında din ile dünya, ibadet ile ahlak, imanın zirvesi ile gündelik hayatın en küçük iyilikleri aynı ışığın farklı tonlarıdır.
Bu bütünlüğün ölçüsünü haber veren hadislerden biri şöyledir:
“İman yetmiş küsur özelliktir. En yükseği ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demektir; en aşağısı ise eziyet veren şeyi yoldan kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” (Müslim, İman 58)
Bu ölçü, tevhidin en yüce kelimesiyle, yoldan bir taşı kaldırmak kadar basit görünen bir davranışı aynı imanın farklı mertebeleri içinde düşünmemize imkân tanır. Duyarlılık, imanın hem zirvesiyle hem de hayatın en küçük ayrıntılarıyla kurduğu köprüde anlam kazanır.
BİZİM COĞRAFYAMIZDA DUYARLILIK: İRFANIN İNCE TERBİYESİ
Bizim coğrafyamızda duyarlılık, davranıştan önce bir irfan terbiyesi olarak yaşanır.
Ehl-i irfanın bu terbiyeyi özetleyen hikmetli sözü, imtihanın merkezine dikkat çeker:
“Karşımıza çıkartılan her olay, bizim imtihanımızdır. Allah bizi o şahitlikle sınıyor.”
Okunan her yazı, duyulan her haber, görülen her resim, yaşanan her olay, insana yöneltilmiş bir “Kim Var?” sorusudur ve duyguları nasır tutmamış yürekten bir cevap bekler.
Bu çizgide yürüyen insan, Üstat Necip Fazıl’ın: “‘Kim var!’ diye seslenilince, sağına soluna bakınmadan fert fert ‘ben varım!’ cevabını verici; her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ duygusuna sahip bir dava ahlakı…”na yaklaşır.
Duyarlı insan bilir ki “Kim var?” sorusunun asıl muhatabı uzaklarda bir yerlerde değildir;
bu soru önce insanın kendi içinde yankılanır.
Gönlü kırık birini görüp “Bana gösterildiğine göre bir şeyler yapmam lazım.” diyerek merhem olmaya yönelmek, işte bu irfanın en zarif tezahürüdür. Bu soru; sorumluluğun vakur sesinden doğar, hikmeti arayan hassas bir dikkatle şekillenir, merhametin gönülde bıraktığı ince sızıyla yükselir.
Hoca Ahmed Yesevî’mizin hikmetli çağrısı bu terbiyeyi şöyle dile getirir:
“Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen.
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen.
Ümmet olsan, gariplere uyar ol sen
Ayet ve hadisi her kim dese, duyar ol sen.”
Gönlü kırık olanı aramak, yeni bir iyilik fırsatı peşinde koşmak anlamına gelmez;
insan olmanın özünü kavramaktır. Görünmez acıları fark etmeye, söylenmeyen sözleri duymaya, saklanan yaralara şefkat taşımaya çağırır. Küçük bir selamı büyütür, bir tebessümü sadaka hâline getirir; nimeti şükre, imkânı infaka dönüştürür.
Bu çizgi bize şunu hatırlatır: Duyarlılık bir duygu hâli olmaktan çok, imanla beslenen bir basiret ve sorumluluk bilincidir.
Bu sebeple müminler, her adımda kalplerini şu niyazla tazeler: “Allah’ım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona tabi olmayı nasip eyle; batılı da batıl olarak göster ve ondan gereğince uzak durmakla bizi rızıklandır!” (İbn Kesîr, Tefsir 3/820)
Bu dua, duyarlılığın özündeki basireti ortaya koyar; zira iyiliğe yönelmek, kötülüğe karşı durmak ve imtihanı doğru okumak ancak hak ile batılı ayırt eden bir gönül açıklığı ve berrak bir akıl ile mümkündür.
TANIKLIKTAN ÖTE BİR DURUŞ: ŞAHİTLİK BİLİNCİ
Şahitlik bilinci, insanı tanıklıktan ayıran en güçlü çizgidir.
Tanıklık görmekle sınırlıdır; şahitlik ise gördüğüne bir cevap üretmeyi, bir duruş koymayı, bir anlam inşa etmeyi gerektirir. Bu yüzden şahitlik, insanın iç dünyasında başlayan fakat dış dünyaya taşan bir hakikat yolculuğudur.
Mümin, yalnızca varlığın değil, adaletin, merhametin ve iyiliğin de şahididir. Zulmü
gördüğünde içi sızlar, iyiliği gördüğünde çoğaltmak ister, haksızlık karşısında sessizliği bir vebal, hakikat karşısında duruşu bir vazife bilir.
Onun şahitliği, pasif bir seyir hâli değildir; hakkı tutup kaldırmaya niyet eden aktif bir bilinçtir.
Şahitlik, insanın zamanla kurduğu ilişkinin adıdır. Her yeni gün “Bugün Allah için neyi doğru ve güzel yapmalıyım?” diye soran kalpler, zamanı berekete dönüştürür.
Mekânla kurduğu bağın adıdır. Bulunduğu yeri emanet bilip orayı iyilikle mamur etmeye çalışanlar, mekânı şahitliğin sahnesi hâline getirir.
İnsanla kurduğu ilişkinin adıdır. Kardeşinin acısını kendi acısı bilmek, komşunun yükünü hafifletmek, garibin yalnızlığını fark etmek…
Sözle kurduğu bağın adıdır. Sözünün ağırlığını bilen, dilini hakikatin terazisi kılan insanın her cümlesi şahitlik taşır. Hikmetli bir söz iyiliğe kapı açar; haksız bir söz gönül kırar; susulması gereken yerde susmak bile bir şahitliktir.
İmtihanla kurduğu bağın adıdır. Her imtihan, insanın iç dünyasına yönelmiş bir sorudur; şahitlik ise o soruya verilen cevaptır. Kimi zaman bir sabırla, kimi zaman bir infakla, kimi zaman bir hakikat mücadelesiyle görünür hâle gelir.
Mümin hem kalbin hem olayların hem de amelin şahididir.
Kalbiyle niyeti, aklıyla muhakemeyi, eliyle ve diliyle davranışı ölçer; her birine ayrı bir farkındalıkla yön verir.
Her nimetin, her musibetin, her sözün, hatta her suskunluğun bir şahitlik olduğunun farkındadır.
Nimet şükürle, zorluklar sabırla, söz adaletle, suskunluk ise yerinde ve hikmetli olduğunda şahitliğe dönüşür.
Bu sebeple şahitlik, müminin hem kimliği hem yolculuğudur.
Kimliğidir; çünkü Allah’ın “yeryüzünde hakikatin şahidi olma” emanetini taşır.
Yolculuğudur; çünkü bu şahitlik her gün yeniden tazelenir, her adımda, her sözde, her tercihte yeniden sınanır.
Nihayet mümin bilir ki: Şahitlik, sadece gördüğünü ifade etmek değildir; Allah’ın kendisinden beklediği bir duruşu hayata taşımaktır. Bu bağlamda hayatın her sahnesi bir çağrı, her çağrı bir imtihan, her imtihan bir şahitlik imkânıdır.
ŞAHİTLİĞİN KATMANLARI: ELESTTEN ŞEHADETE
Müminin şahitliği, yalnızca dünya hayatıyla sınırlı bir duruş değildir; insan daha yaratılışın ilk sahnesinde şahitlik emanetini yüklenmiştir. O büyük misakımızı hatırlayalım:
Rabbimiz, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda ruhlarımız,
“Evet, Sen bizim Rabbimizsin; şahitlik ederiz.” (A’râf, 172) diye cevap vermiştir.
Henüz beden verilmeden, dünya hayatı başlamadan, insanın kaderine düşen ilk kelime işte budur: şahitlik. Bu sebeple müminin şahitliği, sonradan edinilmiş bir sorumluluk değil, yaratılışa mühürlenmiş bir ahdin devamıdır.
Dünya sahnesi açıldığında bu ilahî söz yeniden hatırlatılır. İnsan mükellefiyet çağına eriştiğinde kelime-i şehadetle buluşur; ruhlar âlemindeki görünmeyen şahitlik, yeryüzünde görünür bir beyana dönüşür.
“Eşhedü…” diyerek kul, elest bezminde verdiği sözü dünyada tazeler; kalpte saklı bağlılık, dilde bir sadakat yemini hâline gelir.
Kur’an-ı Kerim, şahitliği ümmet bilincinin merkezine yerleştirir:
“Siz insanlar için birer şahit olasınız; Peygamber de size şahit olsun diye sizi orta bir ümmet kıldık.” (Bakara, 143)
“Allah sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi ki, Peygamber size şahit olsun; siz de insanlara şahit olasınız.” (Hac, 78)
Bu ayetler, ümmetin yeryüzünde hakikati temsil eden örnek bir merkez olduğunu gösterir.
Müminin her davranışı, her tavrı, her tercihi insanlara bir şey söyler;
çünkü ümmet yalnız hakikati bilen ve gösteren topluluktur.
Ayet-i kerime şahitliği adaletle buluşturur:
“Ey iman edenler! Adil şahitler olarak Allah için hakkı ayakta tutun.” (Maide, 8)
Burada şahitlik, bir iddiadan çok bir şahsiyet imtihanı olarak karşımıza çıkar.
Adalet eğrildiğinde şahitliğin ışığı da kararır, hakikatin sesi kısılır.
Mümin bu sebeple Rabbine yönelirken şu duayı içinden eksik etmez:
“Rabbimiz! Bizi hakikate şahitlik edenlerle beraber yaz.” (Maide, 83)
Şahitlik; numûne-i imtisal kabul edilmektir yani örnek alınmaya değer bir hayat yaşamaktır.
Bir hüküm için delil olabilmektir, sözün ve davranışın hakikati teyit etmesidir.
İlmiyle, irfanıyla, ahlakıyla temayüz eden bir sorumluluğu taşımaktır.
Hakikatin odağında durup hayra öncülük eden bir cazibe merkezi hâline gelmektir.
Bütün bu yolculuğun zirvesinde şehadet yer alır.
Şehadet, şahitliğin kelimelerle değil, ömürle ispatlanmış hâlidir.
İnsan canını, malını ve tüm varlığını Allah yoluna adayarak hakikate en yüksek sadakati gösterdiğinde şahitlik şehadetle taçlanır.
Şehitler, şahitliklerini canlarıyla mühürleyen yiğitlerdir.
Müminin hayatının her safhasında ortaya koyduğu tutarlılık ise bir tür yaşayan şehitliktir; hakikate olan bağlılığını her gün yeniden teyit eden bir sadakat hâlidir.
Böylece şahitlik, elestte verilen sözden dünya sahnesindeki duruşa, oradan da şehadetin yüce makamına uzanan uzun ve anlamlı bir yürüyüş hâline gelir.
Bize yakışan, şahitliğin gereğini yerine getirmektir:
Hayatın akışına müdahil olmak, varlığımızı hissettirmek, rengimizi göstermek, farkımızı ortaya koymak; kısacası hakikatin yanında yer alan bir duruşun insanı olmaktır.
DUYARLILIĞIN ZİRVESİ: KALB-İ SELÎM’İN İNCELİĞİ
Duyarlılığın en olgun hâli, kalbin hem inceliğini hem direncini bir arada taşıyan kalb-i selîm mertebesinde görünür.
Kalb-i selîm, insana doğru duymayı da öğretir, doğru görmeyi de. İnsanı hakikatin merkezine taşıyan da işte bu berraklık ve ölçüdür.
Kalb-i selîm hakikati incitmeden kavrar; insanı kırmadan uyarır.
Bu kalp, duygusuz bir katılığa savrulmaz; aşırı hassasiyetle kırılganlığa da hapsolmaz.
Dengeyi, vakarı, rikkati ve cesareti aynı yürek içinde taşımayı başarır.
Bu mertebenin ilk adımı merhametin keskinleşmesi, ikincisi idrakin derinleşmesi, üçüncüsü ise iradenin sağlamlaşmasıdır. Merhamet kalbi yumuşatır, idrak yönü belirler, irade yürüdüğü yolu sağlamlaştırır.
Kalb-i selîm, iyiliği duygusal bir tepkinin ötesine taşır; onu bir hayat tarzına dönüştürür.
Kötülük karşısında yalnız öfkelenmekle yetinmez; iyiliği büyütmek için çaba harcar.
Acıyı fark etmekle kalmaz; acıya çare olmanın yollarını arar. Acıyı duyduğu anda sorumluluğu da hisseder; sorumluluğu hissettiği anda eyleme yönelir.
İmanı kuru bir söz olarak taşımaz; davranışlarının bütününe nakşeder.
Kalb-i selîm sahibi insanın adımları sessiz ama sağlam; öfkesi ve sevinci ölçülü ama yerindedir. İyilikte sebatkârdır, kötülüğe set çeken bir çizgide yürür.
Bu incelik hâli, insanın iç âleminde bir denge kurar:
Rikkatle cesaret, merhametle adalet, edep ile izzet, tevazu ile vakar aynı kalpte buluşur.
Kalb-i selîm ile yürüyen şahitliğin ve rikkatin bu cesur sesi, Mehmed Âkif’in mısralarında bütün açıklığıyla görünür:
“Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.”
Bu mısralar, duyarlı insanın üç temel hâlini özetler:
Acıyı hissetmek, sorumluluk üstlenmek, bedel ödemeyi göze almak.
Kalb-i selîm, duyarlılığın zirvesidir; bu zirvede kalpte hem insanın hem insanlığın sesi duyulur ve kim bu kalple yürürse tanıklıktan şahitliğe, şahitlikten hikmete doğru uzanan ince ama sağlam bir yolun yolcusu hâline gelir.
HER OLAY BİR SORU, HER CEVAP BİR YAZGI
İmtihanın bir yüzü olaylardır, diğer yüzü insandır. Her olay, kalbimize uzatılmış bir soruşturma kâğıdı gibidir. Duyarlı insan bu kâğıdı görmezden gelmez; okur, anlar ve elinden geldiğince gereğini yapmaya çalışır. Karşılaştığı her şahitliği, kendisini yeniden inşa etmek için bir fırsat bilir.
Kötülüğün en güçlü silahlarından biri, iyiliğin ertelenmesidir. Bu yüzden duyarlılık yalnız bir his değildir; aynı zamanda bir vakit bilincidir.
Kalbin fark ettiği şeyi, elin ve dilin geciktirmeden davranışa taşıması bu bilincin en somut göstergesidir. Sonunda insan, her gün kendisine sorulan o soruyla yeniden yüzleşir: “Şahit olduğunda ne yaptın?” Bu soruya verilen her cevap, amel defterine işlenen bir satırdır. Belki namaza davet eden ezanın yankısı, belki doğruyu hatırlatan bir söz, belki bir iyiliğin ilk adımı, belki gönüle dokunan bir incelik, belki de hakikate sahip çıkan bir duruş… Her biri, insanın ardında bıraktığı bir iz, bir insanlık imzasıdır.
Duyarlılık bu yüzden hem bir erdemdir hem de insanın kendi ahiretine yaptığı bir yatırımdır; bu yatırımın en görünür hâli ise, tanıklık karşısında sergilediği duruşta ortaya çıkar. Bu duruşun ruh iklimini, bilge lider Aliya İzzetbegoviç’in Özgürlüğe Kaçışım, Zindandan Notlar kitabında aktardığı Kızılderili Siyu duası olarak zikrettiği dua ne de güzel anlatır:
“İzin ver keremli ellerime
Yarattığın şeylere dokunsun.
Sesini duymam için kulaklarımı keskinleştir.
Her yaprağa, her taşa gizemli bir şekilde yerleştirdiğin öğretini
kavrayabilmem için hikmet ver bana.
Kuvvet istiyorum; fakat kardeşlerimi ezmek için değil,
sadece en kötü düşmanımı, nefsimi yenmek için.
Değiştiremediğim şeylere dayanmak için bana güç ver;
değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret;
ikisini tefrik etmek için de hikmet ver.”
Merhametin nefis muhasebesiyle, cesaretin hikmetle buluştuğu yerde insanın iç âleminde bir diriliş başlar; hayatın içinde yeni bir şahsiyet çizgisi görünür.
Duyarlılık, işte bu dirilişin ve bu uyanışın adıdır: İnsanı sorumluluğa çağıran, hakikatin yanında tutan ve hayata iz bıraktıran bir bilinç hâli… Unutulmamalıdır ki: İnsanın hayatta bıraktığı her iz, sonunda kendi lehine ya da aleyhine şahitlik edecektir. Öldükten sonra da yaşamak isteyenler için semere-i hayat, hayır ile yâd edilmek ve mümin gönüllerin hüsn-ü şehadetine mazhar olmaktır.
Yorumlar7
-
Bülent DUMAN
2 saat önce
Şikayet Et
Evet imsan banane.sanane dememeli.herkezin hayatta sorumlulukları var
Beğen
Cevapla
-
tuna
3 saat önce
Şikayet Et
bu milletin ucte ıkısı bıtmıstır kalan ucte birle ayakta duruyor
Beğen
Cevapla
-
Davut
3 saat önce
Şikayet Et
Senin anlatımlarına şahit olduk hocam. Rabbim bizi de hakkıyla şahit olan ve gereğini yapanlardan eylesin,
Beğen
Cevapla
-
Davut
3 saat önce
Şikayet Et
Senin anlatımlarına şahit olduk hocam. Rabbim bizi de hakkıyla şahit olan ve gereğini yapanlardan eylesin,
Beğen
Cevapla
-
Davut
3 saat önce
Şikayet Et
Senin anlatımlarına şahit olduk hocam. Rabbim bizi de hakkıyla şahit olan ve gereğini yapanlardan eylesin,
Beğen
Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle