Tunus'ta İslami uyanış ve Nahda tecrübesi

İlim ve Kültür Derneği (İLKE) bünyesinde M. Tahir Kılavuz, M. Hüseyin Mercan, Süleyman Güder tarafından “Orta Doğu'da İslamcı Siyaset: Değişim Sürecinde Müslüman Kardeşler ve Nahda” adıyla bir rapor hazırlandı.

Tunus'ta İslami uyanış ve Nahda tecrübesi
Tunus'ta İslami uyanış ve Nahda tecrübesi
GİRİŞ 24.08.2013 08:48 GÜNCELLEME 24.08.2013 09:37

İşte araştırmanın ikinci sacayağını oluşturan "Nahda Hareketi"nin önündeki zorluklar ve yaşamış olduğu değişim şöyle anlatılıyor:

Değişim Sürecinde Nahda Hareketi 

Tunus'taki İslami hareketin şekillenmesi, beslendiği kaynaklar ve rejim tarafından gördüğü baskılar yönünden Mısır'daki Kardeşler tecrübesiyle benzerlikler gösterse de nizami yapılanma, baskının boyutu ve bazı siyasi yaklaşımlar yönüyle ondan ayrışmaktadır.

1960'larda camilerdeki halkalar ile temelleri atılan bugünkü hareket, önce İslami Yöneliş Hareketi (Hareket'ül-İtticâh-il'İslâmî - ) ve sonrasında da Nahda Hareketi (Hareket'ün-Nahda - ) çatısı altında gerçekleşmiştir. Nahda Hareketi'nin içinden çıkan Nahda Partisinin (Hizb'ün-Nahda - )Ocak 2011'de Zeynelabidin bin Ali'nin ülkeyi terk ederek Suudi Arabistan'a kaçmasının ardından gerçekleştirilen ilk özgür seçimlerde çoğunluğu elde etmesi ve koalisyon hükûmetinin en büyük katılımcısı olmasıyla beraber hareket, uzun muhalefet yıllarından sonra ilk yönetim tecrübesini yaşamaktadır. Hareketin ve Tunus'un geleceğini anlayabilmek için hem hareketi hem de Tunus siyasetini dikkatli bir şekilde irdelemek gerekmektedir.

Çalışmanın ikinci bölümü, bu amaca hizmet 
etmek için tarihi süreci içerisinde Tunus'taki İslami hareketin gelişimini, temel fikirlerini ve günümüzdeki söylemlerini ele almaktadır.

Nahda Hareketi'ni değerlendirirken Tunus'un sosyal ve siyasal yapısını göz önünde bulundurmak çok önemlidir. Tunus, Fransız sömürgesi altında yaşamasının yanı sıra bağımsızlıktan sonra kurulan modern ve laik düzeni ile Arap dünyasının geri kalanından ciddi anlamda farklılaşmaktadır. Özellikle dinin sosyal hayat içerisinde ciddi yere sahip olduğu Mısır, Suriye, Lübnan gibi ülkelerin aksine, dinî hayatın devlet eliyle yapılan tanımlamalarla sınırlandırıldığı ve yapılan reformlarla toplumda Batılı bir hayat tarzının yayıldığı görülmektedir. Nahda Hareketi'nin sahip olduğu ılımlı (mutedil, vasati) yaklaşımların gelişmesinde, Tunus rejiminin ve toplumsal yapısının ciddi etkisi olduğu iddia edilebilir. Gerek Burgiba dönemindeki sekülerleşme ve modernleşme hamleleri, gerek Bin Ali döneminin zirveye varan baskıcı politikaları ve gerekse de hareketin son 20 yılını yasaklı olarak bir anlamda yeraltında geçirmiş olması, hareketin tutumunun belirlenmesinde ciddi rol sahibi olmuştur.

Araştırmanın bu bölümü üç alt kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda Burgiba ve Bin Ali dö-nemlerinde Tunus sosyal ve siyasal hayatının temel yapısı ile Tunus'ta İslami hareketin yükselişi ve bastırılması süreçleri ele alınacaktır. İkinci kısım hareketin fikri boyutunu değerlendirecek ve İslam'ın siyasetteki yeri, demokrasi, laiklik, Batı ile ilişkiler, kadın hakları, sivil toplum gibi konularda hareketin tutumunu ortaya koyacaktır. Bu kısımda, hareketin oluşumu ve gelişimi sürecindeki fikirlerin yanı sıra bu konularda devrim sonrası savunulan
yaklaşımlar ve dile getirilen söylemlerin de üzerinde durulacak ve tarihsel süreç içerisinde hareketin seyrinde bir değişim/dönüşüm olup olmadığının anlaşılabilmesi için zemin hazırlanacaktır. Son kısımda ise Yasemin Devrimi sonrası Tunus'ta siyasal hayatın şekillenişi ve Nahda Hareketi'nin önünde bulunan kritik konular ile sorunlar üzerinde durulacaktır.

Tunus'ta Siyasal Hayat ve İslami Hareket; Burgiba ve Bin Ali Dönemlerinde Tunus'ta Siyasal ve Toplumsal Hayat

Tunus, İslam medeniyeti içerisinde gerek yoğun ilmî geleneğiyle gerekse de siyasi gelişmeleriyle önemli bir yere sahip olmuştur. Tunus Beyliği uzun bir süre Osmanlı İmparatorluğu'na vergi veren, yarı bağımsız bir statüye sahip idi. Tunus'taki ilk modernleşme faaliyetlerinin mimarı 19. yy.'ın ikinci yarısındaki reformlarıyla Hayreddin Paşa olmuştur. Baş vezirliği döneminde (1873-1877) Tunus'un eğitim ve iktisadi sistemini düzenleyen Hayreddin Paşa, aynı zamanda Tunus'un ilk anayasasını da hazırlamıştır. 1881'de Fransa kontrolüne giren Tunus'ta bu tarihten itibaren kuvvetli bir Fransız etkisi görülmüştür. Fransız sömürgeci anlayışının temelindeki "medenileştirme misyonu" (mission civilisatrice) doğrultusunda, eğitim reformları, idari değişiklikler ve kültürel düzenlemelerle Tunus'ta kuvvetli bir Frankofon kültürü tesis edilmiştir.

Tunus'un Fransız yönetiminden kurtulması 20. yüzyılın ikinci yarısının başında Habib Burgiba'nın başını çektiği bağımsızlık hareketiyle gerçekleşmiştir. Burgiba, 1934 yılında Yeni Düstur Partisini (el-Hizb'ul-Hurr ed-Düstûrî el-Cedîd - ) kurmuş ve Fransızlara karşı bağımsızlık hareketini başlatmıştır (Ulutaş ve Torlak, 2011: 6). II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası siyasette yaşanan dönüşümler neticesinde sömürge yönetimlerinin çözülüşünün hızlanması ve Fransa'nın diğer sömürgelerinde yaşadığı problemlerin de etkisiyle Tunus'ta 1956 yılında bağımsızlık ilan edilmiştir. Bağımsızlık sonrası Tunus'un ilk devlet başkanı olan Habib Burgiba, siyasi olarak Fransa'dan bağımsız ancak Batı dünyası ve Batılı değerlerle uyumlu bir devlet ve toplum kurmayı amaçlamıştır. Kendisi de eğitimini Fransa'da tahsil etmiş olan Burgiba, aydınlanma düşünürlerinden aldığı ilhamla, Tunus'ta Fransız Devrimi ve aydınlanma fikirlerini hayata geçirmek istemiştir (Boulby, 1988: 592).

Burgiba için İslam ve İslami yaşam, geçmişi temsil etmekteydi ve Batılılaşma ise modern bir Tunus'un doğması için tek umuttu (Esposito ve Voll, 2001: 92). Bu yüzden, bağımsızlığın hemen ardından hızlı ve radikal Batılılaşma hamleleri yapılmıştır. Bu bağlamda Burgiba'nın Atatürk'ü örnek aldığı belirtilmekte ve devrimleri Kemalist devrimlere benzetilmektedir (Lee, 2008: 170). Hatta Gannuşi'ye göre Burgiba devrimleri Türkiye'deki Kemalist devrimlerin daha radikal bir uyarlamasıdır (Ghannouchi, 2000a: 105).

Burgiba'nın laiklik reformlarında eğitim konusu kritik bir rol oynuyordu. Bu çerçevede Tunus'taki İslami eğitimin temelinde yer alan Zeytune Üniversitesi kapatıldı (Esposito ve Voll, 2001: 92). Aynı şekilde ülkedeki şeriat mahkemeleri de kapatıldı ve bunların yerini modern mahkemeler aldı. Zeytune'nin ve mahkemelerin kapatılmasıyla da ulemanın etkisi ciddi anlamda azaltıldı (Belloumi, 2007). Burgiba'nın sekülerleşme reformlarının en önemli adımlarından biri 1957'de Medeni Kanun'un kabulü oldu. Bu kanunla beraber ilk defa bir Arap ülkesinde çok eşlilik yasaklandı ve kadınlara boşanma gibi konularda erkeklerle eşit haklar tanındı (Maddy-Weitzman, 1997: 177). Bunların yanı sıra, Burgiba'nın küçük düşürücü tanımlamalarına paralel olarak kamuya açık alanlarda başörtüsü yasaklandı, (Ghannouchi, 2010a: 186) üretkenliğe ve ekonomik gelişmeye zarar verdiği düşüncesiyle devlet memurlarının ramazan ayında oruç tutmalarına yasak getirildi ve vakıf arazileri tasfiye edildi (Ayubi, 1991: 85-86) Tüm bunların sonucunda bir yandan Burgiba'nın amaçladığına benzeyen ve diğer tüm Arap toplumlarından farklı olan görece Batılılaşmış bir Tunus toplumu oluşurken, bir yandan da daha sonra ortaya çıkacak olan İslami hareket için zemin hazırlayacak olan rahatsızlıklar baş göstermiş oldu. Öyle ki oruç yasaklarını haklı göstermek isteyen Burgiba'nın ramazan ayı içerisinde kamuoyu önünde yemek yemiş olması daha sonra İslami hareketin ortaya çıkması sonucunu doğuran önemli bir sembolik olay olmuştur.

Burgiba dönemi Tunus siyasal hayatının en önemli yönlerinden biri 1960'lı yıllarda hayata geçirilen sosyalist ekonomik politikalardır. 1964 yılında Yeni Düstur Partisinin adı Sosyalist Düstur Partisi (el-Hizb'ül-İştirâkî ed-Düstûrî - ) olarak değiştirilmiş ve Finans ve Planlama Bakanı olarak atanan Ahmed Ben Salah önderliğinde, o dönem pek çok Arap ülkesinde de benzerleri görüldüğü üzere, sosyalist ekonomik politikalar uygulanmış-
tır. Bunların ilk ayağı olarak Fransız sömürgecilerin elinde olan topraklar millîleştirilmiş ve kolektivist bir ekonomi oluşturulmuştur. Bu politikalar ekonomide hareketlenme, endüstriyel gelişme gibi kısa vadede olumlu sonuçlar doğursa da 1960'ların sonunda sorunlar ortaya çıkmış ve sosyalist ekonomik politikalar yıkılmıştır. Burgiba'nın popülaritesine de zarar veren (Shahin, 1997: 64-70) bu politikaların en büyük etkilerinden biri Tunus'taki işçi hareketleri üzerinde olmuştur. Bu süreç öncesinde de zaten güçlü olan sendikal hareketler daha da güçlenmiş ve Tunus toplumsal ve siyasal hayatının en önemli muhalif seslerinden biri hâline gelmiştir. 1978 yılında Tunus Genel İşçi Sendikası (el-İttihâd'ül-Âm et-Tûnisî
li'ş-Şuğul - ) tarafından büyük protesto gösterileri gerçekleştirilmiş, hükûmet ise bu gösterileri sert bir şekilde bastırarak birçok sendika üyesini tutuklamıştır (Allani, 2009: 259). Sosyalist ekonomik politikalar ve işçi hareketlerini izleyen süreçte kentlere göç artmış ve zayıf da olsa ekonomik liberalleşme politikaları uygulanmıştır.

Burgiba Tunus'un bağımsızlığıyla beraber sömürge yönetimine ve Hüseynî Hanedanı'na son verip Cumhuriyeti ilan etse de bağımsızlık sürecinde oynadığı liderlik rolünün de etkisiyle ülke içerisinde Yeni Düstur Partisi çevresinde kuvvetli bir tek adam rejimi kurmuştur. Bu durum 1975 yılında kendisini ömür boyu devlet başkanı olarak ilan eden yasanın hazırlanmasıyla daha da güç kazanmıştır. Ancak sosyalist politikaların başarısız olmasını takip eden ekonomik açılım bazı siyasi açılım taleplerini de getirmiş, buna bağlı olarak 1981'de Tunus'un tek parti sisteminde görece rahatlama gerçekleşmiştir (Esposito ve Voll, 2001:
101). Ancak sonradan ortaya çıktığı üzere bu süreçte alınan kararların vakıada ciddi karşılığı olmamış ve Burgiba'nın tek adam rejimi 1987'ye kadar sürmüştür.

1987 yılında Tunus kansız bir darbe yaşamış ve Burgiba'nın yerine kısa bir süre önce hükûmete dâhil ettiği eski komutan Zeynelabidin bin Ali gelmiştir. Bin Ali esasında darbeyi tamamen anayasal düzlemde gerçekleştirmiştir. Devlet başkanının sağlık sebepleriyle görevden alınabileceğini belirten anayasa maddesine dayanan Bin Ali, son yıllarda Tunus'taki İslami hareketi bastırma amacı çerçevesinde idaresini iyice sertleştiren ve artık 84 yaşına gelmiş olan Burgiba'yı devirerek ülke idaresinin başına geçmiştir (Murphy, 1997: 117; Tiruneh, 2004: 16; Ware, 1988: 592). Uzun Burgiba yıllarından sonra gelen Bin Ali yönetimi Tunus halkı ve dünyada demokratikleşme yönünde ciddi umutlar oluşmasına yol açmıştır (Hochman, 2007: 67). Sosyalist Düstur Partisi yerine Anayasal Demokratik İttifak (et-Tecemmu' ed-Düstûrî ed-Dimukrâtî -)

16 Partisini kuran Bin Ali'nin ilk eylemleri arasında siyasi hükümlülerin salıverilmesi, Devlet Güvenlik Mahkemesinin ve ömür boyu devlet başkanlığının ilgası gelmiştir (Alexander, 1997: 35). Ayrıca çok partili
hayata geçileceği yönündeki vaatleri ve Tunus'un Arap-İslam geleneği üzerine yaptığı vurgular, Burgiba rejimi altında ezilen İslami hareket üzerinde de ciddi heyecan uyandırmıştır. Bu süreçte gerçekleştirdiği ve medyada çok ses getiren umre ziyareti, Zeytune'yi tekrar açması ve ramazan ayında resmî olarak oruca izin verilmesi Burgiba döneminin hem siyasi hem de kültürel yönden sona erdiği fikrinin oluşmasını sağlamıştır (Kefi, 1999: 38-40). Bu bağlamda Bin Ali'nin idareyi ele aldığı süreç, başta İslamcılar olmak üzere tüm muhalefet için bir "balayı" şeklinde görülmüştür (Halliday, 1990: 25).

Ancak vaat edilen dönüşümün gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması çok uzun sürmemiştir. 1989 seçimleri sonucunda Bin Ali'nin partisi seçim yasası gereği parlamentoda ezici bir çoğunluğa ulaşsa da muhalefetin ve özellikle de bağımsız olarak seçimlere katılan İslami hareket üyelerinin beklentilerin çok üzerinde oy alması hükûmetin baskı politikasına başlamasına yol açmıştır. Bunun sonucunda özellikle Nahda Hareketi'ne karşı art arda baskılar ve yargılamalar gelmiş ve hareket resmen yasaklanmıştır. Doğrusu Nahda'ya karşı gerçekleştirilen hükûmet eylemleri, Bin Ali yönetiminin otoritesini kurmak için yaptığı ve esasında Nahda üzerinden tüm muhalefete karşı gerçekleştirdiği eylemler olarak değerlendirilebilir. Zira, diğer muhalif seslerin de susturulduğu bu süreçte hangi kesimden olursa olsun muhalefetin yükselmesi ve demokratik dönüşüm, Bin Ali rejimi için bir tehdit olarak görülmüştür. Burgiba parti elitleri içerisinde ince hesaplarla süregiden bir siyasi ortamda uzun süre idarede kalmış ve her şeye rağmen halk üzerinde ciddi bir popülarite sahibi olmuş iken, ordudan gelen Bin Ali siyasette görece yeniydi (Alexander, 1997: 37-38). Bu yüzden rejimini sürdürmek için siyasi açılıma gitmiş olan Burgiba yönetiminden bile daha sert bir otoriter rejim kurmuştur. Bunun sonucu olarak 1987'de umutla bakılan Bin Ali rejimi 90'ların sonunda durağanlık ve baskıyla tanımlanmaya başlanmış (Khiari ve Lamloum, 1999: 106), güvenlik düşüncesi çerçevesinde tehdit kabul edilen siyasal İslam bastırılmış ve başörtüsü konusundaki yaptırımlar gibi bazı Burgiba dönemi baskı unsurları geri dönmüştür (Geisser ve Gobe, 2007). Wikileaks belgeleriyle de ortaya çıktığı üzere Bin Ali, siyasi alanda baskı oluşturmanın yanı sıra hazineden ailesine ciddi anlamda para aktarmıştır. Toplumun ciddi ekonomik sıkıntılar çektiği bir dönemde bunların ortaya çıkması sonucu halk özellikle Bin Ali'nin eşi Leyla Trabelsi'yi nefret edilen bir figür olarak tanımlamıştır (Anderson, 2011). 14 yıl süren ve siyasi baskılar ile ekonomik sıkıntılar arasında geçen rejimi, 2011 yılı Ocak ayında Yasemin Devrimi'nin sonucu olarak Bin Ali'nin ironik bir şekilde çok eleştirdiği Suudi Arabistan'a kaçmasıyla sona ermiş, böylece Tunus'ta yeni bir dönem başlamıştır.

Tunus'ta İslami Hareket 

Tunus'ta İslami hareketin doğuşu Mısır ve Suriye gibi bazı diğer Arap ülkelerinden görece sonra gerçekleşmiştir. Temellerinin 1960'larda ders halkalarıyla atıldığı hareket, 70'li yıllarda teşkilatlanmaya başlamış, 1981'de İslami Yöneliş Hareketi'nin kurulmasıyla da ciddi anlamda örgütlü bir yapıya ulaşmıştır. İslami hareketin Tunus'ta doğuşunun temel sebebi olarak bağımsızlık sonrası Burgiba reformları ve dinin yeniden tanımlanması ön plana çıkmaktadır. Tunus dinî hayatının temel direği olan Zeytune Camii ve Zeytune Üniversitesinden ikincisinin kapatılması ile ilmî faaliyetler yara almış, hızlı Batılılaşma reformlarıyla
da Arap-İslam kültüründen hızlı bir kopuş başlamıştır. Bu sebeple özellikle genç Müslümanlar kendilerini bir kimlik bunalımı içerisinde bulmuştur. Gannuşi'nin de belirttiği gibi, Tunus'un Arap-İslam kültürü içerisinde yetişmiş olan genç kesimi, hızlı bir Batılılaşma içine giren ülkede kendilerini birer yabancı gibi hissetmeye başlamışlardır (Jackson, 2006: 234).

Tunus'taki İslami hareketten bahsetmeden önce Raşid Gannuşi'ye değinmek gerekir. Hareketin ilk ve tek kurucusu olmasa da gelişimi sürecinden itibaren çok önemli rol almış ve sonrasında, fasılalarla da olsa, bugüne dek hareketin liderliğini yapmış olan Gannuşi'yi anlamak, hareketin yapısını anlamak açısından çok önemlidir. Zira dönem dönem farklı sesler çıksa da hareket büyük ölçüde Gannuşi'nin fikrî temelleri ve eylemleri üzerinde şekillenmiştir. 1941 yılında Gabes kentinin kırsalında doğan Gannuşi eğitimine görece geç başlamış, ailesinin şehre taşınmasıyla orta seviyeli okullar olan Zeytune medreselerinden birinde okumuştur. Zeytune mezunları Tunus'ta ancak öğretmen veya din adamı olarak iş bulabildikleri için üniversite eğitimine devam etmek amacıyla önce Mısır'a sonra da felsefe eğitimi almak üzere Şam'a gitmiştir. Mısır'da olduğu sürede dönemin pek çok Arap genci gibi Nâsırizm'den etkilenen ve Arap sosyalizmine kendini yakın hisseden Gannuşi, Şam'da bulunduğu süre boyunca Arap milliyetçiliği ve sosyalizminin Arap dünyasında temelleri olmayan, doğrudan Batı'dan alınmış fikirler olduğu kanaatine vararak bu fikirlerden uzaklaşmıştır. Şam'daki eğitimi sırasında farklı İslami gruplarla bir arada olmuş, onlarla fikri tartışmalara girmiş ve bu süreç sonucunda daha İslamcı bir fikre sahip olmuştur (Tamimi, 2001: 20).

Gannuşi'nin hayatındaki dönüm noktalarından biri de Sorbonne'da yüksek lisans yapmak için Paris'e gidişi olmuştur. Burada hem Batı dünyasını daha yakından görmüş, hem Batılı düşünürlerin seminerlerini takip etmiş hem de Pakistan kökenli Tebliğ Cemaatine katılarak Paris'teki Kuzey Afrikalı Müslümanlara yönelik dersler vermiştir (Jackson, 2006: 233). Gannuşi bir röportajında Paris'te geçirdiği süreyi hayatının en zor dönemi olarak değerlendirmiş, ancak bu zorlukların da kendi gelişimindeki önemini vurgulamıştır (Geisser, 2011).Gannuşi, Paris'ten ailesini görmek için Tunus'a yolculuk yaptığı bir seferde başkent Tunus'taki ders halkalarından birine katılmış, buradaki telkinler sonucu Fransa'daki eğitimini bırakarak Tunus'a yerleşmiş ve felsefe öğretmenliği yapmaya başlamıştır. Gannuşi, MTI ve Nahda'nın temellerinin atıldığı bu ders meclislerinde Abdülfettah Moro, Hemida en-Neyfer ve Salahaddin el-Curşî gibi diğer genç İslamcılarla tanışmış ve bu ekip zaman içerisinde camilerde dersler vermeye başlamıştır (Shahin, 1997: 70). Bu derslerle ilgili olarak Gannuşi çerçevenin çok geniş olduğunu, İslami derslerin yanı sıra Marxism, varoluşçuluk gibi konularda da dersler yaptıklarını belirtmiştir (Geisser, 2011). Gannuşi bir felsefe öğretmeniydi, hareketin ilk dönemlerindeki bir diğer lideri olan Moro da bir avukattı. Bu bağlamda, Tunus'taki İslami hareketin lideri olan İslamcılar, 19. yy'ın sonu ve 20. yy'ın başındaki İslamcılarından farklılık göstermektedirler ve tıpkı bazı diğer ülkelerdeki tertipleri gibi ulema kökenli değildirler.

Hükûmetin harekete görece tolerans gösterdiği 1960'lı yıllardan sonra, Tunus'ta başta solda muhalif seslerin yükselmesiyle beraber İslami hareketin de bazı faaliyetleri kontrol altına alınmaya başlanmıştır. İslami hareket başta Burgiba'nın otoriter rejimini dinî ve kültürel konular üzerinden eleştirirken, sosyal politikalar konusundaki eleştirileri ikinci plana atıyordu (Alexander, 2000: 466-467). Bu sebeple 1978'de büyük işçi gösterileri başladığı sırada destek verme konusunda yeterince hızlı olamamış ve ancak bir süre sonra işçi hareketlerini de desteklemeye ve işçi örgütleri içinde yer almaya başlamışlardır (Tamimi, 2001: 50). 1978'deki grevler ve bir sene sonra gelen İran Devrimi, Tunus'taki İslami hareket üzerinde
ciddi etkiye sahip olmuştur. Bu zamana kadar faaliyetlerini daha toplumsal düzeyde gerçekleştiren ve cılız eleştiriler haricinde siyasi düzeyde pek yer almayan hareket daha örgütsel ve siyasi bir yapı kazanmaya başlamıştır (Esposito ve Voll, 2001: 99). Bu bağlamda önce Cemaat-i İslami ismiyle bir yapılanma oluşturulmuş, ancak asıl ciddi örgütsel yapı 1981'de İslami Yöneliş Hareketi'nin kurulmasıyla gerçekleşmiştir. MTI Kuruluş Beyannamesi'nde İslam dünyasının özünden uzakta, gurbet içinde yaşadığı belirtilerek hareketin Tunus'a İslami şahsiyet kazandırmak, toplumda İslam fikrini ve ahlakını tekrar tesis etmek, toplumu her türlü kültürel ve siyasi dış hâkimiyetten kurtarmak, çoğulculuğu tesis etmek ve sosyal adaleti sağlamak için kurulduğu açıklanmıştır (Ghannouchi, 2000b: 286-288). Bu süreçte hareket UGTT'nin sosyal adalet konusundaki taleplerini de desteklemiş (Vandewalle, 1988: 611) ve demokratikleşmenin gerçekleşmesi taleplerini dile getirmiştir. Hareket ilk aşamadan beri yasal bir parti olmak talebi içerisindeydi ve bu amaçla taleplerini hükûmete iletmiştir (al-Madani, 2001: 332). Ancak İslami Yöneliş Hareketi'nin modernleşme, laiklik ve Batıcılık fikirlerini karşısına alarak kurulmuş olması hükûmet düzeyinde ciddi rahatsızlığa sebep olmuştur. Bu yüzden, Burgiba hükûmeti hareketin parti kurma talebini reddetmenin yanı sıra, İran destekli illegal bir örgüt olduğu iddiasıyla harekete karşı bir operasyon başlatmıştır (Esposito ve Piscatori, 1991: 431; Jones, 1988: 20). Başta Gannuşi ve Moro olmak üzere pek çok hareket üyesi tutuklanmış ve çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Bunu izleyen yıllarda hareket içerisinde fikrî ayrılıklar gerçekleşmiş ve siyasi aktivitelerin daha çok azaltılmasını savunan Abdülfettah Moro hareketten ayrılmış, böylece Gannuşi hareketin tek lideri olarak kalmıştır.

1981'de başlayan baskı politikasından Bin Ali'nin kansız darbesine kadar birçok MTI üyesi yargılanmış, hapse atılmış ve yasaklanmıştır. 1984'te Başbakan Muhammed Mzali ile yapılan görüşmelerde bir miktar yumuşama görülse de beklenen sonuçlar alınamamış ve baskı devam etmiştir. Bin Ali'nin 1987'de idareye gelmesi tıpkı muhalefetin diğer parçaları gibi İslamcılar üzerinde de heyecan yaratmıştır. Başa geldikten sonra bazı dinî yasakları kaldırması, muhalefetin parti kurmasına ve partilerin yayılmasına izin vermesi ve tutuklu
MTI üyelerini salıvermesi, hareket içerisinde gelecek için umutları arttırmıştır. Bu süreçte, 1989 yılında hareket hükûmetin de uzun süredir süregelen isteği doğrultusunda ismindeki "İslam" ibaresini kaldırmak amacıyla bir isim değişikliğine gitmiş ve "Nahda Hareketi" ismini almıştır.

1989 yılında yapılan seçimler hem Bin Ali rejimi hem de Nahda Hareketi için çok kritik olmuştur. İsim değişikliği gerçekleşse ve muhalefetin diğer parçaları parti kursalar da Nahda'nın parti kurarak seçimlere girmesine izin verilmemiştir. Buna karşılık bağımsız adaylarla seçime giren Nahda, beklenenden daha iyi bir sonuca ulaşarak % 15'in üzerinde oy almış; Tunus, Gabes, Sûse gibi şehirlerde % 30'a yaklaşmıştır (Esposito ve Piscatori,

1991: 431; Halliday, 1990: 25-26). Nahda üyeleri seçim sisteminden dolayı mecliste sandalye sahibi olamasalar da bu başarı hükûmet üzerinde ciddi etkiye sahip olmuştur. Yanı başlarında, Cezayir'de, İslami hareketin seçim yoluyla güç kazanması örneğinin de etkisiyle, seçim sonrasında Nahda üzerindeki baskı politikaları arttırılmıştır. Aynı günlerde bir hükûmet binasının bir grup İslamcı tarafından bombalanması olayı Nahda'ya karşı başlatılan baskıcı siyaseti daha da hızlandırmıştır. Her ne kadar bazı araştırmacılar ve gözlemciler bu süreçte ortaya atılan iddiaların doğruluğu konusunda ciddi şüpheler olduğunu dile getirseler de (Jones, 1988: 19; Willis, 2006: 140) gerçek henüz ortaya çıkmamıştır ve bu olayların etkisiyle Tunus toplumunun özellikle seküler kesimlerinde Nahda şiddet eylemleriyle bir arada zikredilmeye başlanmıştır. Hareket üzerindeki yargı süreci devam ederken Gannuşi Tunus'un mevcut vaziyetinde siyaset yapmanın mümkün olmadığına karar vererek Londra'ya gitmiş ve devrim sonrasına kadar da burada sürgünde yaşamıştır (Girardon, 1993; Shahin, 1997: 101). Nahda üyelerinin bir bölümü Gannuşi gibi yurt dışına kaçmış; Fransa, İngiltere, İsviçre ve Körfez ülkelerine yerleşmişlerdir. Geride kalan Nahda önde gelenlerinin büyük bir bölümü yargılanarak hapse gönderilmiş ve hareketin yurt içindeki idari yapısı ortadan kaldırılmıştır (Allani, 2009: 265). 1990'ların başından sonra hareket yeni bir idari yapıya geçmiş, faaliyetlerine büyük ölçüde Tunus dışında devam etmiş ve özellikle Avrupa'daki sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya gelerek siyasî ve fikri faaliyetler üzerine fikir alışverişlerinde bulunmuştur.

Nahda Hareketi'nin Fikri Temelleri

Tıpkı lideri Gannuşi gibi Nahda Hareketi de farklı kanallardan beslenerek bugünkü fikrî yapısını geliştirmiştir. Nahda Hareketi'nin fikrî yapısının temelinde Mısır'daki Müslüman Kardeşler tecrübesi ve fikri vardır. Benna ve Kutub'un kitapları özellikle 1970-1980'li yıllarda çokça okunmuş ve fikrî altyapıyı kurmuştur. Ancak fikrî düzeyde Kardeşler'e ciddi bir yakınlık olsa da örgütsel yapılanma olarak farklılıklar görülmektedir. Gannuşi'nin ve hareketin beslendiği ikinci kanal Malik bin Nebî'dir. Uzun yıllar Fransa'da yaşamış ve Batı
felsefesiyle yakından ilgilenmiş olan Cezayirli düşünürün medeniyet kavramı üzerine düşünceleri Gannuşi üzerinde etkili olmuştur. Kutub'un temsil ettiği daha selefi eğilimleri olan İslami hareketin Mağrip bağlamına uyumlu olmadığını savunan Malik bin Nebi, daha sonra Gannuşi'nin Tunus'un hususiyetleri doğrultusunda bir siyaset izlemesinde önemli rol oynamıştır (Tamimi, 2001: 31-33).

Tunus İslami hareketinin beslendiği bir diğer kaynak İran Devrimi olarak değerlendirilebilir. İran Devrimi, İslami prensipler üzerine bir rejimin kurulmasıyla sonuçlandığı için, İslam dünyasının pek çok yerinde olduğu gibi Tunus'ta da heyecanla karşılanmıştır. Bu bağlamda İran'da yaşananlar Tunuslu İslamcılara devrim heyecanı ve siyasi aktivizm fikrini aşılamıştır (Allani, 2009: 259). Hareketin örgütlü bir hal almasında İran Devrimi'nin ciddi bir rolü vardır. Ayrıca Humeyni'nin siyasi düşüncesinde yer alan ezen ve ezilen (müstekbir ve mustazaf) gibi kavramlar Gannuşi tarafından da kullanılmıştır (Geisser, 2011). Ancak İran Devrimi ile kurulan bu gönül bağı örgütsel bir bağ değildir. Muhtemelen içinde bulundukları siyasal ortam dolayısıyla Tunus İslami Hareketi İran'daki gibi bir rejim konusunda çok talepkâr olmamıştır. İran Devrimi ilk aşamada büyük heyecan yaratıp Nahda'nın gelişiminde rol oynasa da ilerleyen yıllarda devrim, sonrasında kurulmuş olan rejimin taşıdığı baskıcı unsurlar dolayısıyla Gannuşi tarafından hayal kırıklığına uğratıcı bulunmuştur. Gannuşi, İslami devletin tek bir yolu olmadığı, demokratik süreçler gibi başka yollarla da amaçlarına ulaşabileceklerini vurgulamıştır (Ghannouchi, 1984a, 1984b). 

Tunus'ta İslami hareketi etkileyen kaynakların bir diğeri olarak da Batı dünyası gösterilebilir. Tunus İslami Hareketi'nin temsilcileri genelde ya başta Fransa olmak üzere Avrupa'da ya da Tunus'taki modern okullarda eğitim almışlardır. Bu yüzden Tunus'un Batılılaşan/Batılılaşmış ortamında yetişmişlerdir ve savunduğu bazı noktalara karşı eleştirel olsalar da Batı düşüncesi ile onun günümüz toplumları için oynadığı role vâkıf durumdadırlar. Ayrıca rejimle aralarında çıkan ilişki hızlı ve özden koparıcı Batılılaşma yönünde gerçekleştiğinden diğer Arap ülkeleriyle farklılıklar göstermektedir. Tüm bunlar Tunus İslamcılığının Batı-
lı kavramlarla görece barışık ve daha ılımlı bir yol tutturmasında önemli bir rol oynamıştır.

Nahda Hareketi'nin Temel Fikirleri

Nahda Hareketi Müslüman Kardeşler, İran Devrimi ve Batı gibi farklı kaynaklardan beslenerek farklı siyasi ve toplumsal konulardaki problemlerle uğraşmış, bunlara çözüm üretmeye çalışmıştır. Çalışmanın bu kısmıyla, Tunus siyaseti açısından önem arz eden bazı meselelerde hareketin yaklaşımları ortaya konulmaktadır. Ancak bu noktada unutulmamaktadır ki Tunus'taki İslami hareket, lideri olan Gannuşi ile özdeşleşmiş bir harekettir. Hareket içerisinde tabii ki farklı dönemlerde farklı sesler çıkmış olsa bile, ana akım siyaset ve fikrî tavır Gannuşi'nin eylem ve fikirleri çerçevesinde oluşmuştur. Bununla doğru orantılı olarak da Nahda Hareketi üzerine yazılmış kaynaklar temelde Raşid Gannuşi'nin temel fikirlerini ortaya koymaktadır. Bu yüzden, bu kısımda hareketin görüşleri ele alınırken de büyük ölçüde Gannuşi'nin yazılı ve sözlü olarak ifade ettiği fikirleri üzerine odaklanılmıştır.

İslam'ın Siyasetteki Konumu

Gannuşi'nin ve Nahda Hareketi fikrinin temelinde İslam dünyasının bir parçası olarak geri kalmış olma durumu ve Tunus toplumunun bağımlılıktan kurtulmasının yollarını bulmak vardır (Filali-Ansary, 1996). Gannuşi'ye göre modern dönüşüm ve ilerlemeyi sağlamak farklı yerlerde farklı yollarla olabilir. Tunus için en iyi yol kendi Arap-İslam mirasından hareket etmektir. Ona göre Müslümanların kendilerine ait bir paradigmaları ve çözüm üretmek için başvuracakları değerleri, tarihleri ve kimlikleri vardır (Esposito ve Voll, 2001: 107). Bu sebeple Tunuslu Müslümanların Arap-İslam kimlikleri üzere kendi özlerine dönmeleri geri
kalmışlık ve bağımlılıktan kurtulmanın yoludur. Ancak Nahda temsilcileri bu görüşü savunurken, MTI'ın Kuruluş Beyannamesi'nde belirttikleri gibi, hükûmetin iddia ettiğinin aksine Tunus'taki İslam kimliğinin tek temsilcisi oldukları iddiasından kaçınmışlardır (Ghannouchi, 2000b: 287-288).

Nahda siyasi ve sosyal faaliyetler yoluyla İslami değerlerin toplum içerisinde tekrar yaygınlaşması için çalışmıştır. Gerektiğinde bu amaçla daha pratik ve aktif politikaya yönelik faaliyetlerde bulunmuşlardır (Khan, 2001: 222). Gannuşi genel manada İslami hareketlere karşı öz eleştirel bir tavır sergilemiş ve o güne dek yapılan hatalara bakarak İslami hareketlerin önceliklerini yeniden belirlemeleri gerektiğini söylemiştir (Ghannouchi, 2010b). Bu çerçevede Gannuşi ve dolayısıyla hareketin şeriatı tanımlama şekli de önemlidir. Gannuşi şeriat kurallarını tam olarak uygulayacak bir sistem kurmanın mevcut Tunus şartlarında uygun olmadığını düşünmektedir. Bu sebeple şeriatın genel İslami prensipler olduğunu ve bu şekilde hayatı düzenlediğini belirtmiştir (Abu-Rabi‘, 2004: 207). Bu doğrultuda Gannuşi'ye göre Sudan örneği ortaya çıkardığı bazı özgürlüklerle başarılı bir örnek olsa da, Suudi Arabistan örneği Tunus için bir model olarak kabul edilemez (Girardon, 1993). Zira Gannuşi, İslam düşüncesi üzerine içtihadın önemini vurgulamaktadır ve ona göre yönetim şekli gibi konularda tek bir doğru veya gerçek yoktur. Farklı içtihatlarla farklı yerlerde farklı sistemler kurulabilir (Esposito ve Voll, 2001: 108). Bu yüzden de Tunus'taki İslami hareket bir İslam devleti kurmaktansa ahlaki ve sosyal yönden İslam'a uygun bir sistemi savunma yolunda gayret göstermiştir (Ayubi, 1991: 86). Gannuşi, İslami hareketlerin önceliklerini sıraladığı bir makalesinde İslami hareketlerin hem siyasi hem de toplumsal faaliyetlere ağırlık vermeleri gerektiğini ancak ikisinin çelişmesi veya bir tercih yapılması durumunda sosyal faaliyetlerin öncelenmesi gerektiğini belirtmiştir (Ghannouchi, 2010b: 132-133). Bu çerçevede Tunus'taki İslami hareket siyasi faaliyetlerine başladığı andan itibaren her türlü şiddeti kötüleyerek çoğunluğun idaresinin, özgür seçimlerin, azınlık haklarının ve sivil toplumun var olduğu bir rejim için muhalefet yapmıştır. Tasvir edilen bu sistemde İslam'ın rolü sisteme düşünsel ve ahlaki altyapıyı sunmasıdır (Wright, 1996: 73).

Devrim sonrası Nahda Hareketi'ne baktığımızda İslam'ın siyasetteki yeri konusundaki fikirlerinde önceki görüşleriyle ciddi benzerlikler görmek mümkündür. Ekim 2011'deki seçimler öncesinde hazırlanan Nahda Partisi programında "Tunus'un dini İslam'dır." ibaresi geçmektedir ("Bernamecü Hareketi'n-Nahda," 2011: 7). Bu ibare hareketin ılımlı söylemi içerisinde biraz farklı anlamlara yol açsa da yetkililere sorulduğunda bunun Suudi Arabistan ve İran'daki gibi insanlara tercih bırakmayacak bir rejim kurulacağı anlamına gelmediğini belirtmektedirler. Nahda Hareketi Yürütme Kurulu Üyesi ve Kültür Komisyonu Başkanı Ajmi Lourimi'ye göre Nahda, İslami bir devlet tesis edecek veya doğrudan şeriat kurallarıyla yönetecek bir hareket değildir, ancak kendisine kaynak olarak İslam'ı ve onun emirlerini alan bir harekettir. Yani İslam, hareket için siyasi ve toplumsal olaylara çözüm üretme konusunda bir kaynaktır. Lourimi'ye göre de siyasetin nasıl tatbik edileceği yönünde farklı içtihatlar vardır ve İran ile Suudi Arabistan'ın uyguladıkları siyaset bu içtihatlardan sadece birer örnektir, Tunus'ta aynı modelin uygulanması yönünde bir zorunluluk olamaz (A. Lourimi, mülakat, 23 Temmuz 2012). Bu bağlamda gerek Lourimi'nin gerekse de diğer yetkililerin söylemlerinde dikkat çekici noktalardan biri "şeriat" kelimesinin kullanımından çekinmemeleridir. Batı'da "şeriat yasaları" denildiğinde bunun İran, Suudi Arabistan veya Afganistan'daki rejimlerle ilişkilendirilmesine rağmen yetkililer "şeriat" terimini sıklıkla kullanmakta ve bunu Gannuşi'nin de geçmişte tanımladığı üzere hayatı düzenleyen genel prensipler şeklinde geniş bir anlamda tanımlamaktadırlar. Lourimi'nin yaptığı şeriat tanımıyla beraber mülakatta hareketin "ılımlı" bir görüşü olduğunu tekraren vurgulaması dikkat çekici bir nokta teşkil etmektedir.

Son dönemde Gannuşi'nin açıklamalarına ve röportajlarına bakıldığında da benzer söylemlere rastlamak mümkündür. Kendisine "Bin Ladin'den Erdoğan'a kadar bir yelpazede Nahda'yı nerede tanımladığı" sorulduğunda Gannuşi; Türkiye, Endonezya ve Malezya modelleri gibi kendilerini çok daha iyi tanımlayan ve kendilerine yakın gördükleri rejimler varken Taliban ve Suudi rejimleri gibi kendilerinden farklı rejimlerle karşılaştırmanın yersiz olduğunu belirtmiştir (Aneja, 2011). Foreign Policy Magazine'da yayımlanan bir başka röportajında ise Nahda Hareketi üyelerinin radikal fikirlerden uzak, diğer insanları tekfir etmekten kaçınan ve şiddeti eleştiren kişiler olduklarını belirtmiştir. Aynı zamanda Gannuşi, hareket üyelerinin selefi fikirlerden de uzak olduklarını ve Tunus'ta ciddi anlamda azınlık olan Selefilerin de Nahda tarafından temsil edilmediğini belirtmiştir (Lynch, 2011b). Her ne kadar hareketin önde gelen isimleri ılımlı İslam'ı temsil ettiklerini belirtse ve yeni dönemde bireylerin haklarını kısıtlamayacaklarını ifade etseler de Tunus'taki seküler kesimler içerisinde ciddi eleştiriler mevcuttur. Seküler kesimler, özellikle 1980 ve 1990'lardaki yargılama süreçlerinde Nahda Hareketi İran rejimi ve şiddet olaylarıyla ilişkilendirildiği için kurulan rejimin söylemlerinde samimi olmadıklarını belirtmektedirler (Chrisafis, 2011). Hatta Abdul Rahman al-Rashid'in Londra merkezli Asharq Alawsat'ta yayımlanan makalesine göre bu söylemler yalnızca Batı'ya karşı meşruiyet sağlamak amaçlı yapılan yorumlardan ibarettir (Al-Rashid, 2011). Keza eski bir Nahda üyesi olan ancak 1990'ların başında hareketten ayrılan, daha sonra Tunus hükûmetine karşı yumuşak muhalefet yaptığı için eleştirilerek kurduğu partisiyle 2011 seçimlerinde başarısız bir sonuç alan Mohamed Elhachmi Hamdi'ye göre de Gannuşi söylemlerinde demokrasi kartını kullanarak Batılı araştırmacıların gözünde olumlu bir imaj oluşturmaktadır (Hamdi, 1996: 84). Nahda'nın söylemleriyle ilgili gelen bir diğer eleştiri de söylemlerindeki belirsizliklerdir. Buna göre Arap-İslam kimliğinden ve toplumu İslamileştirmekten bahsetseler de bundan tam olarak neyi kastettikleri ve bunu nasıl gerçekleştirecekleri belirsizdir (Lee, 2008: 157).

Demokrasi ve İnsan Hakları

Önce MTI ve sonrasında da Nahda Hareketi, Tunus'taki rejimin demokratik ögeler kazanması gerektiğini daima savunmuştur. Bu bakımdan Tunus'taki hareket, Arap dünyasındaki diğer başat İslami hareketlerle kıyaslandığında, demokratik prensipleri savunma konusunda onlara öncülük etmiştir. Hareketin lideri Raşid Gannuşi de yakın dönem İslamcı düşünür ve aktivistleri arasında demokrasi ve özgür çok partili seçim sisteminin önde gelen savunucularındandır. Gannuşi'ye göre Arap dünyasında yaygın olan otoriter ve baskıcı
rejimler, İslam dünyasının siyasal ve toplumsal gelişiminin önündeki en büyük engellerdir. Bu bağlamda "Putperestlikten sonra İslam'ın en büyük düşmanı despotizmdir." diyerek otoriter rejimlerin İslam dünyasına ne kadar zarar verdiğini vurgulamıştır (Abu-Rabi‘, 2004: 215). Bu çerçevede Gannuşi kendilerine İslami etiket yapıştıran otoriter rejimlerin de İslami rejim kavramının yanlış anlaşılmasına sebep olduğundan şikâyet etmektedir (Derviş, 1994: 104-105). Ona göre çoğulculuk, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının korunması da zaten İslam'da olan şeylerdir ve bunların korunduğu, hayata geçirildiği bir rejim tercih
edilmelidir. John Esposito ile yaptığı bir mülakatında Gannuşi "Eğer demokrasi ile kastedilen Batı toplumlarında hâkim olan, insanların özgürce kendi temsilci ve liderlerini seçtikleri, gücün nöbetleşe el değiştirdiği ve özgürlükler ile insan haklarının korunduğu bir yönetim modeli ise, Müslümanlar kendi dinlerinde demokrasiye karşı gelecek hiç bir şey bulamazlar, hatta bu yolu izlemekte çıkarları vardır." diyerek demokrasi ile İslam'ın birbirleriyle uyumlu olduğu düşüncesini vurgulamıştır (Esposito ve Voll, 2001: 114). Gannuşi, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve Hayreddin Paşa gibi 19. yy. İslamcılarından da
faydalanarak bu düşüncesini desteklerken, Medine Vesikası ile İslam'da çoğulculuğun temellerinin atıldığını (Abu-Rabi‘, 2004: 214) ve İslami yönetimin özünde olan şuranın ancak demokratik bir sistemde hayata geçirilebileceğini vurgulamıştır (Derviş, 1994: 91). Gannuşi'ye göre İslam'da demokrasi fikrine karşı çıkan bazı düşünürler yalnızca demokratikleşme değil aynı zamanda gelişmenin de önündeki en büyük engellerdendir. Zira o, bu düşünürlerin modern dünya konusunda yeterince bilgi sahibi olmadıklarını ve yeni bir düşünce üretmeksizin var olan literatüre göre hareket ettiklerini düşünmektedir. Bu yüzden de kavramları tanımlama konusunda farklılıklar göstermektedirler. Demokrasiye karşı olan İslamcıların eleştirilerinden biri olan, demokrasinin Allah'ın hükmü değil halkın hükmüne tekabül etmesi eleştirisine karşılık Gannuşi, Allah'ın hükmünün kendisinin bizzat yeryüzüne inip insanları yönetecek olması şeklinde anlaşılamayacağını belirtmiş ve Allah'ın hükmüyle kastın zenginlik, güç ve yasa yapma hakkını tekelleştiren despotlardan özgürleşme olduğunu belirtmiştir. Bu yüzden esasında, demokrasinin tesisi ile Allah'ın hükmünün gerçekleştirilebileceğini belirtmiştir. Bu şekilde fikrî üretimin devam ettirilebilmesi için de içtihada bir kez daha vurgu yapmış ve halife Hz. Ömer dönemini örnek göstermiştir. Buna göre Hz. Ömer dönemi de birçok farklı kültürden âdet ve fikirlerin alındığı bir dönem olması yönüyle Batı'yla yakın ilişki hâlinde olunan günümüze benzemektedir. Hz. Ömer bu yenilikler çerçevesinde içtihatta bulunarak topluma faydalı olanları uygulamaya başlamıştır. İşte bu yüzden Gannuşi'ye göre, aynı şekilde yeni fikirlerin faydalı olanlarının uygulanması için bugün de içtihat çok önemlidir (Tamimi, 1998). 

Fakat aslında Gannuşi demokrasiyi de itirazsız bir şekilde kabul etmemektedir. Batı demokrasilerinde, özellikle işleyiş yönünde problemler olduğunu kabul etmekte, bu yüzden realitede var olan bir modelin uygulanmasını değil, demokrasinin temel prensiplerine dayanan bir modelin uygulanmasını savunmaktadır (Esposito ve Voll, 2001: 115). Ancak bunları söylerken net bir ideal demokrasi modeli çizmemekte, muğlak tanımlaması içinde dahi ideal bir demokratik modelin hayata geçirilmesinin çok gerçekçi olmadığını kabul
etmekte ve mümkün olan en iyi seviyeyi amaçlamaktadır (Tamimi, 2001: 102).

Gannuşi ayrıca Müslümanların seküler demokratik rejimlerde yaşaması konusuna da vurgu yapmıştır. Ona göre İslami bir rejimin kurulması dinî bir vazifedir ve bu yüzden bu yolda çaba sarf etmek gerekir (Ghannouchi, 1998: 89). Ancak böyle bir durumun mümkün olmaması durumunda Müslümanlar demokratik olan seküler bir rejim altında da yaşayabilirler. Hatta Gannuşi, eğer özgür bir İslami sistem kurulamıyorsa özgürlüklerin sağlandığı seküler bir ülkede yaşamanın şeriatın resmî yasa ilan edildiği ancak özgürlüğün olmadığı bir ülkede yaşamaya tercih edilecek bir durum olduğunu belirtmektedir (Abu-Rabi‘, 2004:210). Gannuşi'ye göre seküler bir toplumda yaşayan Müslümanlar o toplum içerisinde güç paylaşımını talep etmelidir. Mevcut seküler sisteme aktif bir şekilde katılmalı, bu sistem içerisinde kendi yaşamlarını sürdürebilecekleri özgürlükleri talep etmelidirler. Gannuşi, bu ortak yaşam tezini destekleyecek örnekler vermektedir, bunların başında gelen örnek ise Hz. Yusuf'un Firavun'un yönetimi altında yaşayarak vezirliğe kadar yükselmesidir (Ghannouchi, 1998: 91-93; Khan, 2001: 224).

Bu yorumlarından da anlaşılacağı üzere Gannuşi özgürlükler ve insan hakları üzerinde oldukça çok durmaktadır. Özellikle İslam'da İnsan Hakları (Hürriyât'ül-Âmme) isimli kitabında İslam düşüncesi içerisinde özgürlüğün ve insan haklarının korunmasının ne kadar temelde olduğunu belirtmektedir (Ghannouchi, 1993: 37-44). Buna göre insan hakları yalnızca birer ehliyet değil aynı zamanda korunması devlete vazife olan emanetlerdir. Korunması en önemli olan insan hakkı da özgürlüğün sağlanmasıdır. Gannuşi'ye göre demokrasinin var olması İslam şeriatı tarafından koruma altına alınan seçme hürriyetinin hayata geçirilmesinin bir yoludur (Tamimi, 2001: 76). Ayrıca Gannuşi demokrasiyle insan haklarının
korunduğu bir İslami rejimde, ateistler dâhil herkesin inanç hürriyetinin korunacağını ve farklı fikirlerin ses bulabileceğini iddia etmektedir (Derviş, 1994: 201).

Devrim sonrası Tunus'una baktığımızda toplum genelindeki temel talebin özgürlüklerin tesisi ve demokratikleşmenin sağlanması olduğunu görmekteyiz. Bu süreçte Nahda Hareketi de tıpkı diğer muhalif hareketler gibi özgür seçimlerin en kısa sürede yapılmasını savunmuş ve demokratik sistemin kurulmasını talep etmiştir. Bu bağlamda Nahda Partisinden Tunus Kurucu Meclisinde milletvekili olan Amîr el-Arîdh'e göre demokrasinin ülkede başarıya ulaşması İslam toplumuna da hizmet edecektir. Bu çerçevede Nahda Hareketi
ve Partisi yeni dönemde de demokrasinin tesisi konusundaki taleplerini daima dile getirmiştir (A. el-Arîdh, mülakat, 23 Temmuz 2012). Tabii ki seçimlerin yapılması ve hükûmetin kurulması demokratik dönüşüm sürecinin sadece bir aşamasıdır. Tam anlamıyla sağlıklı çalışan bir demokrasinin oluşması zaman alan ve bu konuda ülkenin farklı kesimlerinin ciddi kararlılığını gerektiren bir süreçtir. Bu açıdan bakıldığında Nahda Hareketi'nin demokratikleşme talebinde bulunması önemlidir ancak geçiş sürecinin sıkıntıları baş göstermeye devam ettikçe ve süreç uzadıkça aynı kararlılığın gösterilmesi de Tunus toplumunun amaçları doğrultusunda gereklidir. Bu süreç tıpkı Tunus'un diğer siyasi grupları gibi Nahda Hareketi için bir imtihan süreci olacaktır. Hareketin takınacağı tavır ve eylemleri, demokratik bir sisteme olan inançlarının boyutunun anlaşılmasını sağlayacaktır.

Batı Dünyasıyla İlişkiler

Nahda Hareketi'nin Batı ile ilişkilerini fikri düzeyde ve siyasi düzeyde olmak üzere iki seviyede incelemek doğru olacaktır. Fikri düzeyde incelemekten kasıt Gannuşi ve Nahda üyelerinin Batı toplumlarında kabul görmüş olan kavramlara bakışlarını anlamaktır. Siyasi düzeyde ise Batılı devletler ve toplumlarla kurulacak ilişki temeldedir. Bazı İslamcı kesimlerde, özellikle Selefilerde ve İran tarafından temsil edilen Şii İslamcılı-
ğında Batılı kavramlara karşı genel manada bir direniş vardır. Zira Batılı kavramların Batı felsefesinin savunduğu değerlerle birlikte geleceğini, böylece de İslami değerlerin zarar göreceğini savunurlar. Bu yüzden Batı'da yaygın olan modern kavramlar genelde kötü olarak karşılanır ve İslam medeniyetinin kendine has değerlerine bağlılık savunulur. Ancak Gannuşi'nin düşüncesindeki İslami değerlere bağlılık Batı düşüncesinin tamamen reddini gerektirmez. Gannuşi tıpkı laiklik savunucusu Arapların Batılı fikirleri sorgusuz, eleştirisiz kabul etmelerine karşı çıktığı gibi, bunları mutlak olarak reddeden yorumlara da karşı çıkmıştır (Tamimi, 2001: 36). Batı düşüncesi ve toplumlarıyla ilişkinin bir değerlendirmeye tabi tutulması yoluyla fikir alışverişi sağlanabilir. Yani İslami prensiplere ters düşmeyen şeyler Batı toplumlarından gelmiş dahi olsa bunların kabulünde bir engel yoktur, bu tam tersine olumlu bir durumdur. Burada en önemli şart Batı'dan fikir, metot ve kavramları alma sürecinin bir bağımlılık ilişkisi yaratmasından kaçınmaktır (Esposito ve Voll, 2001: 107). Zaten önceki bölümde de görüldüğü gibi demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi kavramlar İslam'a aykırı olmadıkları için kabul edilmişlerdir. Ayrıca Nahda Hareketi Tunus'ta muhalefette olduğu süre boyunca çoğunluk yönetimini, özgür çok partili seçimleri, azınlık haklarını ve sosyal adaleti savunmuştur. Bu bağlamda Nahda düşüncesinde amaç moderniteyi reddetmek değil, bir anlamda onu İslamileştirmektir (Jones, 1988: 21).

Toplumsal ve siyasi düzeyde Batı ile ilişkilerde en önemli konulardan biri çatışma-diyalog dikotomisi olmuştur. Bu kapsamda Gannuşi Huntington'ın medeniyetler çatışması tezine karşı çıkarak, kültürel ve dinî farklılıkların çatışma olması durumunu kanıtlayamayacağını savunmuştur (Wright, 1996: 74). Buna karşılık Batı ve İslam medeniyetleri arasında diyaloğun mümkün ve gerekli olduğunu, bu yolla fikir alışverişinin olumlu sonuçlar doğurabileceğini savunmaktadır (Maddy-Weitzman, 1997: 178). Zira İslam tarihine bakıldığında diğer dinlerin tanındığını ve bunlarla iyi ilişkilerin de kurulduğunu vurgulamaktadır. Bu yüzden
de Batı'yla savaşmak isteyen tutucu bir Müslüman ordusu görüntüsünün hatalı olduğunu belirtmektedir (Ghannouchi, 2010a: 206-208). Bu çerçevede İslam ve Batı toplumlarının despotizm gibi ortak düşmanlara karşı birlikte hareket etmeleri gerektiğini vurgulamaktadır (Ghannouchi, 1998: 89).

Devrim sonrası süreçte Nahda Hareketi'nin önem verdiği konulardan biri de muhalefet yılları boyunca Batı dünyası ile kurulan görece iyi ilişkilerin devamı olmuştur. Nahda üyeleri devrim sonrası faaliyetlerinde "Batı'yı korkutmama" amacı gütmektedir. Bu yüzden de Gannuşi uzun sürgün yıllarından sonra Tunus'a dönüşü sırasında destekçilerinden havaalanına gelip büyük gösteriler yapmamalarını talep etmiş, Humeyni'nin dönüşü gibi bir imaj oluşturmaktan ısrarla kaçınmıştır (Lynch, 2011a). Bir röportajında Batı ile ilişkiler sorulduğunda Gannuşi, Batı'yla aradaki kapının açık olmaya devam edeceğini, ancak aynı zamanda başka kapılar da açmaya çalışacaklarını belirtmiştir (al-Turki, 2011). Milletvekili Amîr el-Arîdh ise Batı'yla ilişkiler sorulduğunda Avrupa Birliği (AB) ile olan ticari ilişkilere vurgu yapmaktadır. AB'nin Tunus'un en büyük ticari ortağı olduğunu hatırlatan el-Arîdh hem fikri düzeyde hem de pratik düzeyde ilişkilerin bozulmasının mümkün olmadığını belirtmektedir. Ancak Nahda üyelerinin Batı'yla ilişkilerde üzerinde durdukları bir diğer önemli nokta da bağımlılık konusudur. Her ne kadar Batı'yla iyi ilişkilerin devam edeceğini belirtseler de bu ilişkinin Batı'nın tek taraflı hâkimiyeti şeklinde olmayacağını, kendi bağımsız karar alma mekanizmalarını işleteceklerini belirtmektedirler (A. el-Arîdh, mülakat, 23 Temmuz 2012). Nahda temsilcileri tarafından bağımlılık meselesine vurgu yapılması hareketin bulunduğu konumu tasvir etmesi ve savunması açısından önem taşımaktadır. 

Hareketin bir yandan mutedil olduğu belirtilir ve bu Batılı kavramlarla olan ilişki ile desteklenirken, diğer taraftan bağımlılık vurgusu yapılarak hem diğer İslamcı grup ve hareketlere hem de Batı dünyasına bir mesaj vermeye çalıştıkları anlaşılmaktadır. Bu vurgu bir yandan Nahda'yı Batılı kavramlara kendilerini kaptırarak özden uzaklaştıkları iddiasıyla eleştiren Selefi hareketlere bir mesaj niteliği taşırken, bir yandan da Batı dünyasına kurulacak ilişkide bir sınır çizmektedir. Hareket mensuplarının söylemlerinde dikkat çeken önemli bir diğer unsur ise diğer ülkelerle iyi ilişkileri savunurken ve bunu dış politikanın çok önemli bir parçası olarak görürken İsrail'i dışarıda bırakmalarıdır. İsrail tutumunu değiştirmediği sürece iyi ikili ilişkiler yürütülemeyeceği vurgulanmaktadır (A. Lourimi, mülakat, 23 Temmuz 2012; al-Turki, 2011).

Laiklik, Modernite ve Sivil Toplum

Alaya Allani'ye göre modern dönemde Tunus siyasetinin en önemli meselelerinden biri ve hatta birincisi- İslam ve siyaset arasındaki ilişki, yani laiklik mevzusudur (Allani, 2009: 257). Daha önce de belirtildiği gibi Tunus bağımsızlığını kazandıktan sonra Burgiba'nın Batılılaşma yönünde gerçekleştirdiği reformların temelinde Tunus'un Arap-İslam kültüründen kopuşunu sağlamak vardı. Bu yüzden de, daha sonra İslami hareketin de doğuşunda büyük rol oynayacağı üzere, ülkede laiklik yönünde radikal reformlar gerçekleşmiştir. Tunus'taki İslami hareketin otoriter rejimin varlığı, insan haklarına riayet edilmemesi gibi en temel eleştirilerinden biri de Tunus'un Batılılaşarak modernleşmiş, laik siyasi ve toplumsal yapısıdır. Ancak, Gannuşi ve Nahda'nın laiklik eleştirisinde dikkat çeken önemli bir nokta muğlak yorumlar yapılmış olmasıdır. Gannuşi, laiklik, modernleşme, Batılılaşma gibi kavramları kimi zaman birbirinin müteradifi kavramlar olarak kullanmıştır (Tamimi, 2001: 107). 

Bu sebeple laikliğin Nahda'nın gözünde Batı modelinde modernleşme ile aynı manaya geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Gannuşi, Batı'da özellikle de Fransız Devrimi'ni takip eden süreçte, gerçekleşen modernleşme ve laiklik tecrübesini yalnızca kabul edilebilir bir tecrübe değil, üstüne üstlük kendi içinde olumlu yönleri olan bir tecrübe olarak değerlendirmektedir. Zira, ona göre bu hareket, Avrupa bağlamında monarşi ve kilise ortaklığından oluşan ve halkı göz ardı eden rejimlere karşı ortaya çıkmıştır, dolayısıyla da Avrupa devletlerinde gelişim ve başarı ile sonuçlanmıştır (Ghannouchi, 2000a: 105; 2010a: 172).
Ancak Gannuşi'nin laiklik eleştirisi temelde Avrupa ile Arap dünyası ve özelde Tunus'un farklılığı noktasından başlamaktadır. Buna göre Avrupa'daki modernleşme ve laikliği Arap dünyasına taşımak isteyen liderler, Avrupa'dan farklı olan bu siyasal ve toplumsal yapıya ancak Avrupa'dakilerin başarısız bir kopyasını getirebilmişlerdir. Bunu yaparken de Avrupa'daki laiklik anlayışının gelişimi ve insan haklarının korunmasını sağlayan olumlu yönlerini göz ardı edip, bunun yerine dine karşı yıkıcı özelliğe sahip yönlerini alarak bir sahte laiklik düzeni oluşturmuşlardır (Ghannouchi, 2000a: 98-99; Tamimi, 2001: 112-114). Bu sahte
laiklik düzeninde amaç kutsal olanla dünyevi olanı ayırmak veya değer ve inançları koruma altına almak değil, bunun yerine dinî kurumlar ve semboller üzerinde tam kontrolü sağlamaya çalışmak olmuştur. Bu sayede Arap devletleri din üzerindeki yorum -ve hatta içtihat hakkını tekelleştirerek tıpkı Orta Çağ'da kilisenin oynadığı rol gibi din üzerinde tanımlama yapma, tasarrufta bulunma ve yorumlama yetkisini yalnızca kendinde görme durumuna gelmiştir. Tüm bunlar doğrultusunda da geçmişten kopuş ve sahte laiklik ile modernleşmeyi getiren liderler kendi otoriter rejimlerini kurabilmiş ve bunu da dinî kendi yorumladıkları
-veya taraftarlarına yorumlattıkları- için rejimlerini haklı çıkararak yapmışlardır. Burgiba'nın kurduğu Tunus toplumu içerisinde bir yandan Batı modelinde modernleşmeyi sağlarken öte yandan Avrupa modelinden farklılıklar gösteren bir laiklik modeli tesis etmesi; bunu da kimi zaman ulemadan biri gibi çıkış yaparak, örneğin çalışanların performanslarını düşürmesi sebebiyle ramazanda oruç tutmalarının yanlış olduğunu belirterek gerçekleştirmesi, bunun en belirgin örneklerindendir. Böylece Tunus'ta Avrupa laikliğinin geçmişten kopuş yönü alınmış olsa da özgürleştirme ve hakları koruma yönleri göz ardı edilmiş, bunlar yerine geçmişten kopuk ve otoriter bir sistem kurulmuştur (Ghannouchi, 2010a: 182).

Otoriter Arap rejimlerinin gerçekleştirdiği eksik aktarıma karşı çıkan ve doğal farklılıklardan dolayı da hiçbir zaman Batı toplumlarında olan şeylerin doğrudan aktarılamayacağını savunan Gannuşi, eğer bir değişim ve modernleşme olacaksa bunun Tunus'un kendi mirasından, yerel dinamiklerinden ve Arap-İslam kültüründen hareketle gerçekleşmesi gerektiğini belirtmektedir (Jackson, 2006: 235). Buna göre Tunus toplumu akıl için mutlak hürriyet, ilmî faaliyetlerde hürriyetin tesis edilebilmesi, demokrasi, halk egemenliği ve sivil toplumun oluşabilmesi için moderniteyi talep etmektedir. Ancak bu modernleşme sürecinin Batı üzerinden değil, toplumun kendi iç üretiminden çıkmasını istemektedir. Gannuşi her ne kadar sekülerizmin tam olarak nasıl uygulanacağı üzerinde durmasa da daha geniş çerçeveden modernleşme sürecine bakarak, hiçbir Müslüman'ın modern siyasi ve iktisadi araçları kullanma, fikirlerden faydalanma konusunda modernleşmeyi reddetmeyeceğini iddia etmektedir. Böylece, bir etkileşim olsa da Müslümanlar kendi kültür ve geleneklerinden hareketle modernliği tanımlayabileceklerdir. Bu tanımlamadan amaçlanan şey, o mirasa ve geçmiş günlere geri dönmek değil, bilakis İslam toplumlarını modern dünyada yeniden inşa etmektir. Tüm bu alımlı ve etkileyici ifadelere rağmen, Gannuşi modernliğin inşası konusunda yerel miras ve kültüre dönmek şeklinde bir öneride bulunmakla beraber bunun nasıl ve hangi yollarla yapılacağı konusunda somut bir reçete sunamamaktadır.

Gannuşi'nin laiklik ve modernleşme bağlamında üstünde durduğu konulardan biri de sivil toplum konusudur. Otoriter Arap rejimlerinde sivil toplumun zayıf olmasının sebebi olarak yine sahte laiklik ve modernleşme tecrübelerini gösteren Gannuşi, aynı zamanda Batı'daki laiklik anlayışı sonucunda ortaya çıkan sivil topluma da bir dizi eleştiri getirmektedir. Ona göre din, toplumsal hayatın dışına çıktıkça, onun savunmuş olduğu toplumsallık, diğerkâmlık gibi değerler de yerini bencilliğe ve bireyselliğe bırakmaktadır. Bunun sonucu olarak laiklik ve modernleşmeyle beraber bireyselcilik yükselirken insanlar çok daha atomize hayatlar yaşamakta, böylece de toplumsal yaşam büyük ölçüde göz ardı edilmektedir. Bu yüzden her ne kadar Batı'da sivil toplumun gelişmesi mümkün olsa da eksik bir yapı oluşmuştur (Ghannouchi, 2000a: 119-120). Öte yandan Gannuşi, Müslümanların kendi içinde üreteceği bir modern toplumda sivil toplumun da kuvvetli olacağını savunmaktadır. İslam toplumlarının özünde bulunan ümmet fikri böylece ihya edilebilecek ve devletten bağımsız olarak insanlar için hizmet sağlanabilecektir. Bu yüzden de Gannuşi'ye göre sivil toplumu kurmak ve güçlendirmek İslami hareketlerin önceliklerinden biri olmalıdır. 

Daha önce de tartışıldığı üzere siyasal ve toplumsal faaliyetlerin çakışması durumunda önceliğin toplumsal faaliyetlere verilmesi gerektiğini düşünen Gannuşi, sivil toplumu kurma ve geliştirme faaliyetlerinin devlet kurulsa da kurulmasa da devam ettirilmesi gerektiğini belirtmektedir (Ghannouchi, 2010b: 133-134).

Tıpkı modern Tunus tarihinde laiklik mevzusu önemli bir yere sahip olduğu gibi, devrim sonrası süreçte de laiklik meselesi önemli bir yer işgal edeceğe benzemektedir. Hükûmet toplumu İslamileştirme amacında iken ve bunun için bazı faaliyetler gerçekleştirirken, 

Tunus'un laik kesimi bu durumu modern Tunus'tan bir geriye dönüş olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla da laikliğin tesisi sürecinde büyük ölçüde koparılmış olan din unsurunun tekrar dile getirilmesi, Batılılaşma ve modernleşme gayretlerinin ters çevrilmesi olarak görülmektedir. Her ne kadar Nahda temsilcileri söylemlerinde toplumu İslamileştirme faaliyetlerinin özgürlükleri hiçbir şekilde kısıtlamayacağını, Tunusluların eskiden olduğu gibi yaşamlarına devam edebileceklerini söyleseler ve bunu bireysel özgürlüklerin korunması ilkesine dayandırsalar da laik kesimler bu konuda ikna edilememektedir (Lister, 2011). Öte yandan laiklik konusunda Nahda ile ilgili en büyük soru işareti, bunu tam olarak nasıl gerçekleştireceklerinin bilinememesidir. Bir yandan toplumu İslamileştirmekten bahsederken öte yandan bundan kastın tam olarak ne olduğunu ve bunun nasıl gerçekleştirilebileceğini belirtmemektedirler (Y. Skanderani, mülakat, 23 Temmuz 2012). Bunun en belirgin sebebi olarak, uzun yıllardır fikri olarak savundukları toplumu İslamileştirme fikrini tatbik edebilecekleri gerçek bir fırsatlarının olmamış olması ve buna bağlı olarak da teorik düzeyde çizdikleri model veya modelleri somutlaştıramamaları ön plana çıkmaktadır. Ancak, bu fikirleri eyleme dökme sürecinde izleyecekleri yolun belirsiz olması ve sonuçta ideallerindeki toplumsal yapının tesis edilip edilemeyeceğinin kestirilememesi, özellikle laik kesimlerin kafasında Nahda'ya karşı belirsizliğin daha da büyümesine sebep olmaktadır.

Devrim sonrasında Tunus'ta laiklik mevzusu tartışılmaya devam ederken, bu konuda sıcak bir tutuklama olayı gerçekleşmiştir. Bin Ali'ye karşı en ciddi eleştirilerden birini getirmesiyle ünlenen barış ödüllü Tunuslu gazeteci ve aktivist Sofiane Chourabi 2011 Ramazan'ında kamuya açık alanda içki içtiği gerekçesiyle tutuklanmıştır (Ltifi, 2012). Her ne kadar Chourabi çok kısa bir süre sonra serbest bırakılmış olsa da tutuklama olayı, laik kesimlerin korkularının daha da artmasına sebep olmuş ve tepkilerini Nahda hükûmetine yönelterek laik düzenin tehdit altında olduğu gerekçesiyle bu kişilerin gösteriler yapmalarına yol açmıştır.

Chourabi'nin arkadaşı bir başka Tunuslu aktivist Marwan Maalouf'un tutukluluk süresinin bittiği gün verdiği demeçte aslında bu yasanın eski rejimden kaldığını belirterek yasayı Nahda hükûmetinin çıkarmadığını belirtmiştir. Bu tutuklamayı Chourabi gibi muhalif gazetecilerin bastırılması amacıyla gerçekleştirilmiş bir eylem olarak değerlendiren Maalouf'un asıl eleştirdiği nokta Nahda'nın din ve devlet ilişkileri konusundaki düzenlemeleri değil, bunun yerine eski rejime ait bazı yasaların hâlâ daha değiştirilmemiş olması dolayısıyla
devrim reformlarının eksik kalması olmuştur (Activist Marwan Maalouf Reacts to Sofien Chourabi Arrest, 2012; Ghribi, 2012). Yani bir yandan laiklik tartışması alevlenirken öte yandan demokratikleşmeyle ilgili eksiklerin olması sebebiyle hükûmete tepki gelmektedir.

Bu çerçevede, hem Nahda Hareketi ve Partisinin hem de Tunus'taki laik kesimlerin Tunus toplumsal yapısının şekillenmesi konusundaki söylemlerine baktığımızda, sadece fikrî düzeyde bile bir uzlaşının sağlanması çok da kolay görünmemektedir. Daha önce de vurgulandığı üzere, Nahda Hareketi Arap-İslam kimliğinin ön planda olduğu, daha "İslamîleşmiş", aynı zamanda da herkesin bireysel özgürlüklerine saygının sağlanabileceği bir toplumsal yapı fikrini savunurken; laik kesim, Türkiye gibi bazı diğer Müslüman toplumlardaki laik kesimlerin söylemlerinde de görüldüğü gibi, Nahda'nın zaman içerisinde sıkı bir şekilde
İslam şeriatına bağlı, Tunus'un alışık olduğu "Batılı" yaşam tarzının ve buna bağlı olarak da hak ve özgürlüklerin sınırlandığı bir yapının tesis edileceğinden korkmaktadır. Tüm bunların yanında, başkent Tunus sokaklarındaki duvar yazılarında da "Ne laik ne de İslamcı!" gibi söylemlerle ifade edilen,17 iki ucun da kendisini temsil etmediğini düşünen bir kesim mevcuttur. Böyle bir fikrî ayrılık mevcut iken, sadece söylemlerle bir kesimin diğer kesimleri ikna etmesi çok da kolay bir durum gibi görünmemektedir. Bu yüzden de eğer Nahda Hareketi, Tunus toplumunun farklı kesimlerini, herkesin haklarını temsil edeceğine, savunacağına ve muhafaza edeceğine ikna etmek istiyorsa çok vakit kaybetmeden, söylemlerindeki toplum projesi konusunda somut adımlar atmak durumundadır. Söylemler somut bir şekilde farklı kesimlerin önüne sunulduğunda, bu toplumsal projenin hayata geçirilmesi mutlak bir sonuç olmasa da daha muhtemel bir sonuç olacaktır.

Toplumda Kadınların Konumu ve Hakları

Tunus, kadın hakları konusunda da diğer Arap ülkelerinden farklı bir yapıya sahip olduğu için kadının toplumdaki yeri hakkındaki mütalaalar hem Tunus siyasetinde hem de İslami hareket içerisinde çok önemli olmuştur. Tunus'ta laiklik ve modernleşme yönünde atılan en önemli adımlardan biri olan Medeni Kanun'un ilanı kadınlara da ciddi haklar sağlamıştır. Geleneksel İslam hukukunda var olan aile ile ilgili kurallar yerine Batı modelinde bir medeni hukuk getirilmiştir. Bunun sonucunda da Tunus çok eşliliğin yasaklandığı ilk Arap
ülkesi olmuştur. Ayrıca medeni hukukla birlikte kadınlara miras hukukunda yeni haklar getirilmiş, boşanma konusunda da erkeğin elinde olan yetkinin eşiti kadınlara da vermiştir. Aynı zamanda kadınlar daimi olarak toplum içerisinde rol almaya ve çalışmaya teşvik edilmiştir. Esasında bu reformların yapıldığı süreçte, Batılı ülkelerdekilerin aksine Tunus'ta özgürlük talebinde bulunan ciddi bir kadın hareketi olmadığı belirtilmektedir. Dolayısıyla bu hareketler toplumdan gelen bir talebe cevaben değil, hükûmetin reformcu politikalarından dolayı tepeden inme bir proje olarak gerçekleştirilmiştir. Yine de geliş şekli itibarıyla yukarıdan inmeci bir reform olsa da bu değişiklikler sonrası Tunus'ta diğer Arap toplumlarının aksine kadın-erkek arası eşitliğin görece yüksek olduğu bir düzen tesis edilmiştir (Dalmasso ve Cavatorta, 2010: 221). Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın hazırladığı 2010 yılı İnsani Gelişmişlik Raporu'na göre, Tunus cinsiyet eşitliği endeksinde dünyada 56. sırada yer almış, ayrıca Rapor'da kadın konusundaki başarılarına istinaden başarı hikâyelerinden biri olarak anılmıştır (United Nations Development Programme, 2010: 54). Bin Ali döneminde de kadın hakları siyasi söylemde ön planda tutulmuştur. Her ne kadar rejim sokaklarda demokratik kadın hakları için yapılan gösterileri bastırsa da Batı'yla ilişkilerde İslamcılara karşı daimi olarak Tunus'taki özgür kadınların durumu vurgulanmıştır. Bunların yanı sıra, daha önce de bahsedildiği üzere şu anda bir nefret figürü olarak görülen Bin Ali'nin eşi Leila Trabelsi uluslararası kadın hakları toplantılarında boy göstermiş ve hatta ödüller kazanmıştır (Chrisafis, 2011).

İslami hareketin kadın konusunda eleştirisi hem Tunus rejimine hem de kendilerine yöneliktir. Gannuşi özellikle İslam'da kadının konumunu tartıştığı kitabında bu konuyu doğrudan ele almıştır. Öncelikle Tunus rejimini kadın haklarını tesis ederken aile kurumuna da zarar vermekle eleştirmektedir. Buna göre kadınlarla ilgili reformlar diğer reformlar gibi eskiyle kopuşu sağlarken olumsuz yönleri ortadan kaldırdığı gibi kuvvetli aile yapısı gibi olumlu yönleri de ortadan kaldırmıştır. Tamamen Batılı olan ve Tunus kültürüne tam anlamıyla uymayan bu model kadın-erkek ilişkilerinde ciddi farklılaşmaya yol açmış ve bunun sonucu olarak da Tunus'taki boşanma oranları ciddi bir yükseliş göstermiştir (Ghannouchi, 2011: 84-85). Öte yandan Gannuşi İslami hareketlerin en büyük eksikliklerinden biri olarak da kadın hakları mevzusunun büyük ölçüde göz ardı edilmiş olmasını göstermektedir (Ghannouchi ve Jones, 1988: 23-24). Buna göre özellikle İslam dünyasında hem toplumsal hem de siyasal alanlarda kadının konumu hakkında yanlış bir anlayış oluşmuştur. Tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi kadınlar hor ve hakir görülmüş, onlara hep erkeğe itaat eden ve yumuşak başlı, hakları olmayan birer birey rolü biçilmiştir. Böylece de kadının özellikle toplumsal hayattaki rolü iyice kısıtlanmıştır. Bu anlayışın bir uzantısı olarak da Burgiba'nın kadınlar konusunda yaptığı reformların hemen ardından biraz heyecanlı ve dikkatsizce tepkiler verilmiş, İslam'ın özüne uygun olan şeylerle olmayanları ayrıştırmaksızın eleştiri yapılmıştır (Ghannouchi, 2011: 80-85).

Bu öz eleştirileri yapan hareket kadın konusunda diğer birçok İslami harekete göre de daha farklı bir tutum takınmaktadır. İnsanlar arasındaki üstünlük ölçütünün cinsiyet veya ırk değil yeterlilik, ahlak ve çalışkanlık olduğu düsturundan hareketle kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkilerin ve kadının konumunun belirlenmesini savunan Gannuşi, kadının da tıpkı erkekler gibi tam bir birey olduğunu söylemektedir. Bu yüzden kadınların toplumun siyasal, ekonomik ve sosyal problemlerinin çözülmesinde erkeklerle beraber ve eşit bir şekilde rol almasının sadece bir hak değil aynı zamanda vazife olduğunu belirtmektedir (Esposito ve Voll, 2001: 111). Bu bağlamda İslami hareketler iyi kadın liderlere de ihtiyaç duymaktadır. Gannuşi'ye göre kadının en önemli görevi çocuk yetiştirmek ve gelecek nesilleri oluşturmaktır. Bunları yerine getirdiği takdirde de kadınların çalışmasında hiçbir sakınca olmadığını vurgulamaktadır. Kadının ev dışında herhangi bir işte çalışmaması durumunda bunun iş sahibi olmama anlamına gelmeyeceğini düşünen anlayışa da karşı çıkmaktadır. Buna göre ev hanımlığı da bir çalışma olarak görülmelidir, zira bu kadınlar da toplum için bir hizmette bulunmaktadır. Bu yüzden de gerekirse ev hanımlarına da maaş bağlanmasının doğru olacağını vurgulamıştır. Böylece gerek evde bulunsa gerekse de dışarıda bulunsa topluma hizmet etmiş olacağı için kadının çalışması mümkün ve doğru bir durumdur (Ghannouchi, 2011: 91-96). 

Kadın konusu süregelen süreçte önemli olduğu ve Tunus, İslam dünyası içerisinde Batı'ya daha yakın bir yapıya sahip olduğu için devrim sonrası süreçte de bu mevzu en fazla merak edilen konulardan biri olmuştur. Nahda üyeleri ve Gannuşi için de kadın konusu sıklıkla işaret edilen ve vurgulanan bir konudur. Nahda Hareketi Kültür Komisyonunun toplantısının hemen akabinde komisyon üyelerinin de bulunduğu ortamda yapılan mülakata başlarken komisyon başkanı Ajmi Lourimi komisyonun neredeyse yarısını oluşturan kadın üyeleri işaret ederek, Nahda'nın her faaliyetinde kadınların yer aldığını ve hem devrim
sürecinde hem de sonrasında Nahda'nın kadın üyelerinin çok aktif olduğunu belirterek bu konuya çok ihtimam gösterdikleri mesajını vermiştir (A. Lourimi, mülakat, 23 Temmuz 2012). Tıpkı bunun gibi parlamento seçimleri sonrası medyanın ve halkın karşısına çıkan Gannuşi'nin iki tarafında Nahda'nın bir grup kadın üyesiyle poz vermesi de aynı şekilde mesaj vermeyi amaçlayan bir durum olarak nitelenebilir.

Son dönemde Gannuşi ile yapılan röportajların neredeyse tamamında kadın konusu üzerinde durulan bir konu olmuştur. Gannuşi kadın hakları konusu sorulduğunda, hareketin 30 yılı aşkın bir süredir zaten kadın-erkek arası eşitliği savunduğunu, şimdi hükûmete geldikleri süreçte de bu konuda bir değişiklik olmayacağını söylemiştir (al-Turki, 2011). Kadınların herhangi bir şekilde toplum hayatından dışlanmasının kesinlikle adaletsiz bir durum olduğunu belirten Gannuşi (Sami, 2012) çok eşlilik, evlilik ve boşanmada kadınlarla erkeklere eşitlik verilmesi gibi meseleleri belirleyen kanunların değişimi ile ilgili herhangi bir yasa değişikliği önermeyeceklerini belirtmiştir (Lister, 2011). Ayrıca kadınların da erkekler gibi kendi hayat tarzını belirleme hakkı olduğunu belirten Gannuşi başörtüsü meselesiyle ilgili olarak, başörtüsünü laiklik ve modernlik adına yasaklamakla İslam adına başörtüsünü zorunlu hâle getirmek arasında bir fark olmadığını söylemiş, bu yüzden de başörtüsünün Suudi Arabistan veya İran'daki gibi zorunlu hâle getirilmesinin mümkün dahi olmadığını belirtmiştir (Moshiri, 2011). Gerek hareket temsilcilerinin kadın konusuna vurgu yapmaları gerekse de Gannuşi'nin bahsedilen tutumları bir hareket/parti politikası olarak anlaşılabilir. İslami hareketler ile ilgili olan literatürde ve Batı entelektüel dünyasında bu hareketlere getirilen en ciddi eleştiri konularından biri de kadın konusudur. Bu yüzden, Nahda temsilcilerinin bu konuyu bu kadar ön plana çıkarması, diğer bazı İslami hareketlerden ayrıştıkları bu konudaki Batı toplumlarına görece yakın olan tavırlarını ısrarla kanıtlama yolu olarak değerlendirilebilir.

Nahda üyeleri ve Gannuşi'nin kadın haklarına ve mevcut yaşayışa sınırlama gelmeyeceği yönündeki açıklamalarına rağmen Tunuslu kadınlar arasında farklı görüşler ve endişeler mevcuttur. Louise Loftus imzalı New York Times makalesine göre bazı Tunuslu kadınlar son dönemde giyinişleri ve görünüşleri sebebiyle sözlü saldırılara uğradıklarını belirtmektedirler. Ancak aynı makaleye göre geleceğe olumlu bakmak için sebepleri olan kadınlar da vardır. Buna göre artık kadınlar Bin Ali dönemindeki gibi "talep etme hakkına sahip olmaksızın, yöneticilerin verdiği ile yetinmek" zorunda kalmak yerine artık istediklerine ulaşmak için savaşma fırsatına sahip olmuşlardır (Loftus, 2011). Tunuslu kadınların bu karışık görüşleri arasında ise bazı gerçeklere dikkat etmek gerekir. Devrim sonrası oluşturulan Tunus parlamentosu % 27'lik oranla Arap dünyası içerisinde en fazla kadın milletvekiline sahip olan parlamento konumundadır. Bu oran aynı zamanda Fransa ve ABD'nin de içinde bulunduğu birçok Batılı ülkeden daha yüksek bir orandır. Mevcut parlamentoda 217 milletvekilinin 58'i kadındır (Sedghi, 2012). Dolayısıyla kadının devrim öncesi konumunun en azından ilk parlamentoya da taşındığı söylenebilir. Ancak mecliste bu kadar yüksek bir oran mevcut olsa da aynı durumun Tunus'un yeni dönemdeki ilk hükûmeti için geçerli olduğunu söylemek zordur. Mevcut kabinede yalnızca bir kadın bakan vardır ve o da Cumhuriyet için Kongre Partisi (el-Mu'temer min ecl'il-Cumhuriyye - !"4 '67 8 9:),18 üyesi Kadın İşleri Bakanı Sihem Badi'dir. Dolayısıyla söylenebilir ki pek çok diğer ülkede de görüldüğü üzere kadınların siyasete katılımı, karar alma mekanizmasının üst kademelerinde alt kademelerde olduğu kadar etkin değildir.

Yeni Dönemde Tunus ve Nahda

Yeni Rejim ve Hükûmet Sonrası Tunus'un Durumu

Muhammed Bouazizi'nin kendini ateşe vermesi, başlayan gösteriler ve son olarak Bin Ali'nin 14 Ocak 2012'de Suudi Arabistan'a kaçması ile Arap devrimlerinin ilk ayağı olan Tunus, eski rejimin beklemediği bir hareketin gerçekleşmesi ve buna karşı önlem alarak karşı koyma imkânı bulamaması sebebiyle diğer ülkelerden görece kolay bir geçiş yaşamıştır. Bu süreçteki en önemli noktalardan biri de ordunun devrime verdiği destek olmuştur. Her ne kadar devrim ilk aşamada eski rejimin esas kökü olan Anayasal Demokratik İttifak Partisine değil de Bin Ali ve ailesine yönelmiş olsa da hem farklı kesimlerin değişim yönündeki
ortak inisiyatifi hem de ordunun bu süreçte halkın yanında yer almasıyla görece kolay bir
geçiş gerçekleşmiştir (Joffé, 2011: 518-519).

23 Ekim 2011 tarihinde gerçekleşen seçimler yeni Tunus'un inşası açısından son derece önemlidir. Zira bu kurucu meclis eski anayasanın yerine yeni dönemdeki siyaseti belirleyecek olan yeni anayasayı yazacaktır. Bu seçimlerin önemi, Arap devrimleri sonrası gerçekleşen ilk seçimler olması yönünden daha da artmıştır ve bu sebeple hem bölge hem de dünya seçimleri yakından takip etmiştir (Ulutaş ve Torlak, 2011: 7). Seçimler sonucunda gözlemcilerin raporları seçimlerin meşru olduğunu ve özgür bir ortamda gerçekleştirildiğini işaret etmiştir (Coleman, 2011). Seçim sonuçlarına göre meclisteki sandalyelerin yaklaşık % 40'ını kazanan Nahda Partisi birinci olmuş, onu sırasıyla Cumhuriyet için Kongre Partisi (CPR), Halkın Talebi Partisi (el-Arîdat'üş-Şa'biyye ) ve et-Tekettul Partisi (et-Tekettul ed-Dimukrâtî - 12) takip etmiştir. ("et-Tevzi' Haseb'ül-İntimâi'l-Hizb," 2012) Seçimlerde Nahda Partisinin galip gelmesi, diğer muhalif partilerin de onu takip etmesi otoriter rejimden uzaklaşarak demokratikleşme yönünde radikal bir değişimin gerçekleşebileceği yönünde umutları yeşertmiştir (Ghani, 2011). Tunus'ta Bin Ali döneminde muhalefet ciddi anlamda bastırılmış olduğu için, 23 Ekim seçimleri partilerin tam olarak hazırlanıp, teşkilatlanmaları bakımından görece erken bir tarih olmuştur. Zira kimi partilerin çok ciddi teşkilatları bile olamamıştır. Ancak diğerleriyle karşılaştırıldığında muhalefet
zamanlarında da görece daha oturmuş teşkilatları ve tabanı olan Nahda seçimlere daha avantajlı bir şekilde girmiş ve seçim sonuçlarının da gösterdiği üzere rakiplerinin zaafından kazançlı çıkmıştır. Gazeteci Adel Thabti'ye göre Tunus'ta hiçbir parti seçime hazır değildi. Ancak partiler arasında hazır olmaya en yakın olan parti ise Nahda'ydı, bu da onlara bir avantaj sağladı (A. Thabti, mülakat, 24 Temmuz 2012). Bu seçimleri takiben 12 Aralık'ta Munsif Marzûkî, Tunus Cumhurbaşkanı olarak meclis tarafından seçilmiştir.

Meclis seçimlerinden sonra hükûmetin kuruluşu da yeni dönem için çok önemli adımlardan biri olmuştur. Hükûmetin kurulması öncesinde bir koalisyon hükûmeti yönünde talep oluşmuş, aynı durum Nahda temsilcileri tarafından da dile getirilmişti. Seçimler sonrasında gerçekten de Nahda'nın önderliğinde CPR ve et-Tekettul'un da katılımıyla Hamadi Jebali başbakanlığında bir koalisyon hükûmeti kurulmuştur. Kabinenin Dışişleri Bakanı Refik Abdüsselam her ne kadar koalisyon hükûmetinin zorlukları Tunus'ta da yaşansa bile bu durumun demokratikleşme için daha iyi olduğunu ve rejimin bir tekelin elinde olmasındansa koalisyon hükûmetinin tercih edileceğini belirtmektedir (Özhan, Davutoğlu ve Abdessalem, 2012: 5). Kurulan kabineye bakıldığında esasında biri İslamcı, biri merkez sol ve diğeri sol olmak üzere üç partinin yer aldığı görülmektedir; bunun da ilk bakışta siyasi çeşitlilik bakımından iyi olduğunu söylemek mümkündür. Aynı zamanda kabine içerisinde yer alan partilerin tamamının eski rejimden sonra bir değişimi sağlamak için istekli olması da önemlidir (Tanrıverdi Yaşar, 2012: 108-110). Ancak tabii ki her koalisyon hükûmetinde olabileceği gibi, farklı fikirlerin olduğu konularda çözüm üretmede sıkıntı yaşamaları da muhtemeldir.

Tunuslu iş adamı Yezid Skanderani'ye göre yeni dönemde Tunus'un önünde iki ciddi problem vardır; bunlar ekonominin canlandırılması ve bir toplumsal proje oluşturulmasıdır (Y. Skanderani, mülakat, 23 Temmuz 2012). İlk halk hareketinin başlamasında da büyük rol oynayan ekonomik sıkıntılar Tunus'ta önümüzdeki dönemde de kritik konulardan biri olacağa benzemektedir. Sanayi bakımından çok kuvvetli olmayan Tunus, ciddi turizm gelirlerine ve ticari faaliyetlere dayalı bir ekonomiye sahiptir. Bunun yanı sıra son yıllarda ciddi
artış gösteren bir işsizlik problemi mevcuttur.19 Jebali hükûmetinin yeni dönemde, özellikle de sokaklara dökülüp haklarını arayan ve Bin Ali'nin gitmesini sağlayan halkı memnun etmek için, ülkeye ciddi ekonomik yatırımlar çekmesi ve yeni iktisadi açılımlar bulması gerekmektedir.

Burada bahsedilen toplumsal proje oluşturulması meselesi genel anlamda Tunus toplumu içerisindeki farklı kesimlerin bir arada yaşamasını sağlayacak bir model geliştirilmesini kastetmektedir. Bu da esasında temelde Tunus siyasetinin temel anlaşmazlık noktalarının başında gelen laiklik meselesine dayanmaktadır. Zira Tunus içerisinde ciddi bir etnik veya dinî azınlık meselesi yoktur. Diğer birçok Arap ülkesiyle karşılaştırıldığında milliyetçiliğin de zayıf olduğu söylenebilir. Sol görece kuvvetli olsa ve geçmişte ciddi anlamda aktif olsa da eski etkinliğinde değildir. Bu durumda temel ayrım dindar/muhafazakâr kesimle laik kesim arasındaki ayrımdır. Yakın zamanda yapılmış bir araştırma Tunus genelinde yarıdan biraz fazla olan bir kesimin seküler hükûmeti desteklediğini, kalanların ise buna karşı çıktığını işaret etmiştir (Pickard, 2011: 642). Tunus'ta Nahda Hareketi'nin ve Partisinin temsil ettiği ve Tunus toplumunun İslamileşmesini talep eden kesim ile laik olarak süregelmiş Tunus'taki Batılı modern ortamı otoriter rejim boyunduruğundan çıkması durumunda tercih eden kesimin uzun vadede nasıl bir toplumsal yapı içerisinde uzlaşacağı ve bir arada yaşayacağı en kritik sorulardan biridir.

Seçimler, yeni kurulan hükûmet ve bu sorunlara bakıldığında, Tunus'un demokratikleşme yönünde ciddi bir adım attığı söylenebilir. Tunus'ta da tıpkı diğer devrimci Arap ülkelerinde olduğu gibi eski rejim tam anlamıyla temizlenmiş değildir. Hâlâ daha güvenlik güçleriyle, eski rejim döneminin ticari zenginleri ve bürokrasiyle yaşanan problemler mevcuttur. Ancak hem farklı kesimlerin değişim konusundaki istek ve kararlılıklarına bakıldığında hem de seçimin yapılması ve hükûmetin kurulması aşamalarının beklentinin üzerinde başarılı geçirildiği göz önünde bulundurulduğunda eski rejimden kopuş sürecinin tahmin edilenden hızlı olduğu söylenebilir. Otoriter kopuşla beraber başarılı bir şekilde seçimlerin yapılması ve hükûmetin kurulması demokratikleşme açısından çok önemli bir gelişme olmuştur. Bu bağlamda, eski rejimden büyük ölçüde kopuşun sağlanmasıyla demokratikleşmenin en zorlu aşaması da gerçekleştirilmiş olmuştur. Dolayısıyla demokratikleşme talebinin öncelikli kısmına olumlu bir cevap verilmiştir. Bu yüzden de, her ne kadar daha yapılması gereken çok iş olsa da, rayına girmiş olarak giden demokratikleşme konusu en ciddi
engellerden biri olarak görülmeyebilir. Ancak demokratikleşme gelecek konusundaki temel kaygılar arasından çıkmış olsa da ekonomik problemlerin çözümü ve laiklik meselesi Tunus siyasetinin geleceği için son derece belirleyici olacaktır. Tabii ki öncelikle hükûmetin bu konular ile ilgili söylemleri bir kenara bırakıp somut projeler sunması gerekmektedir.

Bu bağlamda söylenebilir ki Bin Ali rejiminden büyük ölçüde kurtulmuş olan Tunus'ta, Mısır'daki gibi yeni rejimi geriye çeken unsurlar çok değildir. Bunlar yerine siyaseti geliştirmek için de ciddi imkânlar doğmuştur. Yani değişim için ortam büyük ölçüde hazır durumdadır. Bu aşamada Tunus'un başarısı, başta Nahda olmak üzere hükûmet üyeleri ile muhalefetin ciddi ve başarılı çalışmasıyla gerçekleşebilecektir. Tabii ki en büyük soru işareti de devrimi takip eden bu hareketli ve görece karışık ortamda hükûmet üyelerinin istekli ve başarılı bir şekilde düzenlemeler yapıp yapamayacağıdır. Bu sağlandığı takdirde Tunus'taki yeni rejimin güçlendirilmesi mümkün olacaktır. Ancak devrimlerin çetrefilli süreçler olduğunun ve değişimin zaman alacağının göz önünde bulundurulması da sürecin takibi sırasında son derece önemlidir.

Nahda Hareketi'nin Geleceği ve Önündeki Engeller

Tunus'taki İslami hareketin tarihî seyrinden de görüldüğü gibi 1970'li yıllarda hareket ilk yükselişini yaşarken ve sonrasında İran Devrimi'nin yarattığı heyecanın etkisiyle bazı konularda sonraki dönemlere göre sert görüşlere sahip olmuştur. Ancak özellikle 1980'lerle beraber hareketin esas kimliğini bulması sürecinde ılımlı İslam yönündeki söylemleri yerleşmiştir. Özellikle 1990'lı yıllardan itibaren hareketi takip etmek oldukça zor olmuştur. Her ne kadar Gannuşi gibi hareketin ileri gelenleri röportajlar vererek ve çeşitli toplantılara
katılarak hareketin uluslararası toplumdaki tanınırlığını sürdürmeye çalışmış olsalar da, 20 yıla yakın bir süredir yasaklı ve sürgünde olan, ancak Mart 2011'de resmî olarak faaliyet izni alan hareket başta gençler olmak üzere birçok Tunuslu için de soru işaretleri taşımaktadır (Usher, 2011). Bu bakımdan Yezid Skanderani, Nahda ile Tunus toplumu arasındaki ilişkiyi yeni evli bir çifte benzeterek, hem Nahda'nın Tunus'u hem de Tunus'un Nahda'yı yeni yeni tanımaya, keşfetmeye başladığını belirtmektedir (Y. Skanderani, mülakat, 23 Temmuz 2012). Her ne kadar bu tespit Nahda'nın örgütsel olarak var olmasa da halk düzeyinde
devam eden etkisini göz ardı etse ve Nahda'yı büyük ölçüde sürgünden gelen temsilcileri üzerinden değerlendirse de, uzun süren ayrılık sonrası gerçekleşen yeni birliktelikle ilgili haklı bir noktaya vurgu yapması yönüyle doğruluk payı taşımaktadır.

Ekim 2011 seçimlerinden zaferle çıkan Nahda Partisi, hareketin genel sekreteri ve bir anlamda ikinci adamı olan Hamadi Jebali başbakanlığında kurulan hükûmetin de en büyük katılımcısı olmuştur. Bu durumda Nahda'nın hem Tunus hem de Orta Doğu siyaseti için önemi daha da artmıştır. 1980'li yıllarda hareketin görece heyecanlı genç kesimini oluşturan grupta bulunan Jebali, bu dönemlerden itibaren idari görevlerde bulunmuştur. Bin Ali dönemindeki yargılamalar sonucu 1990'da hapse giren Jebali 2006'da tekrar özgür olmuştur. Güneş enerjisi alanında mühendis olan Jebali, hareket içerisinde daha pragmatik yaklaşımları savunan, bu yüzden de Gannuşi ile bazı eylemsel farklılıklara sahip olan bir isim olarak değerlendirilmektedir (Ben Yunis, 2012: 98-100).

Nahda'nın geleceği ile ilgili en önemli soru işaretlerinden biri süreç içerisinde tek ses olarak devam edip edemeyecekleridir. Özellikle Mısır'da Müslüman Kardeşler örneğinde muhafazakâr ve reformcu kesimler arasında bir farklılaşma olması ve bunun cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Abdulmunim Ebu'l-Futuh'un ayrılması ile daha da gün yüzüne çıkması, Nahda için de benzer soruları akla getirmektedir. Ancak Adel Thabti'nin de vurguladığı gibi Nahda içerisinde mevcut durumda genç ve yaşlı kesimler arasında bu konuda ciddi bir ayrılık yoktur. Thabti'ye göre farklı düzeylerde fikrî ve eylemsel farklılıklar söz konusu olsa da mutlak noktada ortak hareket etme iradesi söz konusudur (A. Thabti,mülakat, 24 Temmuz 2012). Bu çerçevede, yirmi yıllık bir süreçte faaliyetleri büyük ölçüde askıda bulunan hareketin idareyi şu anda sahip olan orta yaşlı ve yaşlı kesimden genç kesime bırakacağı zaman ortaya bir soru işareti çıkabilir. Çünkü baskı döneminden geçmiş şu andaki ekiple, yasaklı dönemde ve devrim sonrasında yetişmiş ekip arasında farklılıkların çıkması doğal bir durum olacaktır.

Günümüzde Nahda içerisindeki en potansiyel ayrım noktası idare konusudur. Şu anda genel çerçeve organizasyonu olan Nahda Hareketi ve aynı zamanda seçim sürecinde kurulmuş olan ve siyasi ayağı temsil eden Nahda Partisi vardır. Bu ikisi arasındaki ilişkinin yanı sıra hareketin lideri olan Gannuşi ile hükûmet arasındaki ilişkinin nasıl olacağı da merak edilmektedir. Gannuşi Tunus'a dönüşü sonrasında cumhurbaşkanlığına aday olmayacağını ilan ederek siyasi bir görev almayacağı yönündeki düşüncesini ortaya koymuştur ("Tunisie : l'islamiste Rached Ghannouchi ne sera pas candidat à la présidence," 2011). Gannuşi gerçekten de mecliste ya da hükûmette yer almamıştır ancak kendisinin Tunus siyasi hayatından tamamen soyutlanmış olduğunu düşünmek de mümkün değildir. Resmî görevi olmasa da hâlâ daha siyasi meselelerin kalbinde yer almaktadır. Bu yüzden de Gannuşi'nin hükûmet ve meclis kararlarında ne kadar etkin olacağı, hareketin liderliği ile hükûmetin liderliği arasında hiyerarşik bir ilişkinin bulunup bulunmayacağı demokratik süreçler için önemli noktalar olacaktır. Bu dikotominin bir uzantısı olarak hareket ve partinin ilişkisi de bir soru işareti oluşturmaktadır. Nahda Kültür Komisyonu toplantısında bu soru Ajmi
Lourimi'ye yöneltildiğinde, komisyon üyeleri kendilerinin de bu soruya cevap arayışında olduklarını belirtmişlerdir. Lourimi de mevcut aşamada hareket ve parti arasında bağımsızlığın sağlanamadığını kabul etmektedir. Ona göre hem hareketin yasaklı olması, hem partinin yeni oluşması, hem de sürecin çok hızlı gelişmesi bu konu üzerine odaklanmaya çok imkân vermemiştir. Ancak genel çerçevede bakıldığında hareketin daha geniş kapsamlı, partinin ise daha siyaset odaklı bir yapı olduğunu belirten Lourimi, bu bağlamda Nahda Hareketi'nin toplumun her kesiminin, siyasetle ilgili olsun olmasın sorunlarıyla ilgilendiğini söylemektedir. Parti ise daha dar bir alanda faaliyet gösterip siyasi alana odaklanmaktadır. Ancak tabii ki hareketle bağlantısından dolayı parti de meseleleri salt siyasi olarak ele alamamakta, toplumun meseleleri olarak görmekte ve diğer partilerin aksine seçimlerde kazanmak için değil hizmet etmek için çalışmaktadır.

Yine de bunun önemli bir soru işareti olduğunu kabul eden Lourimi normalde 4 senede bir yapılan kongrenin
temelde bu sorunu tartışmak üzere 2 sene sonra vaktinden erken yapılacağını belirtmiştir (A. Lourimi, mülakat, 23 Temmuz 2012). Lourimi'nin de kabul ettiği gibi parti ile hareket arasındaki ilişkinin yapısı, Gannuşi'nin meclisin ve hükûmetin karar alma sürecindeki rolü gibi mevzular önümüzdeki dönemde Nahda'nın Tunus demokratikleşmesinde rolü bakımından ciddi önemi haizdir. Hareket temsilcilerinin açıklamaları ve mülakatlardaki ifadeleri de bu konunun kendileri açısından da sonucu merakla beklenen bir konu olduğuna işaret etmektedir.

Bölüm boyunca birkaç kez ifade edildiği gibi Nahda'nın önündeki en büyük engellerden biri Nahda'ya muhalif olan Tunusluların ve bazı Batılı medyanın Nahda'nın söylemlerini inandırıcı bulmamasıdır. Onlara göre Nahda'nın kullandığı ılımlı söylem hegemonyaya ulaşmak yolunda kullanılan bir maskedir ve bu yüzden de söylemlerinde samimi değillerdir. Bu çerçevede, yeterli halk desteğine ulaşıp otoritelerini kurdukları takdirde ülkenin Avrupalı turistlerden mahrum bırakıldığı, kadınların örtünmeye zorlandığı ve sosyal hayattan dışlandığı bir Tunus inşa edecekleri yönünde söylemler kullanılmaktadır (Lister, 2011; Lynch, 2011a). Özellikle Tunus'un laik kesimi zihinlerinde oluşturdukları İslami hareket tipolojisi üzerinden Nahda yönetimindeki bir Tunus resmi çizmekte, bu resim çerçevesinde de kendi özgür yaşam alanının kısıtlanacağını düşündüğü için Nahda'ya karşı tepkiyle yaklaşmaktadır. Bu noktada Nahda'nın üzerine düşen görev, eğer gerçekten söylemlerinde samimi iseler eylemleriyle bu endişeli kesimi samimiyetlerine ikna etmektir. Tabii ki başka örneklerde görüldüğü üzere, derin farklılıklardan doğan önyargıların sonucu oluşmuş endişeler, söylemler eylemlere dönüştüğü zamanlarda bile tam olarak izale olunamıyorsa da Tunus içerisindeki endişeli laik ve liberal kesimler ile ilişkilerini düzenlemek ve mümkün mertebe endişelere yanıt verebilmek Nahda'nın önündeki en büyük testlerden bir diğeri olacaktır.

Nahda'nın önündeki belki de en büyük zorluklardan biri, diğer devrimci Arap ülkelerinde de görülen, geçişi idare edebilme ve yeni koşullara uyum sağlayabilme meselesidir. Tunus'taki İslami hareket kuruluş sürecinden itibaren hep otoriter bir rejime karşı muhalefette olmuştur. Özellikle de bu muhalefetin yaklaşık son 20 yıllık döneminde yasaklı olduğu için çok aktif bir muhalefet sergileyememiştir. Her ne kadar siyasi faaliyetler için tek belirleyici olmasa da aktif olarak siyasetin içinde bulunulması yoluyla siyasi öğrenme diye
adlandırılan süreçler önemlidir. Zira fikrî düzeyde olan görüşlerin pratikte karşılıklarının olup olmayacağı, ne kadarının olabileceği, aktarımın nasıl gerçekleşebileceği mevzuları bu öğrenme sürecinin sonucunda anlaşılabilir. Bir anlamda bu öğrenme süreci, siyasi aktörlerin idealleri ile gerçeklikler arasında kurmaya çalışacakları dengeyi tespit etmelerine imkân sağlar. Nahda'nın 20 yılı aşkın bir süreyle aktif bir şekilde Tunus'ta siyaset yapamamış olması bu yönden bir dezavantaj oluşturmaktadır. Yine de her ne kadar çok aktif olmasa da Nahda Hareketi siyasetin muhalefet tarafında rol almıştır. Ancak bugüne kadar hiçbir zaman yönetime geçemediği için idari tecrübesi yoktur. Siyasi öğrenme süreci genel bir süreç olmakla beraber muhalefet yapmayı öğrenme, yönetimi öğrenme gibi alt süreçler de düşünülebilir. Her ne kadar hepsi aynı siyasal ortamın içinde olsa da, muhalefet oyunu ile yönetim oyununun taşları ve kuralları birbirinden farklılık gösterir. Dolayısıyla muhalefetten sonra ilk defa yönetime geçen her siyasi oluşumun zorluk yaşaması doğal bir durumdur. Nahda özelinde düşünürsek de aynı problemin olduğunu görebiliriz. Nahda her ne kadar muhalefet yapsa ve bir anlamda sokaktaki Tunus'u tanıyor olsa da, yönetim konusunda tecrübesizdir ve Tunus'un yüksek bürokratik ve siyasi oluşumlarından uzaktadır. Bu geçiş süreci de çetrefilli bir süreç olacaktır.

Nahda'nın faaliyetleri ve özellikle de fikri altyapısına bakıldığında pek çok siyasal ve toplumsal meseleye çözüm arayışı olduğu görülür. Ancak bu çözüm arayışları büyük ölçüde eleştiri üzerine inşa edilmiştir. Hareketin temel çıkış noktası otoriter Tunus yönetimini yıkmak olduğu için eleştiri üzerine kurulu bir yapının olması gayet doğaldır. Ancak muhalefette eleştiri çok önemli bir silahken, yönetim noktasında bu silah önemini kaybeder, bunun yerine yapıcı faaliyetlerin olması gerekir. Eğer bu olmazsa hem eleştirilen unsurun ortadan kalkmış olmasından hem de beklenen sonuçların alınmamış olmasından dolayı eleştiriler kendi içinde fikir ayrışmasına gidilmesine sebep olabilir. Dolayısıyla Nahda'nın bu geçiş sürecinde klasik olarak takınmış olduğu eleştirel tavrın yanına Tunus'un idaresinde bulunduğu sürece ihtiyaç duyacağı inşa faaliyetlerini de eklemesi gereklidir. Ancak bu ekleme Nahda için çok kolay olmayacaktır. Zira her ne kadar Nahda toplumsal ve siyasi sorunlara çözümler üretse de bu üretimler hep fikrî düzeyde olmuştur. Yani bir anlamda teori mevcuttur ancak bunun pratikte karşılığı belirsizdir. Örneğin 1980 ve 1990'lı yıllarda Nahda Hareketi Tunus'ta demokratik muhalif konumunda ve demokratikleşme talebi konusunda Tunus toplumunun önderleri arasında idi. Özellikle sürgün yıllarında, mağduriyetlerinin de etkisiyle bazı Batılıların gözünde ciddi meşruiyet kazandılar. Şimdi demokratikleşme yönünde eskiye göre zayıflamış bir direnç varken, fikrî düzeyde savundukları Müslüman demokrat kimliklerini ne kadar yansıtacakları henüz bir soru işaretidir. Nahda›nın teoride sahip olduğu bu fikirleri reel siyasete aktarıp aktaramayacağı durumu bu süreci nasıl geçireceğini belirleyecek çok ciddi bir imtihan olacaktır. Nahda şu anda yönetimde en büyük söz sahibi olduğu için, bu imtihan aynı zamanda Tunus için de büyük bir imtihandır.

Gerek laik kesimlerin endişelerinin giderilmesi gerekse de muhalefette savunulan değerlerin yönetimde de desteklenmesinin kanıtlanması için Nahda'nın somut adımlar atması gerekmektedir. Teorik düzeyde sahip oldukları fikirlerin öncelikle somut bir toplumsal proje olarak sunulması, sonra da bu yönde faaliyetler yapılması gereklidir. Ancak, bugüne kadar büyük ölçüde teorik zeminde faaliyet gösteren bir hareket olarak Nahda'nın öncelikle kendisi için fikirlere somut karşılıklar oluşturması gerekmektedir. Zira Nahda yetkililerine
toplumu İslamileştirmenin nasıl olacağı, İslam ve demokrasinin nasıl bir arada yürütüleceği, din-devlet ilişkisinin nasıl düzenleneceği sorulduğunda çok net ve spesifik cevaplar verememekte, bunun yerine teorik düzeydeki savlar çerçevesinde geniş kapsamlı cevaplar vermektedirler. En basitinden Tunus'ta demokrasi ile Nahda'nın İslami fikirlerinin uyumu sorulduğunda, Gannuşi'nin savunduğu fikirler doğrultusunda bir uyumun olacağını belirterek, demokratik süreçler sonucunda çıkabilecek kürtaj, eşcinsel hakları, feminist talepler gibi mayınlı arazilere girmekten kaçınmaktadırlar. Aynı şekilde toplumu İslamileştirme söylemini savunurken bunun metodunun nasıl olacağı, bu gerçekleştirilirken direniş gösteren kesimlere karşı nasıl bir yol izleneceği, İslamileştirme kavramından kastın tam olarak ne olduğu gibi noktalarda somut cevaplar vermemektedirler. İşte bu sebeplerden ötürü Nahda hareketinin hem kendi taraftarları hem de muhalif sesler için, fikrî düzeyde bulunan görüşlerini somut düzeye aktarması ve bu yönde faaliyetler gerçekleştirmesi son derece gereklidir.

Genel olarak bakıldığında Nahda'nın ve Tunus'un şu anda içinde bulunduğu süreç bir geçiş sürecidir. Tıpkı başka devrim ve reform süreçlerinde de görülebileceği gibi bu sürecin kısa bir şekilde tamamlanabilmesi oldukça zordur. Bu bakımdan geçişin en az 5 ya da 10 yıl sürmesi doğal karşılanmalıdır. Bu sürece genel olarak bakıldığında Nahda Hareketi uzun yıllardır beklediği büyük bir şans yakalamıştır. Şu anda eski rejimin organlarının da gücünü kaybetmesi sonucu, siyasi düzeyde en büyük söz sahibi konumuna gelmiştir. Bu fırsatı iyi değerlendirerek hem kendi amaçlarına hizmet edip hem de Tunus siyasetini geliştirebilir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi Nahda'nın bu fırsatı değerlendirebilmesi için, özellikle kendisiyle ilgili bazı engeller ve soru işaretleri söz konusudur. Yani bir anlamda, Nahda'nın önündeki en büyük engellerden biri yine kendisidir. Eğer somut adımlar atarak siyaset yapar ve toplumu ikna etme yönünde başarılı olursa bu, hem Nahda'nın hem de Tunus'un geleceği açısından fırsatların değerlendirilmesi ve başarıya ulaşılması şansını doğurur.

Sonuç 

Yol Ayrımındaki Mısır ve Tunus

"Arap Baharı" sonrası Orta Doğu'da İslami hareketlerin reel siyasete etkisi artmıştır. Bununla birlikte bu etkinin "normal" bir etki olmadığı, orantısız bir etki olduğu çok net bir şekilde görülmektedir. Diğer taraftan yıllardır bu ülkelerdeki yönetim biçimlerinin insan onuruna uygun olmaması yukarıda bahsedilen İslami hareketlerin etkisini meşrulaştırmaktadır. Bu hareketlerin toplumdaki en etkin aktör olmaları, onların yetersiz de olsa örgütlü bir yapı olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu durum Orta Doğu'daki tüm ülkeler için geçerli
olduğu gibi, söz konusu Mısır ve Tunus'ta da Kardeşler ve Nahda hareketleriyle kendini izhar etmektedir. Bu hareketlerin, içinde yaşadıkları toplumda kendilerinin bile beklemediği çok kısa bir süre zarfı içerisinde siyasal hayatın merkezine yerleşmeleri onlara ulusal meclislerde mutlak çoğunluk olma hakkı tanımıştır. Sürecin etkin kullanılması durumunda her iki hareket de gelecek yıllarda çok büyük kazanımlar elde edebilecektir. Bu çerçevede Kardeşler'in Hürriyet ve Adalet Partisi (% 47, 2) ve Nahda Hareketi'nin Nahda Partisi (% 40) yapılan ilk serbest seçimde geçerli oyların önemli bir kısmını elde etmişlerdir. Bunda bu
iki hareketin halk tarafından siyasi aktörler arasında ülke yönetimi için uygun bulunmaları ve örgütlü yapılarının olmasından kaynaklanmaktadır. Elde ettikleri bu fırsat yeterince değerlendirilmediği takdirde gelecek yıllarda her iki partinin de oyları ve popülaritelerinde önemli düşüşler yaşanması mümkündür. Mısır ve Tunus'ta "devrim" sonrası siyasal hayatın muhalefete elverişli bir ortam oluşturması yeni ve alternatif siyasi aktörlerin hazırlıklı ve alternatiflerle toplumun karşısına çıkmasını sağlayacaktır.

Aslında soğuk savaş sonrası dünya sistemine bakıldığında gerek İslami hareketlerin yükselişi gerekse Orta Doğu bölgesindeki bu yoğun gerilim kısmen tefsir edilebilmektedir.

Soğuk savaş sonrası dönemde, dünyanın farklı bölgelerinde de bölgedeki bu gerilime benzer durumlar gerçekleşmiştir. Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında Orta Asya bölgesinde (demir perde ülkeleriyle birlikte) oluşan otorite boşluğu bir anda dünyanın ilgisini bu coğrafyaya çekmiştir. Bunun dışında yine 2000'li yıllar boyunca dünyanın farklı bir bölgesinde, Latin Amerika'da da benzer bir durumdan söz edilebilir. Latin Amerika'da yükselen sol ve sosyalist liderler bir anda dünya siyasetinde akis buldurmuştur. Orta Doğu'daki bu kaynayışın bir bakıma dünya siyasetinde soğuk savaş sonrası için bir sürekliliğin devamı olduğu söylenilebilir. 

Orta Doğu'da İslamcı siyasetin teveccühe mazhar olması halkların tek başına çok fazla dindar olması veya başlarında dinî bir yönetim görmek istemesiyle açıklanamaz. Bunun dışında bölgedeki değişimlerin oluşmasını bir anlık öfkeyle veya gösterilerle açıklamak da inandırıcı değildir. Örneğin, Tunuslu Muhammed Bouazizi kendi yakmasaydı bölgede bir ayaklanma olmayacağı söylenemez. Veya ABD ve Avrupalı güçler bu değişimi istemeseydi de bu değişimin olmayacağını söylemek pek mümkün değildir. Her iki unsur da sürecin
hızlandırılması veya yavaşlatılmasından öte bir fonksiyon icra edememektedir. Geriye dönük bir okuma yapılırsa aslında bölge ülkelerinde, siyasal meşruiyet sorununun yanı sıra gelir eşitsizliğindeki ciddi uçurum da bu durumun uzun süre devam edemeyecek olduğunu göstermektedir. Bu şekilde bakıldığında Tunuslu pazarcının kendisini yakması bardağı taşıran son damla olduğu rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Zaten birikmiş olan enerji Bouazizi hadisesi olmasa bile çok başka bir olayda çakılacak bir kıvılcımla da bugün olduğu
gibi bir alev topuna dönüşebilirdi. Bu karşılaştırma yapılırken İslamcı partilerin başarılarına gölge düşürülmek istenmemektedir. Bu başarının kendisi önemli olmakla birlikte meselelere daha yapısal bir bakışla/tavır alışla yaklaşılmaması durumunda, eski rejimlerden arta kalan sorunların ortadan kalkması mümkün değildir. Ayrıca Mısır ve Tunus toplumları ile bu hareketlerin yaşadığı dönüşüm gerçekleştirilirken en önemli unsurun zaman unsuru olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Mevcut problemlerin yılların biriktirdiği sorunlar olduğu göz önünde bulundurulmadan, sırf seçimler veya birtakım siyasi menfaatler edinmek için çaresiz halklara "umut" dağıtmak, işin vahametini kavramadan çabuk sonuçlar elde etmek için acele etmek, sürdürülebilir ve kalıcı bir sonuca engeldir. Buna rağmen, her iki ülkede de zaman zaman bu hataya düşüldüğü görülmektedir. Devrim süreci ve psikolojisinin etkisiyle bugünün idarecileri halklarına gerçekleştiremeyecekleri vaatlerde bulunmakta veyahut otoriter kurumların tamamen temizlenememiş olması sebebiyle daha gerçekleştirilebilir olan vaatlerini de yerine getirememektedirler. Örneğin Kardeşler mensubu Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, göreve geldikten sonra Mısır'ın temel sorunlarını (güvenlik, trafik, yakıt, temizlik) çözmek için "100 Gün Projesi'ni" ilan etmişti. Vadenin dolmuş olduğu bu günlerde, eskiye oranla ilerlemenin sınırlı olduğu görülmektedir. Sorun olan nokta ise yukarıda bahsedilen yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Özü itibarıyla tedrici çözüme muhtaç olan bu sorunların, hemen çözülemeyeceği aşikârdır. Meseleyi daha geniş bir bakışla ele alırken ülke içindeki dinamikler göz ardı edilmemelidir. 

Çalışmanın başında da belirtildiği gibi asıl belirleyici olanlar işte bu dinamiklerdir. Bu yönden Mübarek sonrası Mısır'a ve Bin Ali sonrası Tunus'a bakıldığında bir takım noktaların öne çıktığı görülmektedir. Bunların önemli olanları çalışmanın bu kısmında değerlendirilecektir. Her iki ülkenin kendi bünyelerindeki farklılıklardan ötürü farklı değerlendirme süreçlerine tabi tutulması, bu iki hareketin daha iyi anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Elbette ki birçok farklılık bulunmasına rağmen bunlardan bazıları daha fazla dikkat çekmektedir. Özellikle Nahda değerlendirmeleri için unutulmaması gereken en önemli unsurların başında, Tunus'un Batı dünyası ve Batılı düşünceyle (Batılılaşma) daha içli dışlı olan bir yapısı gelmektedir. İlhamını Kardeşler'den alsa da Tunus'a özgü bu şartların Nahda'nın fikri ve siyasi oluşumunda ciddi tesirleri olmuştur ve bundan sonraki süreçte de olacaktır. Buna karşılık, hilafetin ilgasından hemen sonra Mısır'ın modern Batı düşünce kalıplarıyla yeterince kaynaşmadığı bir dönemde kurulan Kardeşler, görece daha steril bir ortamda doğup ülke
sathına yayılmıştır.

Devrim öncesinde Tunus rejimi Burgiba ve Bin Ali dönemlerinde sadece otoriter bir yapıda olması ve dinden uzak olması yönüyle değil; aynı zamanda rejimin kamusal alanda dinî yaşamı sınırlayıcı faaliyetleriyle de Nahda'nın doğuşunda önemli rol oynamıştır. Kardeşlerin doğuşunda, dışarıdan bir baskı/sınırlamadan ziyade Benna'nın sıkça vurguladığı gibi yıllar içinde sokulmuş yanlış yorum, bidat ve hurafelere karşı Mısırlı Müslümanları bilinçlendirme amacı etkili olmuştur. Ayrıca, Kardeşler'in doğuşunda Mısır'daki İngiliz işgaline karşı direnişin de etkileri vardır. Bu yönüyle toplumsal ıslahı önceleyen Kardeşler daha serbest bir ortamda doğmuştur. Bu sebeple, her iki hareketin doğmuş oldukları toplumsal zemin sonraki dönemlerde hareketin yönelimlerinde ciddi tesirlerde bulunmuştur.

Nahda'nın ilk ortaya çıktığı 1970'lerde bazı konularda söylemleri görece sert idi. Ancak 1980'lerde hareketin asıl kimliğini bulma sürecinde "ılımlı İslam" diye tabir edilen yöndeki söylemleri geliştirmişlerdir. Örneğin ilk zamanlarda İran Devrimi'nin vermiş olduğu heyecanla Nahda, İran rejimine yakınlık gösterse de sonrasında İran rejiminin hataları vurgulanmış, şeriat kurallarının uygulanması için illa da İran'daki gibi bir rejime gerek olmadığı belirtilmiştir. Hareketin üslubundaki bu yumuşamanın çok öncelere dayanması, devrim sonrasında kurmuş olduğu siyaset için zorluklar çıkarmamıştır. Bu sebeple Nahda, Kardeşler için sıklıkla yapıldığı gibi farklı ajandalara sahip olma ithamlarıyla çok fazla karşılaşmamıştır. Zira Kardeşler, Kıptiler, kadınlar vb. konularda geçmişte söyledikleri ile bugün sıklıkla yüzleşmek durumundadır. 

Özellikle 1990'ların başında Nahda resmen kapatılıp Gannuşi dâhil önde gelen isimleri sürgüne gönderildiği zamanlarda hareket Tunus içerisinde neredeyse tamamen yeraltında hareket etmeye devam etmiştir. Bunun yanı sıra Nahda yurt dışında faaliyetler yapmaya çalışmıştır. Bu bakımdan Mısır'da Kardeşler rejim tarafından illegal bir örgüt olarak tanınsa da hareket sosyal ve iktisadi sahada kendi yaşam alanını oluşturabilmiştir. Uluslararası toplumun baskısı ile 2000 sonrasında aktif siyaset yapılmasına kısmen müsaade edilene kadar Kardeşler sosyal alanda devletin üstlenmesi gereken birçok hizmeti Mısır halkına sunmuştur. Böylece hem yönetim bazında hem de halk nezdinde varlığını sürdürmesine imkân
oluşturmuştur. Bu itibarla, Kardeşler Mısır'da kurumsal varlığını sürdürmüşken Nahda, Bin Ali yönetimindeki Tunus'ta kurumsal olarak neredeyse tamamen yok olmuştur.

Ülkelerdeki geçmiş tecrübe itibarıyla, Tunus'ta Mısır'ın aksine otoriter rejimden kopuş ve demokratik yaşama geçiş daha hızlı bir şekilde ilerlemektedir. Mısır'da yakın zamana dek olduğunun aksine Tunus'ta ilk aylardan itibaren eski rejimin güç odaklarının kontrolü ele alması gibi bir korku büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Örneğin, devrimden sonra Tunus'taki serbest seçimlerde eski rejim temsilcileri önemli bir oy elde edememiş ve seçim sonrasında eski rejim yanlılarıyla yeni rejim taraftarları arasında önemli bir gerilim oluşmamıştır. Buna bağlı olarak da Nahda'nın kendine biçmiş olduğu asıl görevi demokratikleşmeyi başlatmanın yanı sıra onu daha da derinleştirmek yönünde olmuştur. Mısır'da ise demokrasi süreci çok hassas dengeler üzerinde kurulmaya çalışılmıştır. Her şeyden önce askeri vesayetin varlığı, rejim üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmaktadır. 13 Ağustos 2011 tarihinde Mısır Devlet Başkanı Mursi'nin cesur bir hamleyle Yüksek Askeri Konsey Başkanı Hüseyin Tantavi ile Genelkurmay Başkanı Sami Annan'ı emekliye sevk etmesi
önemli bir adım olarak kabul edilebilir. Fakat Mısır'daki askerî vesayet sorunu hâlâ önemini
korumaktadır. Buna paralel olarak Kasım 2011'in sonunda Mursi'nin yargı ve ordunun ortaklığıyla bir darbe gerçekleştirilip anayasa referandumunun engelleneceği gerekçesiyle yargı reformu yapması ve üzerine kuvvetli yetkiler alması, eski rejim ile yeni rejim arasındaki gerginliğin devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Aynı zamanda bu olay, sonrasında tırmanan gerginlik ve Mursi'nin bir anlamda geri adım atmak zorunda kalması, mevcut hükûmetin bazı politikalarındaki tecrübe eksikliğine işaret etmektedir.

Laiklik meselesi Nahda'nın geleceği için en büyük mesele olarak gözükmektedir. Bugüne kadar zaten laiklik konusu Tunus siyasal ve toplumsal hayatı için hep çok kritik bir mesele olmuştur. Ancak, baştan beri Nahda'nın laiklik anlayışı epey muğlak kalmış, bugün bile bu konuda net bir pozisyon alınamamıştır. Mesele, geçmişte özellikle otoriter rejimle bağdaştırılarak rahatlıkla eleştirilirken son dönemdeki yeni şartlar sonrasında otoriter rejim kontrolünde olan bir baskıcı laiklik ortadan kalkmışken, "laik" Tunuslularla "dindar" Tunuslular arasındaki ilişkinin nasıl şekillendirileceği meselesi önemini korumaktadır. Nahda, söylem düzeyinde her kesimin hakkına saygı duyacağını söylüyor olsa da, ülkedeki "laik kesim"in yeni düzen hakkında ciddi korkuları ve endişeleri olduğu tespit edilebilmektedir. Ancak bu konuda her iki yöne de çekilebilecek somut bir gelişme olmamıştır. Yine de, Nahda'nın laik kesimlerin endişelerini izale etmesi -ki bu endişe zaman zaman abartıldığı düşünülse de gelecek yönelimlerine dair vereceği en temel testlerden biri olacaktır. Bu yönüyle aralarında bazı farklılıklar bulunmakla beraber Nahda'yla 2002 yılında Türkiye'de iktidara gelen AK Parti arasında birçok paralellik vardır. Benzer bir durum Mısır için pek geçerli değildir. Her iki ülkenin mevcut anayasasında devletin dini İslam'dır ibaresi yazılmış olsa da, Tunus'un aksine Mısır'da bu ibare toplumun önemli bir kısmı tarafından içselleştirilmiştir ve yakın gelecekte bu konuda Tunus'takine benzer bir tartışmanın olmayacağı tahmin edilmektedir. Üstelik Müslüman Kardeşler temsilcileri ve hareketin siyasi kanadı Hürriyet ve Adalet Partisi yetkilileri ısrarla teokratik bir devlet kurmayacaklarını, birçok platformda ifade etmişlerdir. Buna karşılık, yeni anayasanın en önemli mesele olduğu bugünlerde, ülkedeki toplumun farklı kesimleri arasında ciddi anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır. 

Her iki hareket için önemli bir husus da partileşme sürecindeki hareket-parti birlikteliği veya ayrımıdır. Bilindiği gibi 2011 "devrim"leri sonrasında her iki ülkedeki İslami hareketin içinden çıkan Hürriyet ve Adalet Partisi ile Nahda Partisinin kurulması ilk etapta çok belirgin olmasa da bir "ikiliği" veya "çift başlılığı" beraberinde getirmiştir. Tunus için, Nahda'nın gelecekte tek ses olarak devam edip edemeyeceği belirsizliğini korumaktadır. Parti ve hareket arasındaki ilişki ile başbakan ile hareket lideri arasındaki ilişkinin nasıl olacağı konusu önemini korumaktadır. Benzer bir durum Kardeşler için daha da ciddi bir ölçüde geçerlidir. Hareketin içinden çıkan parti, kurulduğundan çok kısa bir süre sonra seçimlere girip kazanmıştır. Bunun hareketin kurumsal yapısı ve örgütün tecrübesinden kaynaklandığı bilinmektedir. Ancak kuruluş aşaması için anlaşılması güç olmayan bu durumun sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri mevcuttur. Henüz buna dair önemli bir adım atılmadığı bilinse de, eğer hareket-parti birlikteliği sağlıklı bir zeminde tanımlanamazsa gelecek dönemde birtakım zorluklarla karşılaşılabilir. Evvela, hareketler doğal olarak değer eksenli bir siyaset izlerken, parti daha çok siyasi mücadele eksenli bir yaklaşım benimseme eğilimindedir. Her iki parti de başarılı olup olmadıklarını serbest seçimler sonucuna göre tayin edecekleri için, daha önce daraltmış oldukları hedef kitlede, bir açılım yaparak toplumun geniş kitlelerine hitap etmek için siyasi üslupta bazı değişimler/yumuşamalar yapmak zorundadır. Bu yöndeki ikinci bir çatışma alanı da hareket ve bünyesindeki parti arasındaki otorite meselesidir. Örneğin, Kardeşler'in adayı olarak seçilen Cumhurbaşkanı Mursi'nin hareketin lideri Muhammed Bedii ile ilişkisinin bir ast-üst ilişkisi şeklinde sürdürülemeyeceği aşikârdır. Tüm bunlara rağmen yukarıda tartışılan bu iki hareketin partileşme süreci araştırmanın odaklandığı değişime/dönüşüme dair önemli bilgiler sunacaktır. Dönüşümün en iyi okunacağı noktalardan biri de bu konu olacaktır. Bundan sonraki süreçte hareketlerin toplum nezdinde güvenirliklerini korumaları için hareket-parti ilişkisinin net bir şekilde belirlenmesi gerekmektedir. Aksi durumda bu ülkelerde gerekli olan siyasi istikrar sağlanamayacaktır. Bunun için hareket ile parti arasındaki bağ sürdürülse bile angaje bir yapının devamı zor gözükmektedir. Zira bu durum hareket mensupları arasında da önemli ihtilaflara neden olmaktadır. 

Tüm bunlarla beraber, değişim ve yumuşama konusuna tekrar dönülürse her iki hareketin söylemlerinde, girişte Schwedler'in özet olarak betimlediği Batılı terimler ve bakış açısından bir yumuşama olduğu doğrudur. Fakat bu, bizce onların daha önceki iddialardan vazgeçmeleri olarak değil yeni duruma uygun siyasi içtihatlar yapmaları anlamına gelmektedir. 1970'lere oranla şeriat vurgusunda bir yumuşama olduğu vakıadır, ancak her iki harekette de zaten 1980'lerin başından itibaren başlayan bir değişim gözlemlenmektedir.

Dolayısıyla hem Kardeşler hem de Nahda için söylemde bir yumuşama olduğu aşikârdır. Önceki süreçlerde de ılımlı bir söylemi temsil eden Nahda'ya oranla, Kardeşler Hareketi için bu yumuşamanın daha ciddi bir ölçüde olduğu söylenebilir. Ancak bu yumuşamanın yeni süreçle açıklanması veya meselenin siyasi, kültürel, toplumsal yönleri dikkate alınmadan açıklanması yetersiz kalmaktadır. Bununla birlikte Kardeşler ve Nahda hareketleri şeriat kavramını daha geniş bir anlamda kullanmaktadırlar. Bu doğrultuda, her iki hareketin de
söylemleri uzun süreçlerde okunduğu zaman "İslam'a uygun toplum" oluşturulmak istendiği görülecektir. Ayrıca Kardeşler ve Nahda'daki değişimi açıklamak gerekirse her iki hareketin de otoriter rejimler sonrası İslamcı bir hareket olmalarının yanında, siyasi bir partiye sahip olmaları değişimin yerel dinamiğini oluşturmaktadır. Değişimin bölgesel ve küresel amili olarak, her iki hareketin de devrim sonrası süreçte ülke içi politika yapmanın dışında dış politika amacı güdüyor olması gösterilebilir. Belki de bu sayede Kardeşler ve Nahda'daki birtakım değişliklerin nedeni daha rahat anlaşılabilir. Özetle her ikisi de toplumun belirli
bir kesimine hitap etmenin ötesinde, "toplumsal açılım" politikalarıyla iç politikada hedef kitleyi genişletme amacındadır. Ayrıca, küresel aktörlerle doğrudan muhatap olmaları da siyaseten bir değişimi gerekli kılmıştır. Dolayısıyla bu durum kanaatimizce, stratejik kaygılardan (ideolojik değil) kaynaklanan bir hamledir. Tüm bu mülahazalara rağmen, Kardeşler ve Nahda hareketlerine dair yapılan eleştirilerde (bilinçli ya da bilinçsiz) gözden kaçırılan en mühim nokta; her ikisinin de toplumsal oldukları kadar birer siyasi hareket oldukları gerçeğidir.

Bunların yanı sıra, diğer İslami hareketlerde olduğu gibi Kardeşler ve Nahda hareketlerini tartışırken önemli başka bir noktayı da göz önünde bulundurmak gerekir. Her iki hareket de 2011 yılına kadar hep muhalefette yer almıştır. Üstüne üstlük daha önce de belirtildiği gibi, Nahda son yirmi yıl içerisinde yer altına çekilmek zorunda kalmış; Kardeşler ise kendilerine bırakılan siyaseten oldukça dar bir muhalefet alanı içerisinde faaliyet göstermiştir. Dolayısıyla iki harekette de teorik düzeyde önemli çıktılar olsa da hareket temsilcilerinin
hiçbir zaman bunları tatbik için yeterli imkânları olmamıştır. Hareket temsilcilerinin fikrî ve ilmî yönden donanım sahibi olmaları, siyasi tecrübelerinin entelektüel birikimlerine oranla yeterli seviyede olduğuna doğrudan işaret etmez. Esasında Kardeşler ve Nahda için tatbik eylemi günümüzde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla hareket temsilcileri, sahip oldukları nazari bilgilerinin uygulanabilirliğini şimdi göreceklerdir. Bu aşamada kaçınılmaz olarak bazı fikirlerinin uygulanabilir olmadığı zamanla görülüp, değiştirme yoluna gidilebilir. Bu sebeple, yeni politika uygulamalarının henüz devam ettiği bu aşamada yapılan değerlendirmelerin daha çok bir ön değerlendirme kabilinden olduğu ifade edilmesi gerekmektedir. 

Son olarak, Mısır ve Tunus belki de bundan sonraki yüzyılını belirleyecek son derece kritik bir dönemeçten geçmektedir. Otoriter rejimler sonrası bu kritik dönemde kendi kültürel kodlarından beslenerek bir siyaset izlemeleri durumunda hem kendi ülkelerinde hem de içinde bulundukları bölgelerde kritik olarak addedilen meselelerde farklı bir bakış/kavrayış katma şansları yüksektir. Ayrıca Kardeşler ve Nahda geçmişin kirli siyasetine bulaşmadıkları için bu potansiyeli bazı diğer hareketlerden/girişimlerden daha fazla bünyelerinde
barındırmaktadırlar. Uygun bir bağlamda sunduklarında, toplumsal projeleri için kendilerini destekleyecek halkları her zaman arkalarında bulma şansları da yüksektir.

KAYNAK: HABER7
YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
YRP Genel Başkan Danışmanı Mollaismailoğlu'ndan Cumhur İttifakı çağrısı!
EYT düzenlemesinden en çok faydalananlar SSK’lı çalışanlar