İskender Pala: Roman benim için vasıta

Yazar İskender Pala, son romanı Azdahak'ı anlattı. Ortadoğu ve Filistin'de yaşanan soykırıma dikkati çeken Pala, "İnsanın duyarlılığını artırmka için roman bir vasıta" dedi.

İskender Pala: Roman benim için vasıta
İskender Pala: Roman benim için vasıta
GİRİŞ 17.02.2025 15:10 GÜNCELLEME 17.02.2025 15:10

Azdahak, İskender Pala’nın mitoloji, tarih ve edebiyat birikimini harmanladığı; Doğu kültürüne özgü zengin efsaneleri ve sembolleri modern roman formunda aktardığı son kitabı. İskender Pala’nın güç, zulüm, adalet, iktidar gibi temaları geçmişin efsanelerinden yola çıkarak yorumlaması, kitabı okurun zihninde günümüzle de ilişkilendirebileceği bir metne dönüştürüyor. Azdahak romanını Pala ile konuştuk.

Son romanınız diğer romanlarınızda olduğu gibi tarihi bir roman ama bugünün insanına çok şey söylüyor. Romanınızı kurgularken nasıl bir süreçten geçiyorsunuz?

Bir romanı yazmaya başlamadan evvel, anlatacak bir derdim ve sancım olur. Okuyucuma bunu nasıl aktaracağımı düşünürüm; esas meseleyi ve yöntemi belirlerim. Roman benim için bir vasıtadır. Bugün Ortadoğu’da ve özellikle Filistin’de yaşanan, soykırım boyutuna varan kötülüklere dikkat çekerek daha fazla insanın duyarlılığını artırmak için kullandığım bir vasıta. Anlatacaklarım için en uygun hikâyeler neler olabilir diye araştırırken, Firdevsi’nin Şehnamesinde geçen Azi-Dahaka efsanesini meramıma uygun buldum ve efsane üzerine çalışmaya başladım. Kaynağının Hint mitolojisine dayandığını, Uzak Doğu’da Az-Zahak ismiyle anıldığını, bizim coğrafyamızda mesela Kürt geleneğindeki Kawa efsanesiyle örtüştüğünü gördüm. Böyle bir efsane hem tanıdık hem yeni farkındalıklar oluşturabilecek bir anlatıya dönüşebilirdi. Ben bunu yaptım. Hikâye dünya çapında bilinen ve farklı kültürlerde karşılık bulan bir anlatı. Eğer sancılarımı okuyucuya aktarabilir, geçmişin kötülüklerinin bugün Ortadoğu’da nasıl daha da şiddetlendiğini gösterebilirsem amacımı gerçekleştirmiş olacağımı düşünüyorum.

ZİHİNDE SORU BIRAKMAK ÖNEMLİ

Bu sözleriniz bana Mahmud Derviş’in “Şiir bir savaş uçağını düşüremez ama pilotun kafasını karıştırabilir.” sözünü hatırlattı.

Evet. Entelektüelin görevi de bu zaten. Birinin dünyasına doğrudan müdahale etmek yerine zihnine bir soru işareti bırakın. O soru işareti, sonunda uykularını kaçırır ve onu uyandırır. Münevverin sorumluluğu, pilotun uçağına değil, zihnine müdahale etmektir.

n Kesinlikle. Ben de romanı bitirdiğimden beri soru işaretlerinin etkisindeyim. Özellikle Evanjelistlerle ilgili belgesel, film aradım fakat çok az kaynak var.

Bunlar zaten gizli ezoterik yapılar, fazla bilgi bulunamayabilir. Bununla ilgili Geride Kalanlar diye bir film var, Nicolas Cage oynar. Hollywood, Evanjelizmi cazip göstermek için büyük yatırımlar yapmış. Filmi izleyen biri, “Evet, bu mümkün olsun” diye düşünebilir. Bu düşünceyi meşrulaştırmak için harcamayacakları para, kullanmayacakları güç ve yapmayacakları zulüm yok. Filistin’de, Gazze’de bunu açıkça görebiliyoruz ve ne yazık ki dünya buna sessiz kalıyor.

Bu bir çeşit mankurtlaştırma sayılabilir mi?

Evanjelizmin bakış açısına göre evet. Mutlak hakimiyeti ele geçirmek için başkalarının iradî varoluşuna yer bırakmamaları gerektiğine inanıyorlar.

Ve bu konuda çok başarılılar. Azdahak’ta da kültür hazinelerine yönelik yağmalara ve kutsal değerlere saldırılara dikkat çekiyorsunuz. Osmanlı el yazmalarının yurt dışına kaçırılmasını anlatıyorsunuz. Bu konuyu hangi tarihsel gerçeklere dayandırıyorsunuz?

Bir milletin iki kişi hariç bütün fertleri savaşta yok olsa o millet yeniden var olabilir. Ama bir milletin bütün fertleri yaşasa ve kültürünü kaybetse o millet, millet olmaktan çıkar. Bugünün savaşları cepheler kadar kimlikler ve kültürler üzerinden de yürütülüyor. Bağdat’ın işgaliyle müzeler ve kütüphaneler yağmalandı, ardından Suriye ve Filistin’de aynı şey yaşandı. Kendi kimliğinizin parçalarını British Museum’da, Bibliothèque Nationale’de ya da Metropolitan Müzesi’nde aramak zorunda kalırsanız; kendi coğrafyanızdaki tarihi ve arkeolojik eserleri gidip başka yerlerde parayla izlemeye başlarsanız, o zaman kendi kimliğiniz zaten yok edilmiş demektir. Mankurtlaşmanız çok basittir.

ROMANLARIMIN GEÇTİĞİ DÖNEMİ İNCELERİM

Romanda tarihî detaylara, kültürel motiflere özel bir önem veriyor olmanız da bununla ilgili öyleyse. Dönemin atmosferini ve zihniyetini canlandıran bu detayları kurgularken nasıl bir yöntem izliyorsunuz?

Tarihi roman okumak, birikiminde bir eksiklik hissedip bunu tamamlamaktan mutlu olan insanların tercihi. Ben de okuyucularımı muhterem kabul eder ve onların beklentilerini boşa çıkarmamak için tarihin her satırını titizlikle araştırırım. Mesleğim gereği Osmanlı tarihini biliyorum ancak romanlarımın geçtiği dönemleri ayrıca incelerim. 16. yüzyılda nelerin konuşulduğunu, 17. yüzyılda gündemde nelerin olduğunu, 18. yüzyılda nelerin değiştiğini kabataslak size anlatabilirim. Bu benim konfor alanım. Ancak örneğin 1514 yılında geçen bir Şah Sultan romanı yazacaksam, o döneme dair okumalarımı artırırım. 1577’yi anlatacaksam, o yılın tüm detaylarını bilmem gerekir. Üstelik sadece gerçek tarihî karakterleri değil, kurgusal karakterleri de o çağa uygun hale getirmeliyim. Onları dönemin ruhuna, giyimine, tavırlarına uydurmalıyım. Bu yüzden de roman yazarken karakterlerime biyografiler hazırlarım. Doğum ve ölüm tarihlerini, fiziksel özelliklerini, huylarını, alışkanlıklarını belirlerim. İyi ya da kötü tüm karakterlerin kim olduklarını bilirim. Çünkü romanda bir karakterin baştaki tavrı, sondaki tavrıyla çelişmemelidir. Bunlar keyifli işler benim için, severek yaparım. Kendime beğendirene kadar uğraşırım, kalbim yazdıklarıma inandığında okuyucuya da kalbimi açarım.

Romanınızı 1577 yılında görülen kuyruklu yıldız olayı etrafında kurguluyorsunuz. Bu tarihsel astrolojik detaya neden özellikle odaklandınız ve dönemin insanlarının kıyamet korkusunu nasıl yansıttınız?

Öncelikle, döneme ait Şecaatname ve Muratname gibi tarihi eserleri, astronomi ve rasathaneyle alakalı modern kaynakları, kronikleri ve dönemin manzum tarihlerini inceledim. İnsanlık için bütün coğrafyalarda olağanüstü sayılacak bir kuyruklu yıldız temaşasının halk tarafından nasıl algılandığını anlamaya çalıştım. Sadece Takiyüddin’in gözlemlerine değil, Danimarka’da Tycho Brahe gibi farklı astronomların ölçümlerine, oralarda halkın tepkisine de baktım. Bu kuyruklu yıldız, meşhur Halley’in seleflerinden biri olarak biliniyor. Romanımın temelinde, Evanjelistlerin gökten bir kurtarıcı geleceğine dair inançları yatıyor. Onlara göre kuyruklu yıldız, gökten bir gemiyle inecek Mesih’in habercisi. Bugün Filistin’de yaşananların temellerini anlamak için, dini saplantıların nasıl şiddet doğurduğunu anlatabilecek en uygun dönem bana göre 1577 idi. Kendi sapkın inançlarına göre cennet beklentisiyle dünyayı cehenneme çeviren anlayışı yansıtmak için, bu tarihî olay romanımın omurgasını oluşturdu. Gerisi detayları ve dönemin okumasını iyi yapmaktan ibaretti.

Kadim anlatıları böylesine yenilikçi bir formda kullanarak modern okuru hangi hakikatlerle yüzleştirmeyi amaçladınız?

Efsane, tarihin öteki yüzüdür. Milletler tarihlerini öğrenmekte tembellik ederse, kendilerine efsaneler yaratırlar. Tarihi gerçeklerden uzaklaştıkça kahramanlık menkıbeleriyle tatmin olmaya çalışırız. Bu yüzden Ergenekon gibi efsaneler, Kurtuluş Savaşı’nda da, 15 Temmuz’da da sizin için bir aksiyona dönüşür, mazlum millete ruh verir, can katar, adı kahramanlık olur. Tarihi efsane ile harmanladığınızda okuyucuyu iki yönlü yakalarsınız; dahası, satırlarınızı sadece bir tarih anlatısı olmaktan çıkarır, bugünün izdüşümüne dönüştürürseniz okuyucuyu ruhundan yakalamış olursunuz. Azdahak’ta bunu yapmaya çalıştım ve efsaneyi tarihe, tarihi de bugüne taşıyacak bir metin oluşturdum. Zannımca okuyucu da bunu beğendi.

Ben beğendim, ama yine de sormak isterim, tercih ettiğiniz bu katmanlı yapı okurun yolculuğunu zorlaştırmıyor mu? Kafası karışan okurlara ne önerirsiniz?

Aksine, okuru zenginleştirdiğini düşünüyorum. Monotonluğu giderecek bir kurgu düşünün. Eski mesnevilerde bin beyit, iki bin beyit boyunca aynı vezin kullanılır, yeknesak, aynı ritmin tekrarı… Uzun bir tren yolculuğunda sürekli aynı sesi duymak gibi, bıktırıcı. Ancak mesnevi yazarları okuyucuyu bu monotonluktan kurtarmak için araya gazel, murabba veya şarkı ekleyerek ritmi değiştirir, bir nefes alanı açar. Ben de romanlarımda tarihi anlatırken efsaneler, hikâyeler ve hatıralarla benzerini yapmaya çalışıyorum, okuyucuya pencereler açıyorum. Okuyucu, hikâyenin temposuna kapıldığında ara sıra nefes almalı. İyi bir eser, bu dengeyi sağlayan reflekslere sahiptir. Bu yüzden katmanlı yapı, eserin okunurluğunu ve ritmini korumak için gerekli.

Tam o gerilimin doruk noktasındayken, Samime’nin kurtarılma sahnesinde mesela birden olay orada donar ve biz Karabarut’la Emanet’in aşkıyla ısınırız. Romanlarınızın vazgeçilmez unsurlarından biri de aşk.

Evet ben aşkı anlatıyorum çünkü hayatım adeta divan şairlerinin arasında geçiyor. Bu bahis bence çok uzun, hiç girmeyelim isterseniz…

Peki! O halde yalnızca şunu sorayım. Azdahak’taki ince, duyarlı aşk öyküsünde karakterler söze dökülmemiş bir bağ kuruyor. Birbirlerine gönül gözüyle bakıyor, ruh diliyle konuşuyorlar. Onların aşkını bir mısrayla anlatmak istesek, divan edebiyatından hangi dizeyi seçersiniz yahut kendi sözlerinizle bu aşkı nasıl tanımlarsınız?

Zor bir soru. Aslında ikisi de Riyazî’nin “Sırrını âşık olan şöyle nihân etsin kim / Duymasın ağladığını dîde-i giryânı bile” beytiyle tanımlanabilir. Şöyle demek: Aşıklık iddiasında olanlar aşklarını öylesine gizlesinler ki yaşarmış gözleri bile ağladıklarını hissedemesin!.. Karabulut'le Emanet'in aşkı da böyle sırlı bir aşk. Yaşadıkları çağ gereği.. Birbirlerine seni seviyorum demeleri mümkün değil. Bir bakış, bir tebessüm, bir kaş işareti, yanağa süzülen bir damla yaş her şeyi anlatmaya kâfi. İçinde görmek olan ama dokunmak olmayan bir aşk… Dillendirilmeden, derece derece yükselerek, update olarak vuslata ilerleyen bir aşk. Aşkından ağlarken bunu gözlerine bile göstermekten çekinen bir âşık. Aşkın tamamı sırdan ibaret…

Son olarak, Azdahak ile, okurun zihninde ve kalbinde nasıl bir duygu bırakmak isterdiniz?

Son cümleyi okuyup kitabı kapatan birinin şu cümleyi kurmasını isterdim: “Okuduklarım bugünkü hadiselere ne kadar da benziyor!.. Gazze’de, Filistin’de, Bağdat veya Suriye’de olup bitenler yoksa böyle bir sapkın aklın eseri olmasın? Velhasıl tarih tekerrürden ibaret ise bugün zulüm tekerrür ediyor. Ve o zulmün önünde duran bir Karabarut’a ve bir Emanet’e ihtiyacımız her zaman olacak.

KAYNAK: YENİ ŞAFAK
İbrahim Can Haber7.com - Haber Şefi
Haber 7 - İbrahim Can

Editör Hakkında

İbrahim Can, 1993'te İstanbul'da doğdu. İnternet haberciliği kariyerine 2011’de başladı. İki yıla yakın küçük ölçekli sitelerde çalıştıktan sonra, 2012'nin Ekim ayında yenisafak.com'a başladı. 6,5 yıl çalıştığı yenisafak.com'da Gündem, Eğitim, Hayat, Dünya, Spor ve Video kategorilerinde çalıştı. Bir süre akşam sorumluluğu yaptı. Son olarak Ana Sayfa Editörü oldu. 2019'un Haziran ayında Haber7'de Gündem Editörü olarak göreve başladı. Hem Haber7 hem de Yeni Şafak'ta kültür sanat, eğitim ve siyaset alanları başta olmak üzere birçok alanda özel haber, infografik ve video hazırladı. Hala Haber7'de Haber Şefi olarak çalışmalarına devam etmektedir.
YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Ruhsatsız silah çetesinden Turabi çıktı!
İsrail askerlerine ‘tersine mühendislik’ pususu... Hamas Gazze'deki yeni taktiği duyurdu