Sibel Kalaycı'nın son köşe yazıları
Çevresinde yaşananları görüncü “hııııımmm, evet kesin bir terslik var” düşüncemi pekiştirdi. Ve bundan böyle, bana, benim dışımda “Sibel çok iyi görünüyorsun” sözlerini yasakladım" diye yazmıştı
Barış Yarkadaş'ın köşe yazısı
Sibel, Nazım’ın şiiriyle veda etti
Gazeteci arkadaşımız, Gerçek Gündem emekçisi Sibel Kalaycı’yı cumartesi gecesi saat 23.00’te kaybettik. Sibel, tam sekiz yıldan bu yana kansere karşı mücadele veriyor, yaşam sevincini bir an olsun bile kaybetmiyordu. Yaşama sıkı sıkıya bağlı olan Sibel, hastalığının ortaya çıktığı ilk günlerden itibaren yakın çevresine moral aşılamaya çalışıyordu.
Öyle ki; kansere yakalandığını nasıl öğrendiğini anlattığı kitabının adını bile sırf bu yüzden “Kansere Gülümsemek” olarak koymuştu. Kitabın yayımlanması Sibel’de büyük bir heyecan yaratmıştı. Çünkü; Sibel için “yazmak” adeta yaşamla eşdeğerdi. Bu yüzden, Kansere Gülümsemek kitabı Sibel’i hayata yeniden tutundurdu. Medyadaki arkadaşlarının verdiği destek ise Sibel açısından çok önemliydi. “Vefasızlığın” kol gezdiği medya, Sibel’e sahip çıkmış, kitabın toplumla buluşmasını sağlamıştı.
Sevgili Sibel’le nasıl tanıştığımızı ‘’Kansere Gülümsemek” (Babil Yayınları) kitabının son baskısında ayrıntılı bir şekilde anlatığım için, burada detaylara girmek istemiyorum. Bu yüzden, Sibel’in son dönemlerini anlatmayı düşünüyorum.
Askerlik görevimi bitirip İstanbul’a döndükten sonra Gerçek Gündem’i kurduk. “Gerçek Gündem’de kimler yazmalı?’’ sorusu ortaya çıkınca, Sibel’e de teklif götürdük. Sibel, bir iki gün sonra “Tamam yazarım, ama düzenli yazamam. Hastalığım yazıları engelletebilir” dedi. Sibel, yine her zamanki gibi açık sözlüydü. Çünkü; yazı sorumluluğunun bilincindeydi. O yüzden, tereddütünü açıkça dile getirdi.
Doğrusu Sibel, gördüğü ağır tedaviye rağmen, yaşama umudunu hiç yitirmedi. Son zamanlarındaki yazılarında hep ölüm olmasına rağmen, dalga geçmesini de bildi. Hatta 13 Ocak tarihli yazısında “Azrail geldi, ama geri gönderdim” demeyi de bildi.
O günden bugüne tam 35 gün olmuş. “Azrail” bu kez Sibel’i bizden aldı. Geriye ise Sibel’in gülümsemesi kaldı
. Tabii bir de yazıları
Sevgili Sibel, son yazısında Nazım Hikmet’in bir şiirinden alıntı yapmış ve okurlarına şöyle seslenmişti:
Sibel Kalaycı'nın son köşe yazısı
Kelin keli yetmezse?
Hani deseler seni en iyi anlatan özlü sözü bul, ne gerek var ki derim, zaten öyle bir söz var: “Kelin keli yetmezmiş gibi bir de üstüne çıban çıkarmış.”
Nasıl ama?
Zaten çoğu ayrıntılarını bildiğiniz durumumun son dönemini şöyle bir özet geçeyim(önce kelin keli yetmezmiş durumu):
Hani, tümölerim sanki Everest Tepesi ile yarışa girişmişler gibi, büyümüşlerde büyümüşler, büyümüşlerde büyümüşlerdi ya. (Gerçi büyümelerine lafım yok ama hiç olmazsa çevre organlara zarar vermesinler değil mi? Ya da madem zarar veriyorlar, bir tabela assınlar:
“İç organlara verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz.”
Yok ama illa kabalık yapacak edepsiz tümörlerim.
Neyse, bir önceki yazımda karaciğer yetmezliği, böbrek yetmezliği, karında asit birikimi, ağrıların dayanma sınırını aşması ve normal ağrı kesicilerin yetersiz kalması üzerine opioid türevi ağrı kesicilere başlangıç, vb. sorunları biliyorsunuz
ŞİMDİ SIRA ÇIBAN BÖLÜMÜNDE
Sağ ayağımdaki düşük ayak tuzak nöropatisiyla yaşamaya tam alışmışken bir gece aniden sol bacağım ve ayağımda sanırım infeksiyona bağlı ödem gelişmeye başladı. Bir ara o kadar şiştiler ki kendi çoraplarımı giyemez duruma geldim. Her tarafım löpür löpür selüleit
Iyyk, ne iğrenç görünüm durumları yani.
Anam haliyle bir ikilemde kaldı. Ya bu soğuklarda çıplak ayak kalarak üşüteceğim ya da babamın çoraplarına el koyacağım. Tabi ki fedakar anam(!) bana öncelik tanıdı, sevgili kızı için kocasını feda etti(!)
Bir de bunun bangır bangır bağırtarak inleten ağrı kısmı var ki (Opioidlerin bile işe yaramadığı) o da ayrı bir iğrençlik tabi
YASAKLANAN SÖZCÜK
Ve bugün hastanedeydim. Sağ olsun ziyaretime gelen tüm dostlar “ooo, Sibel, hasta numarası yapma bize, gayet iyi görünüyorsun” sözleri ile fena gaza gelmiş olmalıyım. Kısa bir süre öncesine kadar,
“ambulans gelmeden sedyeyle beni taşımadan bu evden adım atatam, merdivenlerden inemem” derken bugün, “sorum değil ineriz yaaa” havalarına girdim.
Ama gelin görün ki, hastaneye gitmek için 1. kattaki evimin merdivenlerinden aşağıya bir kolum anamda bir kolum babamda güçlükle başarınca,
“hııımm” dedim, bu işte bir terslik var.
Hastaneye ulaştığımda, daha önceki günlerde asansöre binebilmek için neredeyse birbirini çiğneyecek durumda itiş kakış yaşayan hasta ve yakınları, bu kez beni görünce
“çekilin kenara, hasta için açın asansörün önünü” sözleri
“hııııımmm, evet kesin bir terslik var” düşüncemi pekiştirdi.
Ve bundan böyle, bana, benim dışımda
“Sibel çok iyi görünüyorsun” sözlerini yasakladım
Bu sözcükleri sadece kendim kullanabilirim. Kullanıyorum da:
Tamam son dönemde iyi görünmüyor olabilirim, nolcak yani? Bu benim halen mükemmel ötesi, harikulade üstün biri olmadığı göstermez. Yaşasın ben; zira Nazım Hikmet’in şiiri bundan sonra bana yol gösterecek:
(1)
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947
(2)
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948
Sibel Kalaycı'nın sondan bir önceki köşe yazısı
Ölüm meleği çok öfkeliydi!
Ne geçmişte ne de şimdi aynalarla aram pek olmadı.
Sabah uyanır uyanmaz dişlerimi fırçalar, her daim kısacık olan saçlarımı, suyla ıslattığım ellerimle tarar, işe daha fazla geç kalmamak için evden fırlardım. Bu durum,
-Zaten çok güzelim, ne gerek var süslenip püslenmeye düşüncesinden kaynaklanmadığı gibi,
-Çok çirkinim, ne yapsam düzelmem, düşüncesinden de değildi.
İçimdeki serseri ruha söz geçiremediğimdendi
SARI SARSAR!
Bugün şeytanın bacağını kırdığım günlerden biri oldu. Arada sırada yapıyorum böyle şeyler, bakıveriyorum aynaya. Ama o da ne? Gözlerimin beyazı renk değiştirmiş, sarıya dönüşüvermiş
Sarı renk feci sarsıyor, irkiliyorum.
-Demek karaciğer yetmezliği başladı, diyorum içimden. Hemen anamla babama soruyorum.
-Ne zamandır böyleyim?
Bir hafta kadar önce başlamış, ama bana söylememişler
ÖLÜM MELEĞİ NASIL YOKLAR?
Aslında iki haftadır pek iyi değilim. Uzun süredir aldığım hiçbir kemo işe yaramadığı için karaciğerimi saran tümörler büyümüş ve çevre organlara bası yapıyor. Dolayısıyla da ağrı. Ama öyle böyle değil: Geceleri uykudan uyandıran, yatakta kıvrandıran, ağrı kesicilerin pek işe yaramadığı
Böyle anlarda bir yandan inlerken diğer yandan çaresizlik duygusu sarıyor içimi. Aklıma sık sık, “ölüm, daha mı hayırlı olur” düşüncesi geçiyor içimden. Ama kör şeytan rahat bırakmaz ki insanı
-Kızım bak terk-i diyar eylersen gıcır gıcır botların, haki renkli montların, bol cepli eteğin ne olacak? Duygusu geçiyor içimden. Kendime değil de, giysilerimi henüz yıpratamadığıma üzülüyorum.
Bu düşünceler belki de korkularımdan kaçış yolumdur! Bilmiyorum. Ama şundan eminim, sanki buralara kazık dikmem gerekiyormuş gibi ölümden korkuyorum.
Yakınlarda, güç bela uykuya dalabildiğim gecelerden birinde kabusumda gördüm ölüm meleğini. Sağ olsun tek başına uyuduğum odamda “Yusuf Yusuf” da yalnız bırakmadı beni!
Azrail pek bir feci öfkeliydi. Sanki,
-Yeter artık, seni almak için kaç kez onca yolu tepiyorum, her defasında, biraz daha zaman istiyorsun, bıktım artık senden” der gibi
Korkuyorum, hemen lambayı açmak için ayağa kalkıyorum ki, beni fırlatıp yatağıma fırlatıyor. Yeniden lambayı açmaya yöneliyorum. İzin vermiyor. Yine dua ediyorum:
-Allahım, biraz daha yaşamam için bana izin ver, diyorum.
Azrail ortadan kayboluyor. Kalkıp lambayı yakıyorum.
Ohh be, dünya varmış
Tamam Azrail de bir melek ama ölüm meleği sonuçta, üstelik de çok öfkeli. Galiba çok günahkar olmalıyım!
YENİ BİR UMUT DAHA!
Günceme sararan gözlerimden başlayıp nerelere geldim. Kafam epey karışık olmalı?
Bugün yeni bir kemoya başladım. Tam da, artık kullanabileceğim ilaç kalmamışken. FDA’nın yeni onayladığı Türkiye’de olmayan bir ilaç. Onkoloğum, bir süredir o ilacı kullanabilmem için firma ile görüşmeler yapıyordu. Henüz bir yanıt yok gerçi.
Fakat, bir başka hastaneden çok değerli bir başka doktor, vefat eden hastasının yakınları tarafından kendisine getirtilen o ilaçtan bir kutuyu bana verdi.
(Küçük bir açıklama: Yakınlarını kaybedenler, tedaviye yanıt vermeyenler ilaçlar boşa gitmesin, ihtiyacı olanlar kullansın diye hastanelere iade eder, bu elbette bir zorunluluk değil, vicdani bir karar.)
Bugün ilacı kullanırken artık aramızda olmayan o kadını düşündüm. Onun için de kim bilir nasıl bir umut ışığıydı o ilaç ve kim bilir ne hayalleri vardı yarınlara dair. Belki çocukları da vardı. Ya da sevgilisiyle evlenme hayalleri, işinde yükselme arzusu. Ne bileyim bir ev alma planı ya da güzel bir araba. Gerçi ikinci el ama sağlam bir araba da olabilirdi pekala. Ve şimdi onun için umut olan ilacı ben kullanıyorum. Ama ne yazık ki sadece 21 günlük(yani 1 kürlük)
Bakalım belki ben de ilacı Türkiye’ye getirtebilirim.
MUCİZELERE İNANMAK İSTİYORUM!
Çoğu kez mucizelere inanıyorum. O ilacı bir kürlük de olsa kullanabilmem mucize. Dünya tatlısı doktorlarımın olması, sevgi dolu ailem, dostlarım. Sağ olsunlar, gün boyu telefonlarım hiç susmadı. Sevgi her güçlüğün üstesinden gelen güçlü bir formül gibi.
Şu an da saat 23:00. Karnım, belim ve sırtımın ağrısı çok fazla değil. Oysa sabah yatağımda kıvranıyordum ağrıdan. Bu da bir mucize elbette.
Yarın nasıl olurum bilmiyorum. Ama şu anı yaşıyorum ya bu da bana yetiyor.
(Bu yazıyı aslında http://kanseregulumsemek.blogcu.com web adresli blogum için kaleme aldım. Yani artık benim de bir e-günlüğüm var. )