Yeşeren gözyaşları
- GİRİŞ02.06.2009 18:06
- GÜNCELLEME02.06.2009 18:06
Bir öyküdür bu, Türkçe sevdalılarının gerçek bir öyküsü.
Ülkemden binlerce kilometre uzakta, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Cape Town şehrinde, Türk kolejinde göreve başlamıştım. İlk günler çevreyi ve toplumun yapısını tanımak için oryantasyon eğitimi almıştık. Ama bu benim için yeterli olmamıştı. Bir anda bütün şehri tanıma isteğimden dolayı; kah otobüsle, kah taksiyle, kah metro yoluyla bazen de yürüyerek durmadan dolaşıyordum. Burada her şey yabancıydı bana. Yabancısı olduğu bir şehrin, kaldırımlarındaki taşlar bile yabancı gelirmiş insana.
Şehrin kaldırımlarında yürürken içim burkuldu. Benim inançlarıma, kültürüme dair bir belirti arıyordum şehrin her köşesinde. Ama bulamıyordum. Buradaki kara derili insanların, diğer Afrika ülkelerindeki insanlara göre zenginleşmiş olduklarını gördüm. Yıllar önce bu ülkenin kömür ve elmas madenlerinin zenginliğini keşfeden İngilizler, bu ülkenin kaynaklarını uzun süre sömürmüşler. Bunu yapmadan önce de önce Hıristiyanlaştırmışlar bu insanları.
Ellerine İncil’i verip, ellerinden topraklarını almışlar. Birçok farklı kabilelerden oluşan bu insanların aralarındaki ayrılıkları kavgaya dönüştürerek, onların zenginliklerinden faydalanmışlar. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra uyanmaya başlayan bu topluluklar nice zulümler görüp nice canlar vermişler özgürlükleri uğruna.
Şehrin sokaklarında dolaşırken bütün bunlara rağmen İngilizlerin galibiyetlerine şahit oldum. Herşeye rağmen; dillerini, kültürlerini ve de en önemlisi dinlerini kabul ettirmişlerdi bu insanlara. Bunu şehrin her köşesine kurulmuş kiliselerden ve günün belli saatlerinde şehrin semalarında yankılanan çan seslerinden anlayabiliyordum. Oysa şimdi bu semalarda ezan sesleri yankılanmış olsaydı bu kadar yabancı hissetmezdim kendimi bu şehre.
İngilizlerin buradaki toplumun yönünü nasıl değiştirdiğini görünce içimde Osmanlı’ya karşı biraz sitem oluştu.
‘’Ecdadım, dedim, sen dünyanın hakimiyken İngilizler okyanusun öbür ucundan buralara gelmiş de sen neden gelmedin? Merhametin İspanya’da zulüm gören yahudilere kadar uzanırken neden buralardaki, bahtları da derileri gibi kara olan insanlara el uzatmadın? İngilizler bu insanların madenlerine daha kolay sahip olabilmek için, dinlerini anlattı buralarda. Ama senin en doruk gayen zaten Din i Mübin’i yeryüzüne yaymak değil miydi? O halde neden ihmal ettin buraları? Eğer sen daha önce buralara gelebilmiş olsaydın, bizlerin işi daha da kolay olurdu.’’
Kaldırımlarda cevabını bulamadığım bu sorularla yürürken adımlarımı daha da sıklaştırdım. Osmanlının yüzyıllar önce yapması gereken görevinin sorumluluğunu hissettim omuzlarımda. Ne kadar ağır bir yükün altında olduğumu düşündüm.
Birden; mimarisi, iklimi, hiç de buralara uymayan küçük bir yapıya takıldı gözlerim. Caddenin karşısına geçip, yapının yanına ulaştım. İlginçti, hem de çok ilginçti. Bu yapı bir türbeydi. Üzerinde arap ve latin harfleriyle yazılı bir kitabe vardı. Türbenin önünde dua okuyan bir zenci vardı. Ben şaşkın nazarlarla türbeyi süzerken, dua eden zenci şaşkınlığımın farkına varmasından mı yoksa türbeye ilgi göstermiş olmamdan mı bilinmez, yanıma yaklaşıp tebessüm ederek selam verdi. O beni görünce sevinmişti belki ama buralarda selam veren bir müslümanla karşılaştığım için benim sevincimin tarifi imkansızdı.
İngilizce olarak anlaşmaya başladık. Ama kullandığımız başka ortak bir dil daha vardı o da İslam. Dua etmesinden onun müslüman olduğunu anlamıştım. O benim müslüman olduğumu öğrendiğinde bir hayli mutlu olmuştu. Hele Türk olduğumu söylediğimde boynuma sarılması yok muydu, doğrusu çok duygulanmıştım. Gönlümüzü karşılıklı aktardıktan sonra, şaşkınlığımı ifade ettim.
‘’Cahilliğimi mazur görünüz ama bu ülkede zenci bir müslüman göreceğimi hiç zannetmiyordum. Üstelik böyle bir türbeyle karşılaşacağımı hiç zannetmiyordum. Rica etsem bu türbenin hikayesini bana anlatabilir misiniz. Burada yatan kimdir yoksa bir sahabe mi?’’ dedim.
Öyle ya, sahabe olma ihtimali yüksekti zira sahabe efendilerimizin yüzde doksanı doğduğu topraklarda ölmemişlerdi. Hak ve hakikati anlatmak için dağılmışlardı yeryüzüne. Onlardan sonrakiler de böyle yapsalardı bugün yeryüzünde hangi rengin insanı İslaml’a şereflenmemiş olurdu ki?
Zenci, kendisini bu türbeye vakfetmiş bir türbedâr edasıyla anlatmaya başladı:
‘’Burada yatan bir Osmanlı Paşasıdır. İngilizler buraya gelip toplumumuzu hıristiyanlaştırmaya ve zengin maden yataklarımıza sahip olmaya başladıklarında Osmanlı, bir Paşasını buraya görevli göndermiş. Ne var ki bunu hazmedemeyen İngilizler, Osmanlı paşasını esir alıp işkence etmişler. Zamanında şehrin çok dışında olan bu türbenin bulunduğu yere getirip daha önce bazı muhalif zencilere yaptıkları gibi, ellerini arkadan bağlayarak belden aşağısını toprağa gömmüşler. İngilizler halkı da bundan haberdar etmişler. Bu yolla Osmanlılardan uzak durmaları için halka da göz dağı vermek istemişler.
Adam, bunları anlatırken gözbebekleri büyümeye elleri titremeye başlamıştı. Sanki o ânı yaşıyor gibiydi. Devam etti:
Sonra, paşanın başından aşağı şekerli şerbet dökmüşler. Toprak üstünde kalan her yerine sıvamışlar şerbeti. Ve kızgın güneşin altında karıncalara ve böceklere terketmişler. Ona tarihin en aşağılık ölüm şeklini reva görmüşler.
Paşa, vakur tavrını hiç bozmamış. Ne ingilizlere yalvarmış ne de böcekler vücudunu kemirmeye başladığında çığlıklar atmış. Yalnız acılarından olsa gerek, sessizce birkaç damla gözyaşı döktüğünü görmüşler. İnsanlar aynı akıbeti yaşamaktan korktukları için günlerce yaklaşamamışlar paşanın cesedinin yanına. Sonra sırf bu olaydan dolayı İslam’ı araştırıp müslüman olmuş bazıları. Ardından da yıllar sonra Paşa’nın anısına buraya bir türbe yaptırmışlar.’’
Anlatılanlardan sonra kanım donmuştu adeta. Paşa’nın gözyaşı döktüğü yere gözyaşlarımı dökmekten kendimi alamadım.
Sanki gün kararmış da, şimşekler düşüyordu bulunduğum yere. Hemen orada, gözlerimin önünde, görüyor gibi oluyorum paşanın gözyaşlarını. Yavuz’u hatırlıyorum, Fatih’i hatırlıyorum. Akıncılar geçiyor gözlerimin önünden. Yitirdiğimiz ruhumuzu...
Acı ruhuma değmişti. Yüz kaslarım gerilmişti. Sonsuz bir boşluğa gömülmüştü gözlerim.
Meğer burada bir dağ varmış da ben görememişim. Ama dağ olmak yetmezdi. Dünya olmak, evren olmak gerekti. Hak yolunda hizmet etmek, dağ olmaktı. Sonra yanıp yanıp kül olmaktı bu sevgi yolunda. Paşa yanmıştı. Ama o alevin içinde toprağa bıraktığı birkaç damla gözyaşı, filizlenip yeşillenmişti. Allah, hiç kendisini umut ederek yere düşen bir su damlasını semeresiz bırakır mıydı? O halde gözyaşı dökmek gerek. Alev olmak gerek. Alev olup gönüllere girmek gerek. Sonra su olup, yürümek gerek gönüllere.
Hizmet etmek; Hakk’ı, halkı sevmektir. Sevmek ölmektir. Paşa gibi ölmesini bilmektir. Sevgili için yasamaktır sadece. Onun eli, kolu, gözü, kalbi olmaktır. Sevmekten ölürken tekrar var olmaktır o sevgiden.
Osmanlı Paşası da öyle olmuştu. O, ölürken tekrar var olmuştu. Belki daha nice ölmeler olmalıydı ki daha nice dirilmeler olabilsindi.
Akşam olmak üzereydi. Uykusuna çekilen bu şehrin, bana güven telkin eden yegâne yapısı bu türbeydi. Bu aç ve doyumsuz karanlıklara başkaldıran tek o vardı. On binlerce insanın yıllar boyunca bedenlerinde son nefeslerini verişlerine tanık olmaktan yorulmuş gibiydi. Gözlerimi silip yeni bir nazarla baktım Paşa’nın türbesine. Heybetli kabrinden sanki bana ‘hoş geldin yiğidim’der gibi gülümsüyordu.
Huzurundan ayrılırken; ‘’Ecdadım’’ dedim, ‘’kendimi bu şehirde yalnız hissedince senin görevini îfa edemediğini düşünüp su-i zanda bulundum bir an, affeyle.’’
İçten bir fatiha gönderdim Paşa’ya. Huzurdan saygıyla ayrılırken, zenciye teşekkür ettim.
Artık bu şehir bana, o kadar da yabancı değildi. Görev yaptığım okula doğru daha bir gayretli, daha bir azimli, daha bir hızlı yürümeye başladım.
Arifhan AKPİNAR / Haber 7
arifhanakpinar@hotmail.com
Yorumlar1