Afrika'ya vurulan Osmanlı mührü

Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, Osmanlı Afrikası üzerine önemli tespitlerde bulundu. Kızıltoprak'ın ifadeleriyle Afrika'daki Osmanlı:

Afrika'ya vurulan Osmanlı mührü
Afrika'ya vurulan Osmanlı mührü
GİRİŞ 14.07.2014 15:50 GÜNCELLEME 14.07.2014 16:12

Afrika’daki Müslüman Halkları ve İslam Medeniyetini Afrika ve özellikle de Mısır hakkında yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, Afrika’daki Osmanlı hakkında konuştu.

Osmanlı Devleti niçin Afrika’da var olmuştur dersek, neler ifade edersiniz?

Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika ülkeleriyle ilişkisi, Endülüs’ün yıkılması sürecinde başlamıştır. Bölgeyi yeniden Hıristiyan yapmak amacıyla hareket eden “Reconquisita”, Haçlı Seferlerinin İber Yarımadası ve Kuzey Afrika ayağıdır. İspanyolların Cezayir taraflarında Mersâ el-Kebîr, Vehrân (Oran) ve Bicâye’yi ele geçirmeleri, Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki çıkarlarını da tehdit ediyordu. İspanyolların Kuzey Afrika’yı ele geçirme ihtimalleri karşısında ünlü Türk denizcileri Oruç Reis ile Hızır Reis, bu bölgelerde Türk hâkimiyetini tesis etme hedefine yöneldiler. İlk olarak 1516’da Cezayir şehrini Osmanlı topraklarına kattılar. Türklerin bölgeye gelişinden sonra Hıristiyan ilerlemesi durdu. Böylece Afrika’daki Müslümanlar kendilerine bir hâmî buldular. Oruç Reis’in ölümünden (1518) sonra Osmanlıların hizmetine giren Hızır Reis, sağladığı maddî ve manevî destekle Avrupa’dan gelen Haçlı akınlarını başarıyla püskürttü. Osmanlı Devleti ile Fas Sultanlığı arasındaki münasebetler, Kanunî Sultan Süleyman döneminde (1520- 1566) başlamış ve bir süre yoğunlaşarak devam etmiştir. Daha sonraları ise karşılıklı iyi niyet elçileri ve hediye teâtîsinden öteye geçmeyen bu münasebetler, Osmanlı Devleti’nin Cezayir’deki gücü ile orantılı olarak gelişme göstermiştir.

Peki, Afrika’nın içlerinin durumu nedir bu arada?

Uzak ve uçsuz bucaksız İnka ve Moğol İmparatorlukları, kısa bir süre zarfında Avrupalıların eline düşmüştü. Bu imparatorlukların böyle kolay bir şekilde ele geçirilmesine rağmen, Avrupa ile birbirlerine pek çok bölgeden ve yönden daha yakın olan Kuzey Afrika’nın birçok zayıf devleti, neden çok uzun bir zaman Avrupalı sömürgeci güçleri uğraştırdı? Çünkü Ortaçağ’da Kuzey Afrika’nın gücü, saldırıları püskürtmekten daha fazlasına yetiyordu. Emevîler (661- 750), Abbasîler (750-1258), Murâbıtlar (1049-1145) ve Muvahhidler (1146-1248) döneminde Kuzey Afrika, Batılı Hıristiyan dünyasına karşı şemsiye görevini görüyordu. Ne var ki, bu devletlerin zaafı, İspanya’da vandalizmin zirveye çıktığı dönemle aşağı yukarı paralel denilebilecek bir dönemde ortaya çıkmıştı. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Portekiz ve İspanyollara karşı Kuzey Afrika ve Doğu Afrika’da pozisyon almış; bu bölgelerde Endülüs’te yaşanan medeniyet vandalizmi, insan kırımı, kültürel ve dinî hezîmetin, o bölgelerde yaşanmasına izin vermemiştir.

Yukarıda İslam dünyasının Batılı Hıristiyan dünyaya karşı durumuna değinmiştik. Bu duruma bağlı olarak; Osmanlı Devletinin Afrika’daki varlığını, kendisinden önce ve sonra orada var olmuş diğer medeniyetlerle mukayese ettiğimizde ne gibi benzerlikler ve farklılıklar görebiliriz?

Bu sorunuza somut olarak vakıflardan örnek verebilirim: Vakıflar, İslâm’ın yardımlaşma, dayanışma ve paylaşmaya verdiği önem sayesinde, Müslümanların yaşadığı ve hüküm sürdüğü her bölgede dikkate değer sivil kurumlardan biri olmuştur. Bu kurumlar, kadîm uygulamaları sürdüren Osmanlılar zamanında sosyal hayatın her alanında faaliyete geçerek daha fonksiyonel hâle gelmiştir. Memlûk sultanları, Mısır’da her alanda vakıfları işler hâle getirmiştir. Kahire’nin silüetini dönüştürecek şehircilik projelerinde vakıf kurumundan faydalanarak köklü başarılar elde etmişlerdir. Memlûkler zamanında, özellikle Sultan Baybars (1260-1277) devrinden itibaren Mekke, Medine, Kudüs, el-Halil gibi kutsal şehirlerin bakımı, din, eğitim ve belediye hizmetlerinin sağlanmasının yanında, silah fabrikası gibi bazı askerî kurumlar, vakıflardan sağlanan kaynaklarla işletiliyordu. Osmanlı vakıf sistemi; eğitim alanında Selçuklu’daki Nizamiye medresesi uygulamasını örnek aldığı gibi, Fatımîlerin kurduğu el-Ezher ve ondan önce kurulan Zeytûna Medreselerinin geleneğini de geliştirerek yaşatmıştır. Vakıfların gelişmesinde, özellikle aile vakıflarının kurulmasında, Ebû Yusuf’un fetvalarına dayanan Osmanlı vakıf anlayışı, bütün İslâm dünyasında bir ölçüde model alınmıştır. Örneğin Cezayir, Fas ve Tunus gibi Kuzey Afrika topraklarında vakıf kurmak isteyenler, kendileri Şafiî veya Malikî oldukları hâlde, Osmanlıların geliştirdiği şekliyle Hanefî fıkhı esaslarına dayalı vakıflar kurmuşlardır. Vakıf sistemi, Batı’yı da etkilemiştir. Hatta Memlûkler döneminde Mısır’da Hıristiyanların İslâm vakıf usûlünü taklit ederek, kiliseleri için vakıflar tesis ettikleri ifade edilmektedir. Eğitim hizmetlerinin vakıflar tarafından yerine getirilmesi, İslâm devlet geleneğinin hizmet sunma biçiminin bir örneğidir. Devlet; adalet ve savunma hizmetleri dışındaki bayındırlık, eğitim, sağlık vb. kamu hizmetlerini sivil toplum kurumlarına yani vakıflara bırakmıştır.

Önemli bir farkı ortaya koymak için özellikle sorma ihtiyacı hissediyoruz. Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki varlığı ile Avrupa’daki varlığı hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki varlığı; İslâm medeniyeti açısından Amr b. Âs, Ukbe b. Nafî ve Tarık b. Ziyad’dan başlayan, Murâbıtlar, Muvahhidler, Endülüs Emevîleri, Fatımîler, Eyyubîler, Memlûk Sultanlığı gibi kimi zaman güçlerini ortaya koyan devletlerin katkıda bulunduğu bir birikimden sonra başlamıştır. Osmanlı Devleti, Afrika’daki İslâm halklarını ve medeniyetini korumak için harekete geçti. Avrupa’da ise bizzat kendisi bir medeniyet tesis etti. Yeniden şehirler kurdu, adalet ve eğitim sistemini Avrupa’ya taşıdı.

Afrika’daki Osmanlı politikası için, bir nevi koruma ve İslamî varlığın devamını sağlama dersek; Afrika’nın, fiilî olarak coğ- rafyasına dâhil olmayan bölgelerinde, Osmanlı Devleti’nin nasıl bir etkisi vardır veya bir etkisi olmuş mudur?

Osmanlı Devleti’nin, XVI. yüzyıldaki Afrika ve Arap Yarımadası siyaseti, sadece güney sınırlarını güvenlik altına almak üzerine kurulmamıştı. Bundan daha önemlisi, Kutsal Kentler yani Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvere ve adı geçen coğrafyada yaşayan Müslümanların güvenliğini sağlamak idi. Ayrıca, Timbuktu, Kayrevan ve Kahire’de gelişip serpilen İslâm medeniyetini zenginleştiren kültürel, sosyal ve mimarî değerleri korumaktı. Kültürel etkileşim bahsi ise diğer bir konudur. Müslüman devletler içerisinde en güçlü devlet yapısına sahip olan Osmanlı Devleti’nin, Portekiz ve İspanyolların kendi aralarında dünyayı paylaşıp Akdeniz ve Kızıldeniz sahillerinde sömürgecilik yapmalarına izin vermesi beklenemezdi. Osmanlı Devleti “imdat” diyenlerin seslerine kulak vermiştir. Osmanlı Devleti, güçlü olduğu dönemlerde, kendi kendini yönetebilen ve herhangi bir tehdit karşısında zayıf kalmayan devletleri ve emirlikleri ele geçirme gayreti gütmemiştir. Faslılar, Osmanlı Devletinin yardımına ihtiyaç duymadan yaşayabilmişlerdir. Zanzibar, Harar Emirliği ve Darfur Sultanlığı da aynı şekildedir. Bu son ikisi, ihtiyaç duyulunca Osmanlı’ya bağlanmışlardır. Ama hepsi halifelik bağı ile Osmanlı’ya bağlıdır. Osmanlı Devleti, Fas Sultanı’nın halifelik iddiasında bulunmasına rağmen Fas ile de ilişki kurmuştur. Avrupalı güçler karşısında, Fas ile “sen-ben” kavgasına tutuşmaktan kaçınmıştır.

Osmanlı topraklarına dâhil olmayan Afrika coğrafyası, Osmanlı’nın coğrafî olarak gidemediği yerler midir?

Hem doğal olarak gidemediği hem de kendisine ihtiyaç duyulmayan yerlerdir. Bugünkü Somali, Etiyopya ve Kenya topraklarının bir kısmında egemen olan Harar emirliği buna örnek gösterilebilir. Zenzibar Sultanlığı da böyledir. Zenzibar Sultanlığı, Umman Sultanlığı’nın ikiye ayrılmasıyla XVIII. yüzyılın başından itibaren güçlenmiştir. İngiliz sömürgeciler bölgeye gelip faaliyete başlayana kadar etkin olmuş bir devlettir. 1880’li yıllara kadar Darüsselam’dan Uganda’ya kadar yayılmıştır. Osmanlı da Uganda’ya kadar gitmiş, orada durmuştur. Çünkü kendisine o bölgede ihtiyaç yoktur. 19. yüzyıl sonlarında kendisine ihtiyaç duyulduğunda ise yeterince destek olamamıştır, buna gücü yetmemiştir.

Peki, Osmanlı bölgeyle ilgilenmeyi bıraktı mı?

Elbette hayır. Özellikle ticarî ve tasavvufî hareketlere destek vermiştir. İslâm, tasavvufî hareketler vesilesiyle, ticaret ve evlilik yoluyla Afrika’nın kuzeyinde, güneyinde ve iç bölgelerinde yayılmıştır. Örneğin, Tanzanya, Malavi ve Mozambik devletlerinin ortak sınır bölgelerinde yaşayan etnik gruplar arasında İslâm dininin yayılmasına Şâ zeliyye ve Kadiriyye tarîkatına mensup şeyhler ve tüccarlar katkıda bulundu. Zenzibarlı tüccarlar, bugünkü Tanzanya sahilinde bulunan Bagamoyo’dan başlayarak iç bölgelere doğru hareket ettiler. 1860-1895 yılları arasında Tanganika Gölü’nün batısındaki Fizi’den itibaren Kasongo ve Nyangve’ye, Uvira’dan Kirundu, Kisangani ve Katanga’ya kadar geniş bir coğrafyada hem ticaret yaptılar hem de tebliğde bulundular. Bugün hâlâ sözkonusu bölgede Türkî isimli yerleşim birimleri, Moralı, Bursalı, İstanbullu gibi soyadları vardır. Hatırı sayılır bir kesim, kendilerinin Türk kökenli olduğunun bilincindedir. Tüccarlar, gittikleri bölgelere, yerlilere tebliğ yapacak ve dinî bilgileri öğretecek din adamlarını da beraberlerinde götürüyorlardı. Zaman zaman oradaki kadınlarla evleniyorlardı. Böylelikle yerel insan kaynağına katkıda bulunuyorlardı. Onları sosyo- kültürel ve ekonomik açıdan zenginleştiriyorlar, hem din tebliği yapıyorlar hem de ticarî kârlar elde ediyorlardı. Kısacası her bakımdan maddî ve manevî kazançlar elde ettiklerini düşünüyorlardı. Bununla beraber diğer taraftan, burada sömürgeci saldırılara karşı ortak bir bilinç gelişiyordu. O yüzden Afrika’daki birçok ulusal kurtuluş mücadelesi, dinî ve tasavvufî karakter içerir. Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’nın insan kaynağına bir başka katkısı da Anadolu’dan Müslüman delikanlıları bahriyeli olarak görev yapmak üzere Tunus, Cezayir ve Libya’ya götürmeleridir. Prof. Dr. İbrahim Güler’in bu konuda çok sayıda kıymetli çalışmaları vardır. Anadolu’nun içlerinden, ama çoğunlukla Ege, Karadeniz ve Akdeniz sahillerinden genç delikanlılar, hem meslek edinmek hem de kariyer sahibi olmak için denizci olarak Garp ocakları olarak adlandırılan Cezayir, Tunus ve Libya’ya gidiyor, orada yerli Müslüman kadınlarla evleniyorlar ve yaşamlarını orada sürdürüyorlardı. Böylelikle, bölgedeki yaşam tarzı, İstanbul örnek alınarak dönüştürülmeye, bölgenin savunma gücü artırılmaya çalışılmıştır. Hepsini kapsayacak şekilde kültürel ve sosyal bağları kuvvetlendirme siyaseti ve gayreti ortaya konmuştur. Sonuçta Kuloğlu denilen asker evlâtlarından oluşan, sayıları milyonlarla ifade edilen bir nesil ortaya çıkmıştır. Sömürgeci güçlere karşı, bu neslin içinden çıkanlar, ciddî tepkiler ortaya koymuşlardır. Bugün hâlâ söz konusu bölgede Türkî isimli yerleşim birimleri, Moralı, Bursalı, İstanbullu gibi soyadları vardır. Hatırı sayılır bir kesim, kendilerinin Türk kökenli olduğunun bilincindedir.

Yukarıda bahsettiğimiz coğrafya, koskoca Güney Akdeniz ve Afrika coğrafyası. Biz bu coğrafyada 300 yılı aşkın devam eden bir yönetim tarzından bahsediyoruz.Buna binâen, Mısır’ın İstanbul’dan yönetilmesiyle birlikte Osmanlı Medeniyetinin Afrika’ya kattığı idarî, siyasi, malî vs. yapılar nelerdir?

Osmanlıların Afrika’ya ulaşmaları, XVI. yüzyılda gerçekleşti ve ilk adım Mısır’a oldu. 1517’de Mısır’ın alınmasıyla oradaki Memlûk dönemi sona erdi. Türk denizcileri Oruç, Hızır (Barbaros) ve İshak kardeşler, 1516’da Cezayir’i İspanyollardan alarak Osmanlı hâkimiyetine soktular. Bu, aynı zamanda VII. yüzyıldan beri süren, ancak İspanyol saldırıları ile tehdit altında bulunan Müslüman idarenin devamını sağladı. Barbaros’un Osmanlı hizmetine kabul edilmesiyle birlikte Cezayir 1520’de, daha sonra Tunus 1534’te ve Trablusgarp 1551’de Osmanlı hâkimiyetine girdi. Böylece Kuzey Afrika tarihi bakımından yeni bir dönem başladı. VIII. yüzyılın başlangıcından 1830 yılına ve bir anlamda günümüze kadar Kuzey Afrika; Arap, Berberî ve Türk hâkimiyetinde, Müslüman yaşamında ve düşüncesinde, Asya’nın ve Doğu Akdeniz’in bir parçası oldu. Ortaçağ’daki Fez ve Semerkand üniversiteleri, aralarındaki iki bin millik mesafeye rağmen, temelde Oxford ve Paris üniversiteleri gibiydiler. Osmanlı Devleti’nin Mısır’ı fethetmesinin, Batı Asya ve Kuzey Afrika açısından önemli sonuçları olmuştur. Bu gelişme, Osmanlıları, Akdeniz’de deniz yollarını denetim altına almaya ve öteki Kuzey Afrika ülkelerini fethetmeye yöneltmiştir. Ayrıca, Müslümanlığın kutsal kentleri olan Mekke ve Medine’yi sınırları içine alması, Osmanlı Devleti’ne İslâm dünyasında prestij kazandırmıştır. Osmanlı Devleti’nin Irak ve Mısır’da yerleşmesi, Hindistan yolu üzerinde etkide bulunmasına da kuşkusuz yol açmıştır. Irak’ı alan Osmanlı Devleti, Basra Limanı’na sahip olarak stratejik bir avantaj sağlamıştır. Bu durum; Portekiz tehdidi karşısında, Hindistan’dan gelen çağrılar üzerine Osmanlıların, Hindistan yolunun güvenliğini sağlamak için Kızıldeniz’e deniz seferleri düzenlemesine sebep olmuştur. Daha önce Mısır’da egemen olan Memlûk Sultanlığı, Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan yolunu ele geçirmeye çalışan Portekizlilerin Doğu Afrika ve Kızıldeniz’de yarattığı tehdidi önlemede yardımcı olması yolundaki çağrılara yanıt vermekle birlikte başarı sağlayamamıştı. Sonuç olarak Osmanlı Devleti, Avrupalıların Asya’ya girmelerine engel olamamakla birlikte, Doğu Afrika’ya (bugünkü Sudan ve Etiyopya kıyılarına, Somali, Eritre ve Cibuti’ye) yerleşmiştir. Kuşkusuz bu gelişmede Osmanlı Devleti’nin Mısır’da egemen olmasının rolü büyüktür. Avrupalıların Ümit Burnu’nu dolaşıp Hint Okyanusu’na çıkarak Hindistan’a varmalarının oluşturduğu tehdit karşısında; Osmanlı Devleti bu güçlerle gerek Okyanus’ta, gerek Afrika kıtasında mücadeleye başladı. Bu münasebetle, Kanunî Sultan Süleyman devrinde IV. Hint Seferi sırasında Habeşistan fethedilerek Habeş Eyaleti kuruldu. (1554-1560) Kızıldeniz’deki Osmanlı faaliyetleri, Hindistan seferi için hazırlanan donanmanın Süveyş’ten kalkarak Sevâkin’e çıkarma yapması ve burada ileri bir deniz üssü kurmasıyla başladı ve gelişti. Kızıldeniz sahilleri ve Habeşistan üzerinde tam kontrol sağlanarak Zeyla’da yeni bir deniz üssü kuruldu. Osmanlı Devleti’ni Asya ve Avrupa’da uğraştırmakta olan meseleler, merkeze uzak kalan bu bölgelerde yeni teşebbüslere geçilmesine fırsat vermedi. Osmanlı Devleti, Doğu ve Batı Akdeniz’de Hristiyan devletlere karşı İslâm dünyasının koruyuculuğunu üstlendi. Cezayir ve Kuzey Afrika, Türkler sayesinde İspanya ve Portekiz’den kaynaklanan büyük bir felaketten kurtuldu. Aynı dönemde, İspanya’nın Güney Amerika’da işgal ettiği devletlere uyguladığı politika, tam bir soykırım idi. Eğer İspanya, Cezayir’den başlayarak Kuzey Afrika’yı işgal etmeye muvaffak olsaydı, Endülüs ve Güney Amerika’da yaptıklarını orada da yapması kuvvetli bir olasılıktı. Osmanlı egemenliği altındaki üç yüzyılda, Cezayir Devleti’nin gelecekteki sınırları belirlenmiş ve idare geleneği bu dönemde başlamıştır. Benzeri durum, Tunus ve Libya için de geçerlidir.

Batı eksenli kaynaklarda aksi iddialar da var, bilhassa Osmanlı dönemini karanlık dönem olarak tarif eden çokça literatür görmekteyiz.

Bu iddialar, doğru değildir. Kuzey Afrika’da Türk hâkimiyeti devrinin, bölgenin geri kalmasına sebep teşkil ettiği, zorba bir dönem olduğu ve Türklerin genelde idareleri altına aldıkları yerleri geliştirme düşüncesine sahip olmadıkları şeklinde bazı suçlamalar; Osmanlı arşiv kaynaklarının yeterince incelenmediğini veya konuya maksatlı yaklaşıldığını göstermektedir. Zira ırkçılığa dayanan ve kendi kültürünü empoze eden Fransız sistemiyle, mahallî kültürlerin gelişmesine yardımcı olan ve yönetimi altındaki bölgelere idarî özerklik tanıyan Osmanlı sisteminin karşılaştırılması halinde Türk devri hakkında daha objektif değerlendirmeler yapılacaktır.

O hâlde bir medeniyet ve mirastan bahsedebiliriz. Afrika’daki Osmanlı medeniyeti ve bugünkü mirası hakkında ne düşünüyorsunuz?

Maalesef bugün, ne bu coğrafyada yaşayanlar ne de Türkiye’de yaşayanlar, tam olarak bu mirastan haberdarlar. Hâlbuki mûsikiden edebiyata, tarih kayıtlarına, arşiv belgelerine kadar ortak çok şey var. Çok sınırlı denebilecek sayıda akademik eserler var, ancak akademik işbirlikleri çok az. Daha önce de söylediğim gibi Kuzey Afrika ve Arap ülkelerinin tarihi, Osmanlı belgeleri ve kaynakları kullanılmadan yazılamaz. Ama yazılmış. Ve Osmanlı asırları, Batılı ve yerel tarihçiler tarafından ya önemsenmemiş ya da kayıp asırlar suçlamasına maruz bırakılmış. Hakkaniyet ölçüsünde yazanlar ise kenarda kalmış. Bundan sonra, Türkiye’de yapılan akademik araştırmalar, çeşitli destek projeleri ile hızlıca Arapça’ya ve Fransızca’ya çevrilmelidir. Ortak bilimsel toplantılar, sergiler, kültürel faaliyetler yapılmalıdır. Tunus’ta, geçenlerde Rus kültür haftası düzenlendi. Tunus’ta Rusya’nın çok az ilgilisi var. Buna rağmen, yükselen Rusya, her alanda, her yerde görünür olmaya çalışıyor. Ama henüz, Türk kültür haftası niye düzenlenememiştir? Düzenlenen kitap fuarları vb. etkinliklere de marjinal ve ideolojik gruplar katılmaktadır.

Bu medeniyete ve bölgeye birileri liderlik ettiğine göre Osmanlı Afrikası’nın edebî, dinî, siyasī vb. alanlarda öncüleri kimlerdir?

Hemen aklımıza gelen birkaç tanesini söylersek... Siyasî aktörlerden Kuzey Afrika’da İspanyol ve Fransız sömürgeci güçlerine karşı hareket başlatanlardan Fas Rif’te Abdülkerîm el-Hattâbî (ö. 1963), Libya’da Ahmed Şerif es-Senusî (ö.1933), Cezayir’de Emir Abdülkadir (ö. 1883), Cezayir Konstantin Emiri Ahmed Bey, Sudan ve Somali’de Mehdî hareketlerinden bahsedebiliriz. Bunlar hem dinî hem de tasavvufî bağlantıları olan hareketlerdir. İşgaller karşısında siyasî olarak inisiyatif almışlardır.

Bu durumda işgaller karşısındaki Osmanlı refleksine de değinmek gerekebilir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Afrika, Batılı devletlerce işgal edilmeye başlamıştır. Afrika’nın direnişinde Osmanlı Devletinin rolü neydi? Ülkelerin bağımsızlığında böyle bir miras söz konusu mudur?

19. yüzyılda yeni sömürgecilik hareketi başladığında, Osmanlı Devleti Avrupa’daki topraklarını Rusya ve Avusturya ordularına karşı savunma konusunda çeşitli zaaflar gösterdi ve dramatik mağlubiyetlerle karşılaştı. Bu bakımdan Kuzey Afrika’da Avrupalı devletlerin başlattıkları saldırgan ve yayılmacı politikaları önlemek konusunda yetersiz kaldı. Kuzey Afrika’da kendi egemenliğindeki toprakları hedef alan, başta Fransız sömürgeciliği olmak üzere, İtalyan ve İngiliz saldırılarına arzu ettiği şekilde karşılık veremedi. Yerel direniş hareketlerinin başarılı olması için el- Cevâib gibi gazetelerde kamuoyu desteği sağlandı. İtalyanların Trablus’u işgalinden sonra ise burada halkı örgütlemek ve Senusî hareketine destek vermek üzere bölgeye gizlice subaylar gönderildi. Balkan savaşlarına kadar Osmanlı Devleti, çeşitli kanalları kullanarak bölgeyle ilgisini sürdürmeye çalışmıştır. Osmanlı subayları, memurları Libya örneğinde olduğu gibi, yerli halkı Batılı emperyal güçlere karşı organize etmeye çalışmıştır.

Afrika ve özellikle Kuzey Afrika deyince aklımıza güncel konular da gelmektedir. Bu bağlamda Batılıların hürriyet, müsavât, özgürlük gibi çarpıtılmış kavramlar ile işgal edip sömürgesinde tuttuğu Kuzey Afrika’daki sıkıntı hâlâ devam etmektedir. Buna sebep olan eksiklikler nelerdir?

 Batı sömürgeciliği, Afrika’da çok acımasız bir şekilde, insan haklarına aykırı uygulamalara imza atmıştır. Belçika Afrikası denilen bölgede yeterli miktarda kauçuk toplamadığı için eli ve ayağı çapraz kesilen 5 yaşındaki kız çocuğu fotoğrafı hâlâ zihinlerdedir. Mısır’da 1907 yılındaki Danşüvay Olayı sebebiyle haksız yere idam edilen kişiler olmuştu. Mısır’da İngiliz Konsolosu olan ama fiilen vali gibi hareket eden Cromer, falaka ve kırbaç cezasını işgalden sonra kaldırmakla övünüyordu. Ama bu cezaları haksız yere tüm köylülere uyguladı. Bu iki olay, Belçika ve İngiliz sömürgeciliğine büyük darbe vurmuştu. Fransızların sömürgeci yöntemleri, Cezayir, Tunus ve Batı Afrika’da zaten işkence ve katliamların çokça uygulandığı, zalimliklerle dolu bir tarihtir. Bugüne gelince, zalimlikler bir ölçüde devam ediyor. Ancak sahnedeki oyuncular farklı. Ne yazık ki dış güçlerin yazdığı senaryolar, yerli aktörler tarafından oynanıyor ve uygulanıyor. Nijerya’da Müslümanlar, Müslümanlara eza cefa ederken Orta Afrika’da Hristiyan dinci fanatizm, Müslümanları etnik temizlikten geçirmeye devam ediyor.

Durumu her gün matbuattan ve görsel medyadan ibretle izliyoruz efendim. Bir iki sorum daha olacak... Osmanlı öncesi Afrika mı, Osmanlı Afrikası mı, yoksa işgal ve sömürü dönemi Afrikası mı daha müreffehti? Elimizde bunlarla ilgili bir veri var mı?

Şüphesiz Osmanlı asırları, -XIX. asırdaki tüm Osmanlı bünyesini rahatsız eden buhran dönemi dışında- daha mutlu ve güvenli geçen asırlardı.

Osmanlı asırları denilince Kuzey Afrika’da aklımıza gelen unsurlardan birisi de tasavvufî gelenektir. Afrika’daki tasavvufî hareketler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Bu sorunun cevabı, birkaç satırla bitecek bir durum değil. Tarihî ve güncel boyutları içeren geniş bir alan. Afrika’da sömürgeci ve istilacı güçlere karşı XIX. Ve XX. yüzyılda tasavvuf hareketi önderleri etkili olmuştur. Bunlardan Şazeliyye Tunus’ta, Senûsiyye Libya’da, Ticaniyye de Cezayir’de doğup Afrika ve İslâm dünyasında etkili olan tarikatlardır.

En eskisi ve en yaygını Şazeliyye tarikatı mı?

Evet, XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde, Tunus’ta Zağvan Dağı eteklerinde Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin 34-35 yaşlarında iken kurduğu tarikat, zamanla geniş bir coğrafyada etkin olmuştur. Memlûk Devleti zamanında, Mısır’da İskenderiye ve Kahire’de geniş kitleleri etkilemiş, sonra da Kuzey Afrika’da hızla yayılmıştır. Kahire o zaman İslâm dünyasının hilafet merkezi ve en güçlü devletidir. Seçkin bir ulemâ topluluğunun bulunduğu yerdir. Burada ulemâ tarafından tarîkatlere en ciddi tepkilerin yöneldiği ve aralarında farklı yorumlar sebebiyle bir rekabetin de olduğu açıktır. Bu bakımdan Şazelî tarikatının Mısır’da talep görmesi dikkate değerdir. Şazelî şeyhleri fıkıh ilmi bakımından da donanımlı olduklarından dolayı Moğol saldırıları sonrasında toprakları işgal edilmiş, düzenleri bozulmuş ve onurları kırılmış Müslümanlara manevî destek vermiş, adeta onlara yeni bir ruh aşılamıştır. Moralleri tarikat kardeşliği sayesinde düzelmiş, maddî olarak kayıpta olmalarına rağmen mânen güçlenmişlerdir. Sultan Kutuz ve Baybars’ın 1260’ta Moğollara karşı Ayn-ı Calut Savaşı’nı kazanmasıyla bu bölgede Şazeliyye yayılma imkânı bulmuştur. Haçlı Savaşları ve Moğol saldırıları bertaraf edildikten sonra Suriye ve Arap dünyasında yayılan tarikat, Hindistan, Malezya ve Endonezya’ya kadar ulaşmıştır. XVI. yüzyılda Anadolu’da Meymûniyye kolu vasıtasıyla görülmeye başlayan Şâzeliyye, Balkanlar ve Avrupa içlerine doğru yayılmasını sürdürmüştür. Şâzeliyye, ehl-i sünnet sınırları içinde kalmayı önemseyen bir tarikattır. Ni’metullahiyye gibi Şiî renkler taşıyan sadece bir kolu vardır. Başka bir benzeri ortaya çıkmamıştır. Şimdi ise Şâzeliyye 100’ün üzerindeki alt koluyla İslâm dünyasında en yaygın tarikatlardan biridir.

İstanbul’da ve Anadolu’daki durumu nedir?

ll. Selim zamanında Ebü’l- Mekârim el-Bekrî İstanbul’a geldi. Ancak bilinen ilk Şazelî dergâhı, hicrî 1200 (m.1786) yılında Silahdar Abdullah Ağa’nın yaptırdığı Alibeyköy Şazelî Dergâhı’dır. İstanbul’daki Şazelî dergâhlarından bugün iki tanesi ayakta kalmıştır: Beşiktaş’taki Ertuğrul Tekkesi ve Unkapanı’ndaki Dergah. Osmanlı Devleti’nin Şazelî Şeyhi, Şeyh Zilfir diye tanınan Muhammed Zafir el-Medenî’dir. (ö.1903) ll. Abdülhamid, el-Medeni için Beşiktaş’ ta Ertuğrul Tekkesi olarak bilinen tekkeyi yaptırdı. Bu tekkeye zengin vakıf kaynakları verdi. Yıldız Sarayı’nın hemen eteğindeki bu tekkeyi arasıra ziyaret eden II. Abdülhamid, buradaki dua ve zikirlere de katıldı.

Bu kadar yaygın bir tarikatın meşhurlarından bir iki örnek verebilir misiniz?

Dünyanın hemen her yerinde müntesibi bulunan Şâzeliyye, XX. yüzyılda Batı’da yani Avrupa ve Amerika kıtasında en fazla ilgi gören tasavvuf ekollerinden biridir. Hattâ İslâm’a giren birçok Batılı aydın ve mütefekkir, Şâzeliyye mensubudur. Bunlardan bir çırpıda sayabieceklerimiz şunlardır: Rene Guenon (Abdülvahid Yahya), Michel Valsan, Frithjof Schuon (lsa Nureddin), Martin Lings (Ebubekir Siraceddin), Titus Burckhardt, Gai Eaton ve lan Dallas (Abdülkadir es-Sufi).

Senusîlik hareketi veya tarikatı hakkında neler ifade edebilirsiniz?

Senûsîlik, XIX. yüzyılda Muhammed b. Ali es-Senûsî (ö.1859) tarafından başlatılan bir tasavvuf hareketidir. İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin Afrika kıtasında rekabete giriştikleri yıllara rastlayan hareketin doğuşu ve gelişimi, bir bakıma ulusal kurtuluş hareketlerine maddî ve manevî destek olma hikâyesidir. Başta Kuzey Afrika olmak üzere, kıtanın diğer bölgelerinde özellikle Sudan’da ve Sahra’da etkinlik kazanmıştır. Libya ile Büyük Sahra’da Avrupa sömürgeciliğine karşı yerel direnişi Senüsiyye hareketi örgütledi. Direniş, aynı zamanda Senûsîlik tarikatının şeyhi olan Muhammed b. Ali es- Senûsî liderliğinde harekete geçti. Tarikatın “Büyük Senûsî” olarak bilinen ilk lideri, Mekke’de Abdullah b. İdrîs el-Fâsi’nin şeyhlik ettiği tarikata girdi. Şeyhin ölümü üzerine, ortaya çıkan gruplardan birinin lideri oldu. 1840 yılında Kuzey Afrika’ya dönerek Senûsîlik hareketini başlattı. 1843 yılında tarikatın ilk zaviyesini Derne ile Bingazi arasındaki Beydâ’da kurdu. Daha önce terk etmek zorunda kaldığı Mekke’ye 1846’da tekrar gitti. Burada 1853 yılına kadar kaldı. Libya’ya geri döndüğünde hareketini yeniden organize etti. Zaviyeleri büyütüp daha müstahkem yerler olan ribatlara dönüştürdü ve hareketin merkezini Mısır’ın yakınındaki Cağbub’a nakletti. Bu sırada, Sultan Abdülmecid’den yakın ilgi ve destek gördü. Büyük Senûsî ölünce yerine oğlu Muhammed el-Mehdî (ö.1902) geçti. Şeyhin diğer oğlu, Muhammed eş-Şerif (ö. 1896) ise Cağbub’daki medresenin başına geçti. Senûsîlik hareketi, şehirlerde yayılmayı hedef almasına rağmen Sahra kabileleri arasında daha fazla rağbet gördü. 1870’te Bingazi, 1882’de Trablusgarp zaviyeleri kurulmuştu. XIX. yüzyılın son çeyreğinde Senûsîlik, Sahra kabilelerinin yarısından fazlasının sempatisini kazandı. XIX. yüzyılın sonunda Senûsîlik hareketi, sömürgeci güçlere karşı daha etkin olmak amacının da etkisiyle, yeni bir yapılanmayı zorunlu gördü. Yönetim merkezi Cağbub’dan Kufrah’ya nakledildi. Kuzey Afrika kıyılarından uzaklaşan Senûsîler, bir yandan Kufrah’da, Çad Gölü’ne doğru ilerleyen Fransızlar’a karşı koyarken, bir yandan da Sudan’daki İngilizlerin sömürgeci emellerine karşı koymaya çalıştılar. Yabancı güçlere karşı mücadelenin kızıştığı yıllarda hareketin iki lideri de hayatını kaybetti. 1900’de Sahra bölgesinde 150 zaviyesi bulunan hareket, bu yerleri bir tarikat mekanı olarak kullandığı gibi, direniş amaçlı olarak da kullanıyordu. Direnişçiler, zaviyeleri tüccarlar için mola yeri, direniş kuvvetleri için de haberleşme ve ulaşım noktası olarak değerlendiriyordu. 1902’de Ahmet eş-Şerif (1873- 1933) Senûsîlik hareketinin üçüncü lideri oldu. 1902-1912 yılları arasında, Sahra’da Fransızlara karşı direnişi daha etkili bir biçimde devam ettirmek için elinden gelen her şeyi yaptı. 1911 yılında Trablusgarp’ın İtalyan işgaline uğramasıyla, Ahmet eş-Şerif, Fransızlara karşı mücadelesini sürdürürken İtalyanlara karşı daha büyük bir direnişi örgütlemeye başladı. İtalyanlar’ın Libya’ya girmeleri üzerine (1911) Osmanlı kuvvetleriyle birleşerek sömürgeciliğe karşı mücadelesini sürdüren Senüsîlik hareketi 1920’ye kadar Büyük Sahra’da gücünü korumaya devam etti.

İfadelerinizden tasavvufî yapıdan ziyade, tasavvufi yönü olan mücadele hareketini anlıyoruz dersek, doğru bir ifade kullanmış olur muyuz, bilemiyorum. Ancak bu tarikatların İstanbul ve Anadolu ile işbirliği yaptığını görüyoruz.

Tabi, zaten Ahmet Şerif es-Senûsî, resmen Trablusgarp ve Bingazi Valisi idi. Aynı zamanda Afrika içinde “Emirü’l-Mü’minîn” sıfatını ve “Trablusgarp ve Bingazi Nâibü’s-Sultanı” unvanını taşıyordu. Istanbul’a büyük bir sadakatle bağlı kalarak savaşan ve düşmanlarının tek hedefi haline gelen Ahmed Şerif es-Senusî’nin Libya’da kalması, İtalyanların işine gelen bir durumdu. Böylece, direnişin büyük lideri, kendi arzusuyla İstanbul’a gitmek üzere Carabub’tan ayrıldı. Sirt Körfezi’nde Ageyle’ye gelerek orada hazır bulunan bir Alman denizaltısıyla 1918’de Pola üzerinden İstanbul’a geldi. Burada başta Enver Paşa olmak üzere devlet katında büyük itibar gördü. İstanbul’dan Trablusgarp’a dönmesine savaş şartları izin vermediği için padişahın şeref konuğu olarak Bursa’ya gönderildi. Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra bu mücadeleye tam destek verdi. Daha sonra Atatürk onu Ankara’ya davet etti. Kalabalık bir heyetle Eskişehir’de karşılandı. Bundan sonra tüm nüfûzunu Türk Kurtuluş Savaşı’na destek olmakta kullandı. Doğu ve Güneydoğu illerinde yaptığı gezilerde de halkı Millî Mücadele’ye destek olmaya çağırdı.

Anlaşılan sömürgeye direnişte Senûsîlik etkili bir hareket olmuş.

Evet, Senûsiyye, Fas’tan Yemen’e kadar geniş bir coğrafyada etkili olmuş, dört Sünnî mezhep ile tarikatlar içinde kendine göre aşırılıklardan kaçınıp orta yolda yürümüştür. İngiliz, Fransız, İtalyan ve İspanyol sömürgecilere karşı cesaretle karşı koymaya çalışmış, kendi kimliklerini korumak ve ekonomik kaynaklarını elden çıkarmamak için destansı mücadeleler vermişlerdir. Bunların içinde çok bilinen, kahraman Ömer Muhtar’dır. Senûsîlerin ilk zâviyeleri, ticaret ve ziraat açısından stratejik önemi olan yerlerde inşa edilmiştir. Akdeniz sahili ve Büyük Sahra’nın güneyindeki bölgelere sıklıkla kurulan zaviyeler, kervan ticareti, hac ibadeti ve eğitim açısından önemli olduğu kadar, haberleşme, konaklama ve fakirlerin hayata tutunmasında da yardımcı olmuştur. Bu durum, diğer zaviye ve tekkelerde de görülen, ancak bu boyutta olmayan her zaviyenin yanında ziraat yapılacak bir arazi teminiyle mümkün olmuştur. Hatta bu ziraî faaliyetler ve yerleşim imkânı, zaviyelerin bulunduğu yerleri, zamanla yerleşenlerin çoğalmasıyla köylük ve ücra yer olmaktan çıkarıp kasaba haline dönüştürmüştür. Bu şekilde zaviyeler şehirleşmeye de katkı sağlamışlardır. Ahmet Kavas hocanın belirttiği gibi, bunun en güzel örnekleri Bingazi’deki Beyza zaviyesi ile Cağ- bub’daki ve Kufrah’daki zaviyelerdir.

Ticanîler nasıl bir hareket veya tarikattır?

Ticanilerin kuruluşu da yakın dönemdedir, diyebiliriz. Ticaniyye’nin kurucusu, Ebü’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Muhtâr b. Sâlim et-Ticânî (1737-1815) Cezayir’in Tilimsân (Tlemsen) kentinde doğdu. Ticanîler, zaman zaman Osmanlı Devleti otoritesine karşı tavır aldılar. Bununla beraber, hem Cezayir’de hem de Afrika’da Fransızların sömürgeci ve istilacı saldırılarına karşı koydular. Senegal’de el-Hâc Ömer el-Fûtî, Ticâniyye tarikatının en bilinen lider veya şeyhlerinden biridir. 1825’te hac ibadeti yaparken, Mekke’de Ahmed et-Ticânî’nin Hicaz bölgesi halifesi olan Şeyh Muhammed el-Galî’ye intisap ederek tarikate dâhil oldu. Burada bir müddet şeyhinden âdâp erkân öğrenip eğitim aldıktan sonra, Batı Afrika’ya halife olarak geri döndü. Ömer el-Fûtî, etkili bir irşat faaliyetine girişti ve müritlerinden 30.000 neferlik bir ordu kurdu. Bu ordu ile Fransızlara karşı 1852 yılında Senegal direnişini başlattı. Ömer el-Fûtî, hem Fransızlara karşı müritleri vasıtasıyla bir direniş ve uyanış hareketi başlattı hem de Senegal’deki yerel inanç mensupları arasında İslam dininin yayılmasına önderlik etti. Ticâniyye’yi Senegal’den Timbuktu ve Sierra Leone’ye kadar yayan bu kuvvetli şeyh-lider, Tekrûr Devleti adıyla bir devlet kurdu. 1864’te Mâsînâ’da sömürgecilere karşı savaşırken şehid oldu. Kurduğu devlete kendisinden sonra oğulları liderlik etti. Bu devlet, Fransızlara karşı 1893- 1894 yıllarına kadar direnebilmiştir. Ticâniyye, Moritanya’da da yayılmış ve sömürgecilere karşı koymuştur. Bu bölgede Moritanyalı Muhammed el-Hâfız el-Muhtâr irşat faaliyetini başlatmıştır. Mekke’den hac dönüşünde, Fas’ta Ahmed et-Ticânî’ye intisap ederek ülkesinde irşat için görevlendirilen Muhammed el-Hâfız (ö.1830), kısa zamanda başarılı oldu. Hatta Ticaniyye’yi İdev Ali kabilesinin de desteğiyle Moritanya’da neredeyse tüm halkın dahil olduğu millî bir tarikat hâline getirdi. Ticâniyye daha sonra İdev Ali kabilesinin etkin çalışmalarıyla, Batı Sudan ve Senegal’de daha da büyüdü. Moritanya, Nijer, Nijerya, Gambia, Gine Bissau, Fildişi Sahili, Gana ve Togo’da büyük bir mürit kitlesi bulunan İbrâhim Niyâs da Senegalli önemli bir Ticânî şeyhidir. Batı Afrika’da etkili olan Ticânî şeyhlerinden Şeyh Hamallah, Fransızlara karşı kahramanca mücadele etmiştir. 1935’te gözaltına alınmış ve Fransa’ya götürülmüştü. 2 yıl sonra serbest bırakılsa da peşpeşe tutuklamalara ve sürgünlere maruz kalmış, 1943’te Fransa’da hapiste iken hastanede hayatını kaybetmiştir.

Ticanîlerin de Senusîler gibi mücadeleci karakteri ön plana çıkıyor. Aslında bu durum, bize Sultan II. Abdülhamid’i hatırlatıyor. Ne dersiniz?

Evet, Ticâniyye, II. Abdülhamid’in “İslam Birliği” politikası ve sömürgecilere karşı “yumuşak güç” politikası çerçevesinde İstanbul’un ilgisini çekmiştir. 1897’de Istanbul’a gelen Sîdî Muhammed el-Ubeydî ile görüşen Abdülhamid, daha sonra Ticânî şeyhi Muhammed b. Fâzıh ile de bir araya gelip ona tüm Osmanlı ülkesinde irşat faaliyeti yapma imkânı vermiştir. Bu destekle, Ticâniyye’nin Sudan’daki Şeyhi Muhammed Muhtâr, Dârfûr Sultanı Ali Dînâr’ın elçisi olarak İstanbul’u ziyaret etti. Görüldüğü gibi Ticâniyye, Kuzey Afrika ve Sudan’dan Senegal’e uzanan hat üzerinde Fransız ve İngiliz sömürgecilere karşı cesur ve onurlu bir direniş göstermiştir.

KAYNAK: KARDEŞLİK DÜNYASI
YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı duygulandıran hediye!
Alman liderin ziyareti sonrası Cumhurbaşkanlığı'ndan dikkat çeken 'İsrail' çıkışı!