Bir Köy Enstitülü öğretmenin anıları

1940-1953 arasında 21 enstitüden tam 17 bin kişi mezun oldu. Onlar hep 'İsmet İnönü'nün çocukları' olarak tanındılar. Öykümüzün kahramanı İnönü'nün en aykırı kızı...

Bir Köy Enstitülü öğretmenin anıları
Bir Köy Enstitülü öğretmenin anıları
GİRİŞ 20.01.2006 23:45 GÜNCELLEME 20.01.2006 23:45

Yaşar İliksiz'in haberi

Hazırlıkları 1935’te başlatılıp 1937’de denemesine girişilen ve 1940’ta yasallaşan Köy Enstitüsü sistemi; Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin aydınlanma ve eğitim alanında öngördüğü en özgün, en çok ses getiren ve en çok tartışılan uygulamasıydı.


1940-1953 arasındaki 13 yıl boyunca 21 enstitüden tam 17 bin kişi mezun oldu. Öykümüzün kahramanı olan Huriye Saraç işte o 17 bin kişiden birisi olarak hüzünlü yaşam öyküsü ile bu tartışmaların kaynaklandığı yıllara ve siyasi ortama çok ama çok farklı bir ışık tutuyor.  

ÇALIKUŞU FERİDE'DEN DAHA DRAMATİK BİR ÖYKÜ

Yetkin Aröz'ün 'kayayı delen tohum' olarak nitelendirdiği Huriye Saraç ya da babasının ona seslendiği isimle 'Öğretmen Benisa'nın hayat hikayesi Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu'ndan daha dramatik ve daha etkileyici bir içeriğe sahip.

Afyon Emirdağ'ının Aslan Köyünde 1930'lu yıllarda dünyaya gelen Öğretmen Benisa, ikisi kız beş kardeşin ortancalarından. Annesini çok küçük yaşta kaybeden Huriye Saraç, roman kahramanlarına taş çıkartan birbirinden kötü iki ayrı üvey ana elinde, acı ve merhametsizlik içinde büyüdü. Köy enstitüsü onun için üvey ana elinden ve merhametsizlik ortamından kısmi bir kurtuluş vesilesi oldu.


Ama onun çılesi sadece üvey ana elinden değil içinde bulunduğu sosyal koşullara da koşut olduğundan öğretmenliği döneminde bile sıkıntı ve acı dolu günler geçirdi.


KARİZMATİK BİR BABA

Huriye Saraç'ın babası 5 vakit namaz kılan ama imam ve cemaat ile uyum sağlayamayan enterasan bir kişilik. Özellikle kızını eğitim enstitüsünde okutma konusunda hayli cesur ve fedakar bir yaklaşım sergilerken, zaman zaman gelenekçi davranışlarıyla da farklı bir kişilik sergiliyor. Çok partili döneme geçiş sürecinde Demokrat Parti'nin ocak başkanları arasında yer almış olması onun muhafazakar yanının en somut göstergesi.

Öte yandan kızına seslendiği Benisa adının askerlik yaparken gönül verdiği üç genç kızın baş hecelerinden oluşuyor olması da hayli çapkın ve karizmatik bir kişilik olduğunu gözler önüne seriyor. Zaten eşleri öldüğünde çok rahatlıkla yeni bir evlilik yapabilmesi onun renkli kişiliğini izaha yetiyor.

YAKIN TARİHE IŞIK TUTAN ANILAR


Huriye Saraç bugün 76 yaşında fedakar bir öğretmen ve anne olarak yazarlığa adım attı. O herkesin bir solukta okuyabileceği sürükleyici bir roman yazdı. Ama yazdıkları bir edebiyat eseri olmaktan çok dah önemli çünkü o hayatının romanın yazan ender yazarlardan...


Huriye Saraç'ın anıları Türkiye'nin çok partili döneme geçiş yıllarında çekilen sancıları oldukça farklı bir bakış açısı ile gözler önüne seriyor. Usta kalem ve sivil toplum örgütlenmesinin önde gelen isimlerinden Yetkin Aröz'ün düzenleyerek yayına hazır hale getirdiği anılar, Öğretmen Benisa adıyla Broy Yayınevi tarafından kitaplaştırıldı... Öğretmen Benisa her sayfasında roman tadı duyacağınız gerçek bir hayat hikayesi. Ama dramatik bir öykü olmanın ötesinde yakın tarihin en tartışmalı döneminin canlı bir tanığı...


Üstelik alışılageldik 'Köy Enstitülü' imajının hayli dışında 'aykırı' bir kişilik olması hasebiyle Hüsniye Saraç'ın anıları daha da ayrı bir önem arz ediyor. Saraç okullara ne devrimcilerin ne de muhafazakarların açısıyla bakıyor. O bir 'köylü kızı' olarak kalabilmenin gururu ile satırlara döküyor yaşadıklarını. Aşağıdaki röportajda bu farkı bakın kendi diliyle nasıl anlatıyor Huriye Saraç:

HURİYE SARAÇ HABER7'NİN SORULARINI YANITLADI

> Sayın Saraç, Öğretmen Benisa’yı dört yüz sayfaya yakın olmasına karşın hiç zorlanmadan okudum. Bir anı roman akışı içinde anlatılanlar son derece yalın bir gerçeklikte. Acının ve sabrın, güzel günlere özlemin özsuyu sinmiş bütün satırlarına. Kimi yerlerde tutamadım kendimi...
> Herhalde sevinmem gerek… Buruk bir mutluluk bu. Ama yine de çok güzel. Yaşanmışın bile yazılırken ne acılar ne hüzünler verdiğini, ne gözyaşları getirdiğini anlatamam. Kitabı yayına hazırlayan, baştan sona emek veren, adeta benimle birlikte yeniden yaşayan Yetkin Aröz’ün şair birikimi, duyarlı kişiliği olağanüstü örtüştü bu yaşam öyküsüyle. Önsözünde de değindi bu olguya.

> Evet, önsözde var ama, biraz daha ayrıntı soracağım. Öyle görülüyor ki, anlattıklarınız bir film karesi gibi şerit şerit sarılmış belleğinize, ayrıntıları bile unutmamışsınız. Bir yetenek olduğu kuşkusuz.


Peki, bütün bunlar bu denli beyninizde yazılıydı da neden bunca beklediniz. Ancak yetmişli yaşların ortalarında okurla buluştunuz?


> Ölüm döşeğindeyken söz vermiştim babama. Ona, “Bütün bu yaşadıklarımı ve yaşadıklarımızı, çektiklerimizi anlatacağım, hiçbir anını unutmadım” dedim, ağlayarak. Yaşlılığın ve hastalığın verdiği acının ağırlı altında o da ağlıyordu durmadan. Ölmeden önce ellerimi tutarak, “Bana söz ver” dedi, “ancak ben öldükten on beş yıl sonra yazacaksın bütün bunları.. Artık beni tanıyan kimse kalmamış olsun. İstemesem de, yaptıklarımdan büyük bir acı ve keder duyuyorum.” Söz verdim.

1985 yılında yanımda öldü babam. İki binli yıllarda kağıtlara dökmeye başladım. Yaşamımın anlamı ve nedeni oldu yazmak. Bütün bu çekilenleri herkes bilsin istiyordum. En yakınlarım, oğlum bile çok azını biliyordu, çoğunu da eksik ya da yanlış duymuştu. O günlerde yurt dışından yenilerde dönüş yapmıştım. Eski dostlarımn nerelerde olduklarını bilmiyordum, çoğunu yitirmiştim. Çiftteler Köy Enstitüsü Mezunları Gününe katıldığım bir gün de, birazını görebildim. Orada bizden öncekilerden Mehmet Cimi’yi tanıdım. “Tonguç Baba” ve “O yıllar Geri Gelse” gibi kitapları yazmıştı. Ondan yardım istedim. Yardımcı oldu, sonra, yakın arkadaşı Yetkin Aröz’le tanıştırdı.

> “Öğretmen Benisa” ya dönelim isterseniz… Çok küçük yaşlarda annesiz kalmış beş kardeş. En büyüğü 8-9 yaşında.. Üvey analarla onlara iki kardeş daha ekleniyor. Yeni gelenle, yedi kardeşlerin çekileri ve başlarına gelenler, bir ünlü yazarımızın dediği gibi, anlattığınız üvey ana tipi, dünya edebiyatına girecek denli edebi kimlik….
Burada bir Köy Enstitüler olgusu var. Notlarıma göre, 1941’de açılmış köyünüzde okul. Üç yılda bitirmişsiniz. 1944’de Çiftteler Köy Enstitüsü, 1951’de ilk öğretmenlik. Romanın bir bölümünü içeriyor bu yaşam öyküsü.
Bilirsiniz, Köy Enstitüler eğitimimizin kırsala açılan en idialı ama en tartışmalı atılımıdı. Pek çok öğretmen ve ünlü yazarlar yetiştirmiştir. Sayıları giderek azalıyor bile olsa o yazarlare diriliklerini bugün de sürdürüyorlar. Bu konuda yazılanları, çok iyi biliyorum, ilk önce onlar ince elek eleştiriden geçirirler. Onlar ne dedi, nasıl eleştiriler aldınız? Özellikle çektiklerinizi, katlanmalarınızı nasıl karşıladılar?


> Şöyle anlatayım. Broy Yayımevi’nin değerli sahibi Seyit Nezir ve Yetkin Aröz büyük bir çaba gösterdiler. Yayımcımız bir kalp krizi geçirdi, bir süre hastanede kaldı. Ama bu arada, Talip Apaydın, Başaran, Mahmut Makal, Pakize Türkoğlu, Bahattin Fırtına, Mehmet Cimi gibi dostlara, ustalara ilk elden gönderdik. Eleştiri, övgü ve şaşkınlık aldık. Bir iki tarih yanlışı dışında, son derece akıcı, sürükleyici bir roman tadında olduğunu söylediler. İkinci bölümünü beklediklerini eklediler. Kıvandırıcı sözlerdi söyledikleri.


Eleştirilere gelince, hemen hepsi topluca çizdiğim öğretmen kişiliğimi oka tuttular! Hakları vardı. Bu eğitimden geçmiş bir öğretmenin bu denli katlanmacı ve kişiliksiz davranmış olmasına inanamadılar. Kimi ağabeyler “ruhsal” çözümlemelerde bulundular giderek. Adeta, üzülerek söylüyorum, çizdiğim görüntü Köy Enstitülü kimliğine yakışmıyordu. Aykırıydı... Bütünüyle katılıyorum onlara, ama gerçek bu.


Köyü yaşamış olan, direnmenin ve kavganın en soylusunu yapan eğitimcilerin geriye dönüp, 1940’lı koşulların Anadolu’sunu, hele de Afyon’un Emirdağ’ının bir köyünü, oranın kıraç-kılıç koşullarını anımsamalarını dilerdim. Ben böyle yaşadım. Köy Enstitüsü ruhunun, aydınlanma ateşinin günü geldiğinde başkaldıracağını, engelleri aşacağını, bugünlere geleceğini severek okuyacaklar ikinci kitapta…


Aslında bu bir Köy Enstitüsü romanı değil. Romanın içinde kalan bir yetişme dönemi. Ondan sonrası bir uzun yaşam çizgisi. Belki de Köy Enstitüleri’ni başa geçirmemeliydim, öne çıkarmamalıydım. Bilemiyorum şimdi…bir yaşamdan söz ediyorum ben, o yaşamın içinde onlar da var. Ben de soluk alıp veriyorlar bugün de…

> Hazır sırası gelmişken soracağım iki soru var: Birincisi, 1946 seçimlerinde CHP’ye oy istemek için sizin sınıfın öğrencilerinin köylerine gittiğini yazıyorsunuz, nasıl oldu bu? Bunu açar mısınız bir tepki aldınız mı bu yazdıklarınızdan?


İkinci sorum da şu: Hep eleştiri konusu olmuştur, beraberinde bir yığın dedikodu getirmiştir, romanda var ama, bir de siz söyleyin: Kızlı-erkekli eğitim o yıllarda nasıldı, okulun ayrı ayrı yatakhanelerinde hiç sorun yaşandı mı?

> 1946 seçimlerinde, bizim birinci sınıfın (yani ortaokul, 14-15 yaşlarında idik) okullarımız kapanmasın telaşı ile köylerimize gönderildik. CHP’ye oy isteyecektik. Elimiz boş döndük. Babam, zaten DP’nin ocak başkanıydı. Dostların uyardılar. Tarihi yanlış yazmıştım. Genellikle de böyle bir şey yaşamamışlar. Biz yaşamıştık. Yazmakta sakınca görmedim. Sadece gerçeği yansıtmak istedim.

Okulumuzda, yazdığım gibi çok sıkı bir disiplin vardı. En küçük bir yanlış da ilişiği kesilirdi öğrencinin. Düşünün bir, o yıllarda Anadolu köyünden gelmişsiniz. Cinsellik bir gizli yasak. Düşlerinize bile giremezdi. Kendi aramızda konuşamazdık bile. Tek amamız okumak, yazgımızı değiştirmek, kendimizi ve anamızı, babamızı, kardeşlerimizi kurtarmaktı. Onun için öğrenciler arsında hiçbir ilişki yaşanmadı.


Arkadaşlarımın hemen hepsi sonradan “yabancı” kişilerle evlilik kurdu. Yatakhanelere gelince, bizimkilerle arasında en az bir km. Yol vardı. Hepsinin başında da sınıf öğretmenleri. Çok iyi denetlenirdi. Öğrenciler yönetimde sorumluluk alır, demokratik yoldan birbirlerini denetlerdi. Tam bir kardeşlikti yaşadığımız.

> Bir şey daha sorayım, dinle ilgili bir sorun yaşanıyor muydu? Namaz kılmanın hor görülmesi filan…
> Nasıl anlatmalı, köyden geldik hepimiz. Köyde hocaların verdiği din eğitimiyle yoğrulduk. Namazı, okumayı evimizde olağan bir şekilde yaşadık. Hiç mümkün müdür, bu duyarlıkları yüreğinde taşıyan çocuklara aykırı telkinlerde bulunmak? Hayır, hiçbir zaman olmadı.


Aldığımız eğitim Mustafa Kemal’in akıl ve bilim aydınlığı idi. Karşı olunan dinimizi karartan kör inanışlardı, yobazlıktı. Namaz kılana karışıldığını hiç görmedim. Ama kılan da olmazdı pek. Örneğin ben, bugün de namaz kılarım. O, Allah’la benim aramdaki ruh huzurudur.

> Öyle anlaşılıyor ki, romanın ikinci kitabı da hazır…
> Hazır sayılır. Sayın Aröz’ün önsözünde sözünü ettiği iki yıllık uğraş içinde onlar da tamamlandı sayılır. Küçük düzeltmeleri kaldı, yayına hazırlama noktasında. Önümüzdeki aylarda baskıya girmiş olacak romanın ikinci bölümü..

> O zaman şöyle sorayım, ne yapıyorsunuz, yeni çalışmalarınız var mı?
> Evet, Romanın devamı anlamına gelecek, ama farklı bir biçimde kurguladığım bir hazırlığım var. “ Anamın Mirası” adını verdim ona. Ne kadar ömrüm var, bilmiyorum. Fakir’in dediği gibi beynim ve ellerim çalışırsa yazmayı sürdüreceğim. Çok geç kaldım ben. Yine de sızlanmıyorum, bugünlere kavuşmuş olmak bile mutluluktur benim için.

> İzninizle bir konuyu daha sormak istiyorum. Kitap çıktığında aile çevreniz, yakınlarınız ve de yurtdışında yaşayan oğlunuz nasıl karşıladı? Tepki aldınız mı onlardan?


> Anlatayım. Oğlum bir arkadaş gibidir. Yüreği anasına hep açıktır, anasının ki de ona. Güç verdi bana. “Utanacak birisi varsa, birileri varsa, o da sen değilsin!” dedi. Kardeşlerim, çocukları, torunları ve soyumuz sopuz genel olarak susmayı yeğledi, az tepki verdi, yeğenlerin bir bölümü yüreklendirdi. Ağabeyim ve kardeşlerimin bir kaçı sağ değil. Öbür kardeşlerimden “Bizi rezil ettin, keşke adlarımızı bütünüyle değiştirseydin! “ diyenler oldu. Hepsini not aldım. Ama hep şunu söyledim: “Yazdıklarım yanlış mı, doğru mu? Doğruysa, çektiklerime bir şey demiyorsunuz da, bütün bunları yazınca mı kızıyorsunuz, suçluyorsunuz beni!”

> Başarılarınızın devamını diliyoruz. Emeğiniz övgüyü, saygı ve sevgiyi hak ediyor. Çok önemli bir görev yaptınız, edebiyatımıza yeni bir güzellik kattınız. Teşekkür ederiz.
> İlgi ve yardımlarınıza ben teşekkür ederim.

KÖY ENSTİTÜLERİNİN AMACI VE TARİHİ SÜRECENİN KISA BİR ÖZETİ


'Biz, istiklal mücadelesinden itibaren sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri köylere götürecek adam yetiştirmek isteriz. Çünkü ümmet devrinin böyle bir adamı vardır. Bu, imamdır. İmam, insan doğduğu vakit kulağına ezan okuyarak, vefat ettiği vakit mezarının başında telkin verene dek, doğumundan ölümüne kadar bu cemiyetin manen hakimidir. Bu manevi hakimiyet maddi tarafa da intikal eder. Çünkü köylü hasta olduğu vakit de sual mercii imam olur. Biz imamın yerine, köye devrimci düşüncenin adamını göndermek istedik.' sözleriyele yapıyordu dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, Köy enstitülerinin savunmasını.

17 nisan 1940’ta kabul edilen, 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu’na göre “Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere, ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Maarif Vekilliğince köy enstitüleri açılması yasal hale gelmişti.

Yasa hükmüne göre enstitülerin görevi sadece köy öğretmeni yetiştirmekle sınırlı olmayıp öğretmenle birlikte sağlık görevlileri, teknisyenler ve diğer meslek elemanlarını yetiştirmekti.

Projenin amacı köyden gelen yetenekli çocukları, tam donanımlı olarak yetiştirdikten sonra, tekrar köylere göndererek geride kalanları eğiterek ülkenin okuryazar düzeyini artırmaktı.

Ama gerek o günün şartlarında bu okullarda yapılan eğitimin gelenek ve inançlarla ters düştüğü iddiaları, gerekse CHP kadrolarının bu okulda yetişenleri doğal bir savunucusu gibi görüp, öğrencileri dahi köylerde propaganda için kullanmış olması, bu sistemi büyük bir siyasi polemik konusu yapmaya yeterek bir kaosun içine soktu.


İlerici - gerici tartışmalarının arasında Demokrat Parti döneminde köy enstitüleri kademeli olarak ortadan kaldırıldı. Muhafazakar ve Devrimci pek çok kalemşor arasındaki 'kan davası' o günden bu yana hız kesmeden sürüyor...

Köy Enstitüleri kavgası bugün dahi muhafazakar ve devrimci söylemlerle devam ederken, Huriye Saraç, herkesi, her iki kesimden ayrı bir noktadan bakmaya çağırıyor. Ve tartışmalara ışık tutacak örnek bir Türk Öğretmeni olarak herkesi anılarını okumaya davet ediyor:



ÖĞRETMEN BENİSA

Yaşayan ve Yazan: Huriye Saraç
Yayına Hazırlayan: Yetkin Aröz


Yayınevi: Broy

İletişim ve detaylı bilgi için: Broy Yayınevi Mis Sk. No:17/1 Beyoğlu
Telefon: 0 212 - 243 67 78 Faks: 0 212 249 54 6
Elektronik Posta: yetkinaroz@yahoo.com

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Türkiye'den 36 milyar TL'lik görüşme! ABD'den açıklama geldi
Flaş gelişme! Beşiktaş, Nuri Şahin'le masaya oturuyor!