Özgürlüğün anahtarı, kulluk bilinci, kaynağı ise iffetli olmaktır
- GİRİŞ22.12.2025 10:03
- GÜNCELLEME22.12.2025 10:03
Özgürlük, her çağda en çok konuşulan kelimelerden biri; aynı zamanda en çok eksilen, en çok daralan ve yanlış amaçlar için istismar edilen bir kelime. Dillerde dolaştıkça içi boşalan, tekrar edildikçe anlamını yitiren bir kavram. Herkes özgürlükten söz ediyor; fakat çoğu zaman kastedilen şey, sınırsızlık beklentisi ve sorumluluğun ortadan kaldırılması oluyor. Özgürlük, sınırlarla bağını kopardığında iradeyi güçlendirmek yerine arzuları serbest bırakan bir savrulmaya dönüşebiliyor. Böylece insan, özgür olduğunu sanırken yönünü kaybediyor, seçtiğini zannederken sürükleniyor.
Bu noktada özgürlük anlamında kullanılan başka bir kelimenin köküne işaret etmek konuya giriş bağlamında isabetli olacaktır: “serbest” kelimesi. Farsça ser (baş) ve best (bağlı) kelimelerinden türeyen ser-best, “başı bağlı olmak” demektir. İlk bakışta bir çelişki gibi duran bu anlam, aslında özgürlüğün hakikatine işaret eder: Başıboşluk değil, yönünü bilmek. Kime ve neye bağlı olduğunu bilmeyen insan serbest kalmaz; aksine her rüzgârda savrulur. Tüm kuşatmalara, baskılara ve mahrumiyetlere rağmen başı Hakk’a ve hakikate bağlı olanlar, gerçekte asıl hür olanlardır; çünkü özgürlük, bağlardan kurtulmak değil, insanı insan yapan asıl bağa (Âl-i İmran,103) sımsıkı tutunabilmektir. Bu bağlamda özgürlük, yalnızca dışarıda kurulan bir düzen değil, içeride kurulan bir istikamet meselesidir. Başı Hakk’a bağlı olan yolunu kaybetmez; yolunu kaybetmeyenin özgürlüğü, rüzgâra değil hakikatin pusulasına emanet olur.
MODERN DÜNYADA ÖZGÜRLÜK ALGISI
Günümüzde özgürlük, çoğu zaman “istediğini yapabilme serbestliği” olarak sunuluyor. Oysa bu anlayış, insanı özgürleştirmekten çok esarete sürükler. Sınırsız arzular insanı rahatlatmaz; aksine onu sürekli bir tatminsizlik haline mahkûm eder. Her şeyin mümkün olduğu bir dünyada, hiçbir şey yeterli gelmez. Bu yüzden özgürlükten daha çok söz edilen bir çağda huzur azalıyor; seçenekler çoğalırken istikamet zayıflıyor.
Modern anlayışta özgürlük, kişisel hazlara, sınırsız tüketime ve anlık tatminlere indirgeniyor. Halbuki nefsin her arzusunu yerine getirmek özgürlük değil, bağımlılıktır: “Hevasını ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (Furkan,43) Özgürlük, tercih sayısının artmasına bağlanıyor; oysa hakiki özgürlük, tercihi yönetebilme kudretidir.
Modern dünya, insanı sürekli daha fazlasını istemeye teşvik eden bir sistem üzerine kurulu. Tüketim kültürü, sosyal medya, popüler kültür, eğlence endüstrisi gibi unsurlar, insanlara sürekli “mutlu olmalısın”, “daha fazlasını istemelisin”, “kendini sınırsızca ifade etmelisin” mesajları veriyor. Bu özgürlük vaatleri, aslında insanın hazların esiri haline gelmesine yol açıyor.
Ekranlar ışıl ışıl yanarken iç dünya kararıyor, kalabalıklar artarken yalnızlık büyüyor, seçenek çoğalırken karar verme gücü zayıflıyor.
Sosyal medya beğenileriyle onaylanma bağımlılığı, tüketim çılgınlığıyla mutluluğu maddede arama, sürekli daha fazlasına sahip olma arzusu ve sınırsız eğlence arayışıyla tatminsizlik hissi gibi zaaflar, insanı özgür kılmak yerine, bağımlı hale getiriyor. Özgürlük adına atılan her adım, bir süre sonra nefse boyun eğme, dünyevi arzuların esiri olma, tatminsizlik ve huzursuzluk ile sonuçlanıyor.
İnsan, hazlarının peşinden koşarken özgürlüğünü kaybediyor. Ne kadar çok tüketirse o kadar eksik hissediyor; ne kadar çok eğlenirse o kadar derin bir boşluk yaşıyor.
Özgürlüğün en yüksek hali, nefsin esaretinden kurtulmak ve insanı yıpratan sınırsız isteklerin ağırlığından arınmaktır. İşte tam da bu noktada, Allah’a kulluk, insanı gerçek özgürlüğe kavuşturur. Gerçek özgürlük, insanın nefsine boyun eğmemesi, tutkularına teslim olmaması, dış dünyanın aldatıcı vaatlerine kapılmaması ile mümkündür. Allah’a kul olan insan, kula kul olmaktan kurtulur. Dünya hayatının geçici arzularına bağlanmayan kişi, gerçek huzuru bulur.
Allah’a teslimiyet, ruhu özgürleştirir, iradeyi güçlendirir ve insanı gerçek huzura kavuşturur. Özgürlüğü sınırsızlıkta arayanlar, farkında olmadan zincirlerini ağırlaştırırken Allah’a kul olanlar, her türlü esaretten azat olmanın huzuruna ererler.
ÖZGÜRLÜĞÜN ANAHTARI, KULLUK BİLİNCİDİR
İnsanın yaratılış amacı ve hayatının gerçek anlamı, kulluk bilincidir. Allah Teâlâ, insanı yalnızca dünyada bir süre yaşayıp sonra yok olması için değil, sadece O’na kulluk etmesi ve en güzel amelleri işleyerek imtihanı kazanması için yaratmıştır: “O ki, hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk,2)
Medeniyetimizde, kulluk bilinci sadece belirli ibadetlerle sınırlı değildir; her kararımız, her sözümüz, her hareketimiz Allah’a kul olma gayesiyle şekillenir. Bu, sadece ibadetlerde değil, günlük hayatta da geçerlidir. İnsan, her davranışında Allah’ı anarak ve O’na yakın olmayı hedefleyerek yaşar. “De ki: “Şüphesiz benim namazım, bütün ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, Âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En‘âm,162) İşte tam bu noktada özgürlük meselesi, bir “hak” tartışması olmaktan çıkar; bir yön ve gaye meselesine dönüşür. Kulluk bilinci, omuza yüklenen bir kayıt gibi görüldüğünde özgürlük, sanki ondan kurtulmakmış gibi algılanır; oysa kulluk, insanı aşağıya çeken zincirleri kıran bir yükseliş halidir. Kula kulluğu, heva ve hevesin yönetimini, alkışların ve ekranların görünmez tahakkümünü azaltan bir iç disiplindir. İnsan Rabbine yöneldikçe başkalarının bakışından da kendi nefsinin baskısından da sıyrılabilir.
Özgürlüğün anahtarı, kulluk bilincidir; kaynağı ise iffetli olma halidir; çünkü insanı özgür kılan şey, sınırsız seçenekler değil, doğruyu seçebilme kudretidir. Bu kudret ise ancak ölçüyle diri kalır. Ölçünün kaybolduğu yerde özgürlük, hızla savrulmaya dönüşür.
Kulluk, insanın “ne yapıyorum?” sorusundan önce “niçin yaşıyorum?” sorusuna verdiği cevaptır. Bu cevap netleştiğinde hayat parçalanmaz; anlam etrafında toparlanır. Kulluk bilinci, insanın hayatını dağınık heveslerin elinden alır; anlamlı bir istikamete bağlar. Heves anlıktır, istikamet ise süreklilik ister. Bu yüzden kulluk, günü kurtaran tercihlerden ziyade hayatı inşa eden bir bakış açısı kazandırır.
Ahlak kitaplarında en alçaltıcı köleliğin şehvet köleliği olduğu belirtilir; çünkü insanı esir eden şey çoğu zaman dışarıdaki zincirler değildir; içeride büyüyen bağımlılıklardır. Nefsin “isterim” diye dayattığı her arzu, iradeyi biraz daha zayıflatır; irade zayıfladıkça insan, özgür olduğunu zannederken aslında sürüklenir.
Kerim Kitabımızda bu iç esaret çarpıcı bir şekilde anlatılır:
“Nefsinin kötü arzularını kendine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Allah onu bir bilgiye göre saptırmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Allah’tan sonra artık onu kim doğru yola getirebilir? Hiç düşünüp ibret almaz mısınız?” (Câsiye,23)
Bu ayet-i kerime, özgürlüğün nerede kaybedildiğini açıkça gösterir: İnsan, haddini aşıp nefsini ilâh edindiğinde tutsaklaşır. Arzu, heva ve ihtiraslar ölçüsüzce merkezde durduğunda akıl, kalp ve basiret sırayla devre dışı kalır. Böyle bir insan, tercih ediyor gibi görünür ama gerçekte yönlendiriliyordur.
Bu hakikati Peygamberimiz de son derece net bir ölçüyle ortaya koyar:
“Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel eden kimsedir. Günahkâr kişi ise nefsini hevasının peşine takan ve Allah’tan olmadık şeyleri temenni eden kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25)
Burada akıl, zekâdan; özgürlük de sınırsızlıktan ayrılır. Akıllı olmak, her istediğini yapmak değil, nefsini durdurabilmek, hesabını bugünden yapabilmektir. Hevanın peşine takılan insan ise çoğu zaman özgür olduğunu zanneder; oysa geleceğini temennilere havale etmiş, iradesini arzularına teslim etmiştir. Bu teslimiyet, fark edilmeden kurulan en ağır esaret biçimidir.
Nitekim Efendimiz, insanı içten çökerten bu tehlikeyi daha da çerçeveler ve kurtuluş–helak ayrımını açıkça tarif eder:
“Üç husus vardır ki helak edicidir: İtaat olunan cimrilik, peşinden gidilen bir hevâ ve kişinin kendisini beğenmesidir. Üç husus da vardır ki kurtarıcıdır: Gizlide ve açıkta Allah’tan korkmak, zenginken de fakirken de orta yollu harcamak, rızâ halinde de kızgınlık halinde de adaletli olmaktır.” (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, I, 90)
Bu hadis-i şerif, özgürlüğün hangi noktada çöktüğünü ve istiklâlin hangi zeminde yeniden inşa edileceğini gösterir. Helak edici olan üç unsurun ortak noktası, nefsin merkeze yerleşmesidir. Kurtarıcı olan üç vasfın ortak noktası ise, kulluk bilinciyle ölçünün hayata hâkim olmasıdır. Gizlide de açıkta da Allah’tan korkabilen, harcamada dengeyi koruyan, öfke anında bile adaleti terk etmeyen insan; dış baskılardan önce iç esaretten kurtulmuştur. İşte bu bağlamda asıl özgürlük, nefsin ilâhlaşmasına izin vermemek, hevayı yönetmek, iradeyi diri tutmaktır. Kulluk bilinci, insanı bu iç işgalden koruyan en sağlam siper; iffet ise bu siperi ayakta tutan ölçüdür.
İSLAM’IN HEDEFİ: GÖNÜLLERDEKİ VESAYETİ YIKMAK
İslam, yeryüzü iktidarından önce, gönüllerdeki iktidarı önemser. İnsanları Hakk’a ve hakikate davet ederken gerçek hürriyetin de Hakk’a kullukta aranması gerektiğini ilan eder. İslam, iç ve dış vesayetin güdümünden kurtarıp insanı gerçek özgürlük ve adalete ulaştırmayı öncelikli hedef sayar. Bu hedef, çağımızın en çok unuttuğu ölçüyü hatırlatır: Hürriyet, başıboşluk değildir; Hakk’a bağlanarak kula bağımlılıktan kurtulmaktır. İç vesayet, dış vesayetten daha sinsi işler; çünkü insan onu “benim tercihim” zanneder.
Bugün ve gelecekte fıtratın özünü bozmamak esas gayedir. Yalancı ve yabancı fikir ve ideolojilerden zihni korumak, habis duygularla gönlün safiyetini ve duruluğunu bozmamak, zararlı tavır ve davranışlarla da bedeni zillete dûçar etmemek gerekir.
Fıtrat bozulduğunda insan önce utanmayı kaybeder, sonra sınırı, sonra da yönü… Bu kayıp zinciri, en sonunda “özgürlük” kelimesini bile anlamından eder.
Tüm peygamberlerin gönderiliş amacı, ruhların istiklâlidir. Peygamberimizin yapmış olduğu ilk çağrı da bu istiklâle ve kurtuluşa yapılan bir çağrıydı: “Ey insanlar! Lâ ilâhe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyin, kurtuluşa erin!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Kelime-i tevhidin bir “hayır”la başlayıp “evet”le kemale erdiğinin şuurunda olan müminler, hayatlarının her anında ve her alanda bu istiklâle uygun yaşarlar.
Kelime-i tevhid, sadece bir inanç beyanı değildir; putlara karşı bir reddiye, Hakk’a karşı bir sadakattir. Bu yüzden “Lâ” ile başlayan tevhid, insanı sahte ilâhların esaretinden kurtarır.
İSTİKLÂL: TOPRAKTAN KALBE UZANAN ÖZGÜRLÜK
İstiklâl; devletler için karar mekanizmasının bir başka devlete ya da herhangi bir güç odağına bağlı olmadan kendi kendini yönetebilmesi, milletler için günlük hayatlarını başka bir millete ya da güce tâbi olmadan kendi gaye ve hedefleri doğrultusunda sürdürebilmesi, fertler için ise herhangi bir baskının etkisi altında kalmadan hür iradesini tercihlerine, tutum ve davranışlarına yansıtabilmesidir.
Daha özelde istiklâl kavramıyla, vatan toprağının işgalcilerin mandasından kurtarılması ve o vatanın gerçek sahipleri tarafından bağımsız kararlarla yönetilmesi kastedilir. Ancak bu, çoğu zaman sadece coğrafî ve maddî bir bağımsızlık hali olarak kalmaktadır.
Siyasî, adlî, malî, ekonomik ve askerî alanlarda kazanılmış bu özgürlük büyük bir nimettir. Ne var ki bu nimetin, eğitim ve kültür boyutlarıyla birlikte insanın iç dünyasında da karşılık bulması; hakiki ve tam bir istiklâle dönüşmesi, insanla Allah arasına giren engellerin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Ancak bu şekilde, fizikî esaretten kurtulmuş insanların zihin ve gönülleri de beşerî ve şeytanî güç odaklarının şeffaf zincirlerinden kurtularak özgürleşebilir.
Günümüzde pek çok ülkede bedenler ve üzerinde yaşanan vatan toprağı yara almaktan kurtarılmış gibi görünse de asıl savaş, zihinler ve gönüller üzerinden devam etmekte; milletler ruhen kan kaybetmekte ve iç dünyalarında sessiz bir işgale maruz kalmaktadır. “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” diyen Mehmed Âkif, hakiki özgürlüğün ve bağımsızlığın Hakk’a teslimiyetten geçtiğini vurgularken tam da bu hakikate işaret etmişti. Hakk’tan gelen mesaja, adalete ve hakikate gönül verilmeden dışarıda aranan istiklâl, bir milleti emniyet ve selamete ulaştırmaya yeterli olmazdı.
Esaret, bedenlerin boyunduruk altına alınıp efendiliğe soyunmuş bir güruha hizmet ettirilmesi değildir sadece, gerçek esaret; heva, heves, arzu ve ihtirasların baskısı altında kalmak, tiryakisi ve bağımlısı olunan alışkanlıkların güdümünde yaşamak, makam, mevki ve servete sahip olma hırsı ya da onları kaybetmemek için değer dünyasından vaz geçmekle içte ve dışta yaşanan tutsaklık halidir.
NECAŞİ’NİN HUZURUNDA… MEDENİYETİMİZİN ÖZGÜRLÜK TARİFİ
Bu istiklâli ve özgürlüğü, İslam tarihinde Habeşistan’a hicret eden müminleri temsilen adil hükümdar Necaşi’nin huzurunda yaptığı o muhteşem konuşmayla Hazreti Cafer ne de güzel ifade etmişti:
“Ey hükümdar! Biz cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik. Ağaçtan ve taştan yapılmış putlara tapar, kendiliğinden ölmüş hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri toprağa gömer, insanlık dışı bütün kötülükleri yapardık. Akrabalarımızla ilgilenmez, komşu hakkı tanımazdık. Kuvvetli olanlarımız zayıflarımızı ezer, zenginlerimiz fakirlerin sırtından geçinirdi. Hak hukuk nedir bilinmezdi. Biz bu halde iken Allah celle, bizim içimizden asil soylu, doğru, güvenilir, iffetli olarak bildiğimiz birini peygamber olarak gönderdi. O bizi bir olan Allah'a inanmaya ve yalnızca O’na ibadet etmeye çağırdı. Atalarımızdan miras kalan putlara tapmaktan bizleri kurtardı. Doğru söylemeyi, emanete riayet etmeyi, akrabalarla iyi geçinmeyi, komşuları gözetmeyi emretti. Bütün kötülük ve günahları, kan dökmeyi, yalancı şahitlik yapmayı, yetim malı yemeyi ve namuslu kadınlara iftira etmeyi ise yasakladı. Biz de onu doğruladık ve ona iman ettik. Allah'tan ona gelenlere tabi olduk. Sadece Allah'a ibadet ederek O'na hiçbir şeyi ortak koşmadık. Onun haram kıldıklarını haram, helal kıldıklarını ise helal bildik. Halkımız bu sebeple bize düşman oldu, bize zulmettiler. Allah’ı bırakıp eskisi gibi putlara tapmamız ve önceden yaptığımız kötülükleri yeniden işlememiz için bize işkence ettiler. Hayat bizim için çekilmez bir hale geldi, dinimizi yaşayamaz olduk. Baskı ve zulümler dayanılmaz bir noktaya geldiğinde senin ülkene sığındık...” İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359,360; Kasım Şulul, Hazreti Peygamber Devri Kronolojisi, 314, 315
Hazreti Cafer’in Necaşi’nin huzurunda dile getirdiği bu tablo, sadece bir savunma konuşması değil, İslam’ın insanı hangi esaretten alıp hangi özgürlüğe taşıdığının canlı bir medeniyet beyannamesidir. Bu konuşmada anlatılan dönüşüm, sahte ilâhların terk edilmesiyle ve insanın yeniden hakikatle buluşmasıyla gerçekleşen bir özgürleşmedir. Cahiliyenin putları nasıl insanı insana kul etmiş ise vahyin çağrısı da insanı kula kulluktan azat etmiş, imanı hürriyetin merkezine yerleştirmiştir. İşte bu yüzden İslam’ın sunduğu özgürlük, tarihsel bir hadise olarak kalmamış, her çağda ve her zeminde yeniden tecrübe edilen bir diriliş biçimi olmuştur.
İNKÂR TUTSAKLIK, İNANÇ İSE ÖZGÜRLÜKTÜR
İnkârın tutsaklık, inancın ise özgürlük olduğunu belirten Üstad Sezai Karakoç da; “İnsan, çağımızda gönül tarlasına durmadan put dikiyor. Kendi tükettiği eşyaya, kendi kurduğu sisteme veya kendinin yücelttiği insana tapmak yoluyla kendine tapmaya çalışmakta belki de. Kendini dolaylı yoldan putlaştırmanın boş deneyinde...” (Sezai Karakoç, İnsanlığın Dirilişi) diyor ve bu asırda yaşayan her müminin, Hazreti Âdem’le başlatılan ve Peygamber Efendimizle taçlanan köklü geleneğe olan aidiyet ve bağlılıkla bu kutlu mücadelenin safında yerini alarak İslam davasının bir neferi olması gerektiğin söylüyor: “İnkâr tutsaklık, inanç özgürlüktür. Benim inandığım ve bağlandığım dâva, ilk insan ve ilk yol göstericinin, dünyayı dolduran inkâra karşı özgür inanç gemisinin kaptanı olan Hazreti Nuh’un Ebedî Kurtuluş Sancağını uygarlıklar başkentine diken, ateş imtihanından geçmiş ve Kurban şifasıyla azapların zehrini eritmiş Hazreti İbrahim’in, toplumu yönetecek altın kuralları sütunlar gibi ufkumuzda yükselten ve onları kıyamete kadar tarihin levhası olarak belirleyen Hazreti Musa’nın, ölüleri dirilten, ölü gönülleri diriltici soluğun sahibi Hazreti İsa’nın ve nihayet en büyük insan, en büyük yol gösterici, bütün insanlığa ışık tutucu, fiziği ve fizikötesini aydınlatıcı son Peygamber Hazreti Muhammed’in davasıdır.” (Sezai Karakoç, Diriliş yazıları/konuşmaları)
Üstat Sezai Karakoç’un işaret ettiği bu modern putlaştırma biçimleri, meselenin yalnızca dış dünyadaki inkârla sınırlı olmadığını gösterir. Asıl tutsaklık, putun taştan ya da ağaçtan yapılmış olması değil kalpte, zihinde ve arzuda kurulmuş olmasıdır. Bu yüzden iman mücadelesi, her çağda önce içerde başlar. Tevhid, yalnızca dış putları reddetmek olmayıp insanın iç dünyasında iktidar kurmuş sahte ilâhları yıkma cesaretidir. Bu cesaretin en berrak örneği, tarihte ilk büyük kırılmayı gerçekleştiren Hazreti. İbrahim’in mirasında saklıdır.
HAZRETİ İBRAHİM’İN MİRASI: İÇİMİZDEKİ PUTLARI DEVİRMEK
İşgale uğramış zihinleri, esaret altında kalan gönülleri özgürleştirmek, toplumları vahyin ve risaletin diriltici soluğuyla ihya etmek ve yeryüzünü fesada uğramaktan kurtarıp imar ve inşa etmek, Amentüye inanan müminlerin öncelikli sorumluluğudur. Ruhlarda gerçekleşecek bu inkılâbın hayatiyeti için elbette zahirî engeller ortadan kaldırılmalı ve insan, özgür iradesiyle seçimini yapabilecek bir ortama kavuşmalıdır.
Dışarıdaki putlar bir gün devrilebilir ve fakat içerdeki putlar devrilmedikçe insan, özgürlüğe kavuştuğunu sanır. Ruhları köleleştirerek azgınlaşan Nemrud’un karşısına dikilen ve dıştaki putları tevhid baltasıyla deviren Hazreti İbrahim aslında insanın içindeki putları yıkmaya çalışmıştı. (Enbiyâ, 21/51-70)
Öyle demişti şair:
“İbrahim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla.
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
İbrahim
güneşi evime sokan kim”
(Çelebi, Asaf Halet, “İbrahim”)
Aklını ve gönlünü iman cevheriyle istiklâle ulaştırmış fertlerin bulundukları her zaman ve zeminde tam bağımsız olmaları kaçınılmaz olacaktır; zira iman, insanın hem yönünü hem sınırını hem de direncini belirler. Yönü hakikat olan kaybolmaz, sınırı hudûdullah olan bozulmaz, direnci takva olan ise savrulmaz. Ne var ki bu yön, sınır ve direnç en çok gençlik çağında sınanır. Evet insan, özgürlüğünü en yoğun hissettiği bu dönemde, aynı zamanda en çok savrulma riskiyle karşı karşıyadır. İmanla tahkim edilmemiş bir özgürlük anlayışı, gençlikte kolayca başıboşluğa; aidiyetle desteklenmeyen bir bağımsızlık iddiası ise yalnızlığa ve savrulmaya dönüşebilir.
GENÇLİĞİN ÖZGÜRLÜKLE İMTİHANI
Her dönem insan için bir imtihan taşır; fakat gençlik, bu imtihanın en yoğun yaşandığı eşiktir; çünkü gençlik, bedensel bir dinamizm olmaktan ziyade kimlik arayışının, yön tayininin ve aidiyet ihtiyacının en keskin halidir. Genç, bu dönemde önce “nereye aitim?” sorusuyla yüzleşir.
Aidiyet; insanın kendini bir anlam dünyasına, bir değerler bütününe ve bir insan topluluğuna bağlı hissetmesidir. Din, aile, vatan, millet, ümmet gibi değerlere aidiyet duygusu zayıfladığında insan boşlukta kalır. Bu boşluk, çoğu zaman bilinçli bir kötülük tercihiyle değil, sahipsizlik hissiyle dolar. Genç, yanlış olanı doğru bulduğu için değil, doğru olanla bağ kuramadığı için yanlışın eşiğine yaklaşabilir. Bu sebeple gençliğin imtihanı yalnızca günahla değil, yalnızlıkla da ilgilidir.
İnsan, yalnız kalınca çoğu zaman yanlışın yanında “bir sıcaklık” arar, o sıcaklığı bulduğu yerde de yavaş yavaş şekil değiştirir. Bu sebeple çevre meselesi, sosyolojinin konusu olmanın ötesinde doğrudan kalbin istikametini belirleyen bir kader çizgisidir.
Burada yapılması gereken, gençten “güçlü olmasını” beklemekten önce ona dayanabileceği bir zemin sunmaktır; çünkü insan, ancak ait hissettiği yerde kendini koruyabilir. Ne var ki her zemin, insanı ayakta tutmaz; bazı ortamlar vardır ki sığınılacak bir yuva gibi görünürken fark edilmeden insanı içten içe aşındırır. Bu noktada mesele, yalnızca “bir yere ait olmak” değil, nasıl bir iklimin içinde nefes alındığı meselesine dönüşür; çünkü yanlışla kuşatan, günahı sıradanlaştıran ve vicdanı sessizleştiren bazı ortamlar, insanı korumaz; aksine yavaş yavaş dönüştürür.
ZEHİRLİ İKLİM: GÜNAHIN SESSİZ DAVETİ
Zehirli iklim, çoğu zaman yüksek sesle çağırmaz. Günah, kapıyı sertçe çalmaz; alıştıra alıştıra içeri girer. İlk davet, çoğu zaman büyük bir sapma değildir: terk edilen bir namaz, hafife alınan bir söz, yitirilen hassasiyet, “bir kereden bir şey olmaz” cümlesi… Küçük görünen bu ihlaller, zamanla kalpte eşiği düşürür.
Zehirli iklim; günahı normalleştiren, ihlali sıradanlaştıran ve vicdanı sessizleştiren bir sosyal atmosfer üretir. Bu atmosferde yanlış, açık bir isyan gibi sunulmaz; “özgürlük”, “rahatlık” ya da “çağın gereği” gibi masum kılıflarla dolaşıma girer. Günah, böylece itiraz edilmesi gereken bir ihlal olmaktan çıkar; uyum sağlanması beklenen bir davranışa dönüşür.
Genç, bu iklimde günahı savunduğu için değil, itiraz edecek gücü kendinde bulamadığı için sürüklenir; çünkü insan, sürekli maruz kaldığı şeye karşı zamanla duyarsızlaşır. Alışılan şey, sorgulanmaz; sorgulanmayan şey ise giderek normal kabul edilir.
Asıl tehlike, yasakların normalleşmesidir; zira normalleşme, kalpte alarma sebep olmaz. Kalpte alarm sustuğunda akıl devreye girer ve mazeret üretmeye başlar:
“Bir kereden bir şey olmaz, Ne var ki bunda, Büyütülecek bir şey değil, Bağımlı değilim kontrol bende, Herkes kullanıyor, Stres atmak için, İstediğim zaman bırakırım, Benim kimseye zararım yok, Bu devirde bunlar normal…”
Böylece yanlış, artık savunulmaz bile; sadece gerekçelendirilir. Günah, açık bir itiraz konusu olmaktan çıkar; kişisel bir tercih, bir “rahatlama biçimi” ya da masum bir alışkanlık gibi sunulur; oysa bu gerekçelerin her biri, kalbin susturulan alarmının yerine konulmuş geçici bahanelerden ibarettir.
En tehlikeli eşik de burasıdır: Günahın ağırlığını kaybetmesi. Küçük görülmeye başlanan her ihlal, kalpte bir iz bırakır; izler derinleştikçe dönüş zorlaşır. Bu yüzden kötülükle mücadele, çoğu zaman tek tek fiillerle değil, o fiilleri besleyen iklimle mücadele etmeyi gerektirir.
Kur’an’ın “günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” (Mâide,2) ikazı, insanın sadece kendi yaptığını değil, içinde soluk aldığı atmosferi de sorgulamasını ister; çünkü bazı günahlar tek başına işlenmez, bir iklimin sessiz onayıyla güç bulur.
SÜRÜKLENMENİN BAŞLANGICI: KÜÇÜK GÖRMEK
Yasaklı fiillere tavır koyabilmek ve hayır diyebilmek, o yasağın zihnimizde nasıl bir konuma sahip olduğuyla yakından ilgilidir. Eğer bir günah küçük görülüyor, hafife alınıyorsa amele dönüşmesi an meselesidir.
Peygamberimiz: “Mümin, günahını altında oturduğu ve sanki her ân üzerine düşme tehlikesi olan bir dağ gibi görür… Fâcir/Münafık ise, günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” (Buhârî, Daavât/Rikāk) buyurmakla günahla insan arasındaki ilişkinin, zihinsel ve kalbî algının derinliğiyle yakından ilişkili olduğunu işaret etmiştir.
Zihnî istikamet ve kalbî hassasiyet olmalı öncelikle, dürüst ve ilkeli olmalı mümin ve sakınma duygusuyla yaşamalı hayatı; zamana ve zemine göre, makama ve mevkiye göre değişmeyecek doğruları olmalı. Bunun için de aklı ve kalbi Kur’an ikliminde ve Peygamberimizin örnekliğinde beslemek şarttır. İlâhî mesajı dinleme ya da okuma amelinden uzak düşmemek, ruhun gıdasını vermede gevşeklik göstermemek gerekir ki günahlara karşı direnç yitirilmesin.
Bir namazın geciktirilmesi veya geçiştirilmesi, Kur’an okumayı ihmal, salih amellerde ciddiyetsizlik, söz disiplininden uzaklaşmak, laubalilik, nemelazımcılık ya da her nevi sorumluluğu en iyi şekilde yapmayı terk etmek vb. hususlar imani hassasiyetimizi zedeler ve bunun sonucu olarak da günahlara yakınlaşma riskini artırır. Bireysel plandaki bu duyarsızlıklar, sosyal alanda da kendini hissettirir ve dışa dönük halimizle sergileyeceğimiz her işte bereketsizlik ve verimsizlik görülür. Nitekim Müslümanların ekonomik, sosyal, siyasî ve aile hayatlarında yaşadığı krizler; iç dünyalarındaki işgalin bir uzantısı değil midir? Kalpteki küçük çatlaklar büyüdüğünde hayatın bütün odalarına soğuk sızabiliyor.
KORUYUCU ZEMİN, TEMİZ MUHİT
Zehirli iklimin panzehiri, yalnızca “uzak durmak” olmayıp iyi ve temiz bir muhit inşa etmektir; zira insan, boşlukta yaşayamaz. Çekildiği her zeminin yerine, tutunduğu başka bir yer olmak zorundadır.
Temiz muhit; günahın yabancı kaldığı, hayrın normalleştiği, dilin, bakışın ve davranışın edep ölçüsünde şekillendiği beraberlik iklimidir; insanın kendini sürekli savunmak zorunda kalmadığı, iyiliği yaşarken yalnız hissetmediği bir iklim. Böyle bir ortamda ibadet yük değil nefes olur, ahlak zorunluluk değil tabiat haline gelir. İyi insanlarla birlikte olmak, ahlakî bir tavsiye olmak kadar istikameti koruyan bir imkândır.
Bazen bir insanın günahlara karşı direncini zayıflatan şey, “kötülüğün cazibesi” değil, iyiliği yaşarken yalnız kalmasıdır. Bu sebeple temiz muhît, sadece iyi insanların varlığıyla açıklanamaz; insanın kalbini dirilten bir ünsiyet, bir kardeşlik ve bir güven iklimidir. Bu bağlamda gençleri korumak, onlara sadece “yapma” demekle olmaz. Nerede duracaklarını, kimlerle yürüyeceklerini, hangi meclislerde soluklanacaklarını da onlara göstermek gerekir; çünkü istikamet, çoğu zaman yalnız başına değil, beraber yürüyerek korunur.
Peygamberimizin “Kişi dostunun dini üzeredir.” (Tirmizî, Zühd, 45) ikazı, çevrenin insanı nasıl biçimlendirdiğini açıkça ortaya koyar.
Kur’an’ın “sadıklarla birlikte olma” (Tevbe,119) çağrısı, peygamberlerin “salihler arasında yer alma” (Neml 19) duası tam da bu noktada bir korunma iklimi inşa eder.
DİJİTAL KUŞATMA: GÖZÜN VE KALBİN SINAVI
Bugünün dünyasında çevre, yalnızca sokakta kurulmaz. Gençler artık ceplerinde, odalarında ve hatta yalnız kaldıkları anlarda sürekli açık bir dijital muhît taşımaktadır. Bu muhît, görünmez ama etkilidir; sessiz ama derindir.
Dijital kuşatma; insanın sürekli uyarana maruz kaldığı, dikkatin parçalandığı, arzuların kışkırtıldığı ve mahremiyetin aşındığı modern çevre biçimidir.
Bu kuşatma, en çok göz ve kalp üzerinden işler. Gözün alıştığı görüntü, kalbin duyarlılığını belirler. Sürekli teşhirle beslenen bir bakış, zamanla hayâyı; sürekli uyarılan bir zihin ise sükûneti kaybeder. Burada mesele yalnızca yasak içerik değildir; ölçüsüzlük ve sürekliliktir.
Kalp, her gün yüzlerce görüntüyle yaralanıyorsa bir süre sonra yarayı yara sanmamaya başlar ve en acısı insan, kendini kaybettiğini bile fark etmez; çünkü kayıp, yavaş yavaş gerçekleşir.
Dijital ortam, insana sınırsızlık hissi sunar; fakat bu sınırsızlık, çoğu zaman irade kaybı üretir. Beğenilme arzusu, görünür olma isteği ve onaylanma ihtiyacı, insanı içerden yorar. Oysa kulluk bilinci, insanı başkalarının bakışından özgürleştirir; değerini ekranlardan değil, Rabbin rızasından almayı öğretir.
İşte modern çağın en büyük aldatmacası burada saklıdır: “Özgürleşiyorsun” derken insanı “bağımlı” hale getirmek.
Kulluk bilinci, insana sahte ya da zararlı birtakım şeylerle mutluluk arama yükünü bırakmayı öğretir; kalbe de yanlış adreslere koşmayı terk ettirip hakiki huzurun kaynağına yöneltir; çünkü kalp, ekranın sunduğu geçici hazlarla dolmuyor, aksine çoğu zaman daha çok yoruluyor. Bu bağlamda Kerim Kitabımız, huzurun adresini açıkça gösterir: “Onlar, iman eden ve kalpleri de daima Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura eren kimselerdir. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura erer.” (Ra‘d,28)
Dijital kuşatmaya karşı verilecek en güçlü cevap, teknik önlemlerin çok ötesinde kalbi diri tutan bir kulluk şuurudur; zira gözü koruyan şey yalnızca perdeler değil, kalpteki hayâdır. Kalp Allah’ın zikriyle diri kaldığında göz de kendini koruyacak iradeyi daha kolay bulur; çünkü bakışın istikametini, içerideki hassasiyet belirler. İşte bu sebeple: “Müminlere söyle, gözlerini sakınsınlar.” (Nûr,30) emr-i ilahîsi, çağlar üstü bir korunma ilkesidir; bugün bu emrin muhatabı, aynı zamanda ekranların karşısındaki gözlerdir.
ÖZGÜRLÜĞÜN KAYNAĞI İFFETLİ OLMAKTIR
Gözün korunması, kalbin diri kalmasıyla mümkünse; bu dirilişi süreklileştiren ahlakî zemin de iffettir; çünkü iffet, bakışı, sözü ve yönelişi aynı ölçüde tutan bütüncül bir iç disiplindir. Günümüzde anlamı daraltılan kavramlardan biri olan iffet, yalnızca belli alanlara mahsus bir sakınma hali değil, hayatın tamamını kuşatan bir ölçü bilincidir. İnsanı özgürleştiren de tam olarak budur: ölçü ve denge.
İffet; insanın arzu, istek ve eğilimlerini hakikat terazisinde tutması; heva ve hevesin sürükleyiciliğine karşı iradesini muhafaza etmesidir.
İffet; gözün gördüğünü seçebilmesi, dilin söyleyeceğini tartabilmesi, elinin uzanacağı yeri bilmesi, kalbin bağlanacağı sınırı tanımasıdır. Bu tarif, iffeti sadece yasaklar listesi olmaktan çıkarır, onu insanın iç dünyasını toparlayan bir denge ahlakına dönüştürür. Bu yönüyle iffet, dağılmaktan korunmuş bir hayat inşa eder; çünkü ölçüsüzlük, insanı özgürleştirmez, aksine bağımlı hale getirir. Her istediğine ulaşabilen değil, her isteğine “hayır” diyebilen insan özgürdür.
İffet, insanın içindeki dağınıklığı toplar, insanı “parça parça” olmaktan kurtarır ve insanın en büyük esareti çoğu zaman dışarıdan gelmez; içerden, heva ve hevesin bitmeyen baskısından gelir.
İffet; Allah’tan başkasına kul olmamak ve tutkuların güdümünden kurtulmak, haramlardan sakınmak, çirkin söz ve davranışlardan uzak durmaktır.
İffet; göz disiplini ile gözlerini, söz disiplini ile sözlerini muhafaza edebilmektir. Faydalı, iyi, doğru ve güzel olmadıktan sonra çok konuşmamayı ve çoğu zaman susmayı başarabilmektir.
İffet; gözü tok, gönlü zengin olmaktır; mal mülk, yeme içme konularında ölçülü ve kanaatkâr olmak, yardıma muhtaç olduğu halde başkasına el açmaktan ve dilenmekten kaçınmaktır.
İffet; şehevî arzulardan ve nefsânî baskılardan kurtulup özgür olmak, her tür aşırılıktan ve uçlarda yaşamaktan kaçınarak dengeli ve mutedil olmaktır.
Modern çağ, insana sürekli daha fazlasını teklif ederken iffet, “yeter” diyebilme erdemini kazandırır. Bu “yeter” duygusu, insanı hem başkalarının dayatmalarından hem de kendi nefsinin baskısından kurtarır. Bu bağlamda iffet, özgürlüğün kaynağıdır.
HAYÂ: KENDİ HÜRMETİNİ KORUMAK
Hayâ, iffetin kalpte kök salmış halidir. Bir davranışı yapmadan önce içten gelen o ince duruş, o sessiz denge… Hayâ, insanın kendini değersizleştirmeye karşı kalbinde kurduğu bir koruma hattıdır.
Hayâ; Allah’a karşı duyulan derin saygının, insana ve kendine yönelik sorumluluk bilincine dönüşmesidir.
Hayâ, korku değildir. Çekingenlik hiç değildir. Hayâ, vakarla durabilme gücüdür. Herkesin yaptığına katılmama, herkesin konuştuğunu söylememe, herkesin gittiği yoldan gitmeme iradesidir. Bu yönüyle hayâ, insanı zayıflatmaz, aksine şahsiyet kazandırır.
Peygamberimizin “Hayâ imandandır.” (Buhari, İman,16) hadisi, hayânın bir duygudan öte imanın görünür bir meyvesi olduğunu gösterir.
Teşhirin marifet sayıldığı bir çağda hayâ, insanı içerden ayakta tutar. Mahremiyetini koruyan insan, kalbini de korur. Kalbini koruyan ise, istikametini kaybetmez. Bu yüzden hayâ, sadece bir ahlak meselesi değil, bir istikamet meselesidir.
Hayâ kaybolunca sadece mahremiyet yıkılmaz; insanın kendine hürmeti de yıkılır. Kendine hürmeti yıkılan insan, başkalarının bakışıyla beslenen bir kimlik inşa etmeye başlar; bu da modern çağın en ağır esaretlerinden biridir. Ne var ki bu esaret kader değildir; insanın düştüğü yerde kalması da… İşte tam bu noktada tövbe, kapanan kapıları yeniden aralayan ilâhî bir imkân olarak insanın karşısına çıkar.
TÖVBE: YENİDEN BAŞLAMANIN ADI
Günah, son değildir. Asıl son, tövbesiz kalmaktır.
Tövbe, insanın geçmişine saplanıp kalması değil, geçmişten ders alarak geleceğe yönelmesidir.
Tövbe; kulun hatasını fark edip Rabbine yönelmesi, yönünü yeniden hakikate çevirmesidir. Tövbe, bir yenilgi ilanı değil, diriliş çağrısıdır; çünkü Allah, kulunu kendi haline terk etmez. Her pişmanlığa karşılık, rahmetle açılan bir kapı mutlaka vardır. İnsan bazen düşer; önemli olan düştüğünde hangi yöne baktığıdır. Bu hakikati Peygamberimiz şu müjdeleyici beyanıyla dile getirir:“Günahlarından samimi olarak tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd, 30)
Tövbe, “ben bittim” cümlesini susturur; “ben yeniden başlıyorum” cümlesini ayağa kaldırır.
Tövbe eden insan, sadece affedilmeyi değil, yeniden inşa edilmeyi talep eder. Bu yönüyle tövbe, kaybedilen özgürlüğün kapısını yeniden aralayan ilâhî bir imkândır; zira insanı en çok esir eden şey, “artık değişemem” duygusudur. Tövbe ise bu zinciri kırar.
DÜŞENİN ELİNDEN TUTMAK VE ISLAHIN DİLİ
İnsanın en çok düştüğü an, yalnız bırakıldığı andır. Günahın en koyu hali bile çoğu zaman terk edilmenin ardından gelir. Bu yüzden bir fert için yapılabilecek en büyük iyiliklerden biri, hatasında onu kendi haline terk etmemektir. Bir genci koruyan şey, yalnızca nasihatlerin doğruluğu değil, kendisine açılan kapıların kapanmamasıdır.
Terk etmemek; hata karşısında sırt çevirmemek, yargılamak yerine yol arkadaşlığı yapmayı tercih etmektir. Elinden tutmak, hatayı onaylamak değildir. Elinden tutmak; insanı günahıyla tanımlamamak, onu bulunduğu yerde dondurmamaktır; çünkü insan, düştüğü yerde değil, orada bırakıldığında kaybolur. Bu noktada umudun diri tutulması hayati önemdedir. Mevlânâ’nın şu sözü, meselenin özünü berrak biçimde ifade eder: “Bir günah işlediğinde hemen tövbe et. İnsan suya düştüğü için değil, sudan çıkamadığı için boğulur.”
Düşmek, insanı bitiren şey değildir, asıl yıkım, düştüğü yerde kalmayı kabullenmektir.
Ne var ki bu noktada sıkça iki yanlış tutumla karşılaşılır: Ya sert bir yargılama diliyle insan bütünüyle dışlanır ya da “herkesin başına gelir” denilerek yanlış meşrulaştırılır. Oysa her iki yaklaşım da ıslah etmez; biri kırar, diğeri çürütür. Islahın dili, ne ezici bir sertliktir ne de sınırları silen bir müsamaha.
Önce şu ayrımı netleştirmek gerekir: Yapılan iş yanlıştır; fakat insan, yaptığı yanlıştan ibaret değildir. Yanlışı görmezden gelmeden, insanı da günahıyla ezmeden konuşmak mümkündür. Islah edici dil, insanı mahkûm eden değil, onu yanlışından ayırarak muhatap alan bir dildir.
İrade zaafı çoğu zaman yalnızca bir ahlak meselesi değildir; bir boşluk meselesidir. Yalnızlık, değersizlik hissi, aidiyet kaybı, anlam yorgunluğu ya da tekrar eden alışkanlıklar, insanı fark ettirmeden bir bataklığın içine çeker. Bu yüzden “Nasıl kurtulur?” sorusundan önce “Bu hal neden oluştu?” sorusu sorulmalıdır. Sebep görülmeden çözüm kalıcı olmaz.
Bu bağlamda büyük ve ani dönüşümler beklemek gerçekçi değildir. Küçük ama sürekli adımlar, çoğu zaman en sağlam yolu açar. Günaha götüren ortamdan uzaklaşmak, zamanı ve zihni meşru meşguliyetlerle doldurmak, alışkanlık zincirini kıracak küçük düzenlemeler yapmak… Bunların her biri, görünmez ama etkili bir iyileşme sürecini başlatır.
İnsan iradesi tek başına güçlü değildir. Çevre, arkadaşlık, aidiyet ve sorumluluk duygusu iradeyi besler. Kimse bataktan tek başına çıkmaz. El uzatılmadan, yol arkadaşlığı kurulmadan ıslah kalıcı hale gelmez. Bazen bir genci hayata döndüren şey uzun nasihatler değil, devam eden bir ilgidir. Bir davet, bir hal hatır, bir “yanındayım” cümlesi… İnsan, kendisine güvenildiğini hissettiğinde ayağa kalkmak ister.
Bizim medeniyetimizde düşene tekme atılmaz. Aksine elinden tutulur, ayağa kalkması için omuz verilir, yanlışından dönmesi için yol gösterilir; çünkü biz, insanı hatasıyla değil, dönüş ihtimaliyle değerlendiririz. Bu, irfanın en sahici imtihanıdır: Yanlış yapanı dışarıda bırakmak kolaydır; yeniden yol bulmasına yardımcı olmak emek ister.
Bu yüzden bir fert yanlış yaptığında ilk sorulması gereken soru “Nasıl bu hale geldi?” olmalıdır. Nerede hata yaptık, neyi ihmal ettik, nerede yalnız bıraktık, nerede dinlemedik, nerede kapıyı erken kapattık? Zira insan çoğu zaman bir anda düşmez; adım adım yalnızlaştırılır, yavaş yavaş gözden çıkarılır. Bizim irfanımızda hesap, önce başkasıyla değil kendimizle görülür.
Kendi halime terk etmeme ahlakı, bir merhamet duygusundan öte bir sorumluluk şuurudur; “benim de payım var” diyebilmektir. Bu ahlak, merhameti zaaf saymaz. Aksine merhameti, insanı yeniden inşa eden bir güç olarak görür; zira bilir ki insan, kendisine güvenildiğinde toparlanır; dışlandığında ise uçuruma sürüklenir.
SONUÇ: HER DİRİLİŞ, BİR UYANIŞLA BAŞLAR
Her hakiki uyanış, insanın kendi derûnuna; kalbinin o uçsuz bucaksız derinliklerine yaptığı bir hicrettir. Bugün ümmetimizi kuşatan buhranlar, sadece bir dağılmanın değil, aynı zamanda ilahî bir davetin işaretidir: Özüne dön ve fıtratındaki o sağlam mayaya tutun.
Cemiyetleri ayakta tutan yahut yerle yeksan eden; taştan binalar ya da soğuk harflerle yazılmış kanunlar değildir. Asıl belirleyici olan, insanın göğüs kafesindeki iman kalesi, umut damarları ve ahlak omurgasıdır. Bu omurga dimdik durdukça yapı da ayakta kalacak, ahlaki üstünlüğümüzü muhafaza ettiğimiz müddetçe hiçbir saldırı bu kaleyi yıkamayacaktır. İnsanlık tarihi, büyük zaferlerin de derin mağlubiyetlerin de önce gönül meydanlarında yaşandığının şahididir. Kur’an’ın beyanıyla; insanın özünde fesat yer tuttuğunda yeryüzünde bozgunculuk yayılır, örgütlü ve organize kötülük ekini ve nesli de helak etmeye çalışır. (Bakara, 205) Lakin bu bir karamsarlık değil, bir istikamet uyarısıdır: İnşanın anahtarı dışarıda değil, tam da içimizdedir.
Bizim medeniyetimizin hamuru iman, hürmet, merhamet ve irfanla yoğrulmuştur. Tarih boyunca savrulduğumuz, ağır imtihanlardan geçtiğimiz olmuştur ve fakat bu bizi asla bir tükenmişliğe sürüklememiştir; çünkü bizim mayamızda, her tökezlemeden sonra “Bismillah” diyerek ayağa kalkma iradesi vardır. Umudu diri tutan şey kusursuzluk iddiası değil, Rabbimizin rahmet kapısının her samimi niyaza açık oluşudur.
En karanlık gecelerde bile şunu unutmamalıyız: Zulmetin hükmü, nurun tecelli anına kadardır ve “Allah, mutlaka nurunu tamamlayacaktır.” (Saff, 8). Bu ilahi vaat, kenara çekilip beklemenin değil şuurla bilenmenin, gayretle yürümenin, azimle ve sabırla direnmenin dayanağıdır. Kalpleri evirip çeviren, darlığı inşiraha, ümitsizliği azme dönüştüren yalnızca Allah’tır celle celalüh. Çaresizliğin bittiği yerde nusret-i ilâhî yardıma yetişecek, kapıyı çalana rahmet kapıları tekrar tekrar açılacak ve insan çabaladıkça tevfîk-i ilâhî mutlaka karşılık verecektir.
Gerçek bağımsızlık, hudutların korunmasından önce; zihinlerin, kalplerin ve iradelerin esaretten kurtulmasıdır. Dışarıdaki her kuşatma, çoğu zaman içerideki bir zaafla beslenir. Bu sebeple diriliş, sızının başladığı yerden; kalpten başlamalıdır. İman önce gönül tahtında iktidar olur; sonra hayata adalet, huzur ve istikamet olarak taşar. İç dünyasını ihya edemeyen, dış dünyasını imar edemez.
Bu yürüyüş, hatasız kahramanların değil, düşse de kalkmasını bilen, yanılsa da tövbe ile arınan, yorulsa da aşkla yeniden yola koyulan sadık yüreklerin yürüyüşüdür.
Yeter ki biz;
Vazgeçmeyelim.
Dağılmayalım.
Birbirimizi karanlıkta bırakmayalım, yalnızlığa terk etmeyelim.
Kendi insanımıza sırt çevirmeyelim.
Sevdamıza emek verelim, yürek verelim, omuz verelim.
Bu yolu yalnız adımlarla değil, birlikte yürüyelim.
Ve yeter ki biz her şeyden önce, yönümüzü O’na çevirelim, ihtiyacımızı O’ndan isteyelim; zira kalplere hükmeden biz değiliz; kalpleri evirip çeviren ancak ve ancak O’dur.
Hattab oğlu Ömer’in kalbi için nasıl niyaz ettiyse Efendimiz, biz de önce kendi kalplerimiz için, sonra Hazreti Ömer misali dirilecek, istikamet bulacak kalpler için isteyelim.
Kalplerimizi O’na açalım, temizlenmeyi gönülden isteyelim ve kalb-i selîmin en güzel örneği olan Peygamberimizin öğrettiği dualarla niyazda bulunalım:
“Ey kalpleri halden hale çeviren Rabbim! Kalbimizi dinin üzere sabit kıl. Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma. Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa bizi nefsimizin eline bırakma. Bizi salih kulların arasına dâhil et ve canımızı ebrar olan iyilerle beraber al.”
Yolumuz çetin, yükümüz ağır görünebilir ve fakat istikametimiz sağlamdır. Bilmeliyiz ki her samimi adım, her içten tövbe bizi Rabbimizin rızasına yaklaştırır. O’na yaklaştıkça özgürleşir, O’na tutundukça dimdik ayakta kalırız. İman çerağı bir kez gönülde tutuştuysa onu söndürmek, hiçbir karanlığın harcı değildir.
Yorumlar2