Ahmet Ümit, 'Esrar Kapısı'nı çaldı

Ahmet Ümit, okurlarına sıra dışı bir cinayet sunarken, İnançlar konusunda kıldan ince, kılıçtan keskin sorular sunuyor. İşte kitabın konusu ve kısa bir bölümü:

Ahmet Ümit, 'Esrar Kapısı'nı çaldı
Ahmet Ümit, 'Esrar Kapısı'nı çaldı
GİRİŞ 19.11.2008 13:43 GÜNCELLEME 19.11.2008 13:43
Bu Habere 1 Yorum Yapılmış

Polisiye ve Cinayet romanlarının usta kalemi Ahmet Ümit,  son eserini Mevlana ve Şems-i Tebrizi ekseninde gelişen olayları konu ediniyor. Kitap dünden itiraben kitapevlerinin raflarındaki yerini aldı.

"Mevlana'yı bir polisiye kurguya nasıl yerleştirdiğini merak edenlere söyleyelim, bu kez maktul Şems. Mevlana'nın, en az kendisi kadar ünlü dostu, ilham kaynağı Şems'in bir faili meçhul cinayete kurban gitti inancındayım" diyordu Ahmet Ümit kitabın yazım aşamasında.

Ümit'in konuyla ilgili düşünceleri Radikal Kitap sayfalarına şöyle yansımıştı: "Mistik düşüncenin de insan kültürünün tıpkı dinler gibi bir parçası olduğunu düşünüyorum. O nedenle bunların bilinmesi ve anlatılması lazım. Ama gerçekçi bir yazar olduğum için mistik karakterler burada biraz geride kaldı" diyen Ümit, bu romanında batı düşüncesi ile doğu düşüncesini kıyasladığını belirterek: "Doğuda her zaman akıl yerine sezginin ön planda tutulduğu bir düşünce hakimdir. Sonuçta, doğu toplumlarını asıl etkileyen düşünce ezoterizmdir. Batı ise esas olarak akla dayanır. İnsanı akıldan ibaret görürler. Bu kitapta bu batı düşüncesinin bakış açısını incelemeye çalışıyorum. Oradaki kahramanlardan biri Türklerden nefret eden bir İngiliz kadın. Bir gün Konya'ya gelir ve düşüncelerini değiştirecek birtakım olaylarla karşılaşır." diyordu.

"Dünya, rüya içinde rüyadır" diyor cinayet romanlarının en ünlü Türk yazarı Ahmet Ümit son kitabı Bab-ı Esrar'da ve yedi yüz yıldır çözülemeyen bir cinayeti; Şems-i Tebrizi'nin öldürülmesi'ini kendi üslubuyla okurlara sunuyor.  Aslında bu metofor etrafında yedi yüz yıldır dillerden düşmeyen Şems-i Tebrizi ile Mevlânâ arasındaki aşkı ve yediyüz yıldır kanayan bir iddiayı,  Alaeddin ile Kimya'nın hikayesini de tabiî olarak gündeme getiriyor desek daha doğru.

Ahmet Ümit'in kitabında; Londra'dan Konya'ya gelen Karen birdenbire kendisini sırlarla dolu yolculuğun içinde bulur. Karen Kimya Greenwood. Mevlevi Poyraz Efendi ile eski hippi Susan'ın kızıdır. Çok sevdiği babası, Karen on iki yaşındayken onları terk ederek. Şah Nesini adında Pakistanlı bir adamla gitmiştir. Karen, babasının onları neden terk ettiğini uzun yıllar anlayamaz. Ta ki mesleği gereği yolu Konya'ya düşene dek....

Ahmet Ümit'in roman kahramanı Karen bir sigorta şirketinde eksperdir. Çalıştığı sigorta şirketi, onu Konya Yakut Otel'de çıkan yangını soruşturması için babasının kentine yollar. Karen huzursuzdur. Hem onları yıllar önce bırakıp giden babasının doğduğu kente gitmekten hem de kişisel sorunları yüzünden tedirgindir. Hamiledir ama sevgilisi bebeği istemez, oysa Karen artık otuz beşine gelmiştir, belki de anne olmak için bu son şansıdır. Öte yandan sevgilisini de kırmak istemez...

Konya gezisi tam da bebek sorunu sırasında gündeme gelmiştir. Keren uçağa kafasında bu sorunla birlikte biner. Konya'ya gelmeden uçakta başlar tuhaf olaylar. Bir ses ona seslenmektedir: "Kimya... Kimya..." Bir sanrı deyip geçer, ama tuhaflıklar birbirini izler.

Konya'ya indiklerinde, karanlık bir sokakta siyahlar giymiş, sakallı, sürmeli gözlü bir adam, ona kahverengi taşlı bir yüzük verir. Karen yüzüğe bakarken adam kayıplara karışır.  Karen şaşkın, neler olduğunu kavramaya çalışırken önce
yüzüğün taşı kanar, sonraları bu siyahlar giymiş sakallı adamın, Mevlânâ’nın büyük aşkı Şems-i Tebrizi olduğunu
anlar...

Ahmet Ümit, Bab-ı Esrarda okuru gizem dolu ilginç bir serüvene sürüklerken, Anadolu'daki tarihi-kültürel kaynakların önemli bir daman oluşturan Mevlânâ Celaleddin Rumi'nin yaşamına farklı bir açıdan yaklaşıyor. Deyim yerindeyse
Mevlânâ'yı sadece bir din adamı bir ulema olmaktan çıkarıyor. Bu güne dek tanımadığımız bir Mevlânâ, tanımadığımız bir Şems.  Ahmet Ümit'in fantastik öğeleri kullanarak çok katmanlı diliyle, Mevlevilik temelinde din ve inanç üzerine ilginç sorular sorduğu, din - inanç, inanç-sevda sorgulamasını konu alan Babı Esrar'ın doğacak tartışmalardan prim yapmayı hesapladığını düşünmemek safdillik olur.  Kurnaz bir kurgu ve zekice tasarlanmış diyaloglar ile eser, bu konudaki farklı yorum ve düşünceleri harmanlıyor. Bu üslup nedeni ile de esere kızan da alkış tutan da olacak... Peki bu gizemli cinayete getirdiği yorum kitaba, Ahmet Ümit ve yayıncılının beklediği ilgiyi görmesini sağlatacak mı?  

Bir süre önce Yakamoz Yayınları arasından çıkan İranlı Kadın yazar Saide Kuds'un Kimya Hatun'u aynı konuyu işliyordu. Kuds'un kitabının konunun gizemini öldürdüğünü göz önüne alırsak  ilgi beklenenin çok altında kalabilir. Ama konuyu bir şekilde tartışmaya açtığını varsayarsak bu iki kitap birbirinin satışını tetikleyerek ilgiyi beklentilerin de üstüne çıkartabilir.  Bu konuda Türk okurunun refleksi ne yönde olacak onu birlikte göreceğiz.

Ama pazarlama ve reklam gücünü de hesaba koyarak düşünürsek refleksel olarak kitabın önümüzdeki bir ik ihafta içinde çok satanlar listesinde olacağına kesin gözüyle bakabiliriz.  Sorumuzun cevabını ondan sonraki haftalarda alacağız...

 

Kitaptan bir bölüm
Taşta Kan Vardı 
 
Taksiden inerken ilk yağmur damlası düştü alnıma.
Gökyüzü lacivert bulutlarla kaplamış; gün sanki geceye dönmüştü. Sabırsız bir sağanağa yakalanmamak için camiye girdim. Girişte ince sakallı, aydınlık yüzlü genç bir adam karşıladı beni. Kibar bir tavırla ayakkabılarımı çıkartmamı, başımı örtmemi rica etti. Eğer başörtüm yoksa kendileri verebilirmiş. Boynumdaki duman rengi uzun fuları çözerken, “Var” diyerek, teşekkür ettim. Başımı örttükten sonra, ayakkabılarımı çıkardım, kapının iki yanında karşılıklı olarak duran raflardan sol taraftakinin en alt sırasına yerleştirdim. Mevlânâ’nın türbesiyle kıyaslandığında son derece mütevazı bir ibadethaneydi burası. Hem cami hem de türbe. Ama belki Şems’e yakışan da buydu.
Belki ona sorsalar bir türbesi bile olsun istemezdi. Mevlânâ, gökyüzünden daha güzel bir kubbe mi olur, dememiş miydi? Eminim Şems de onun gibi düşünürdü. Yine de Mevlânâ türbesindeki o kalabalıktan sonra burada görevli dışında kimsenin olmadığını görmek keder vericiydi. Sadece keder verici değil, yüzlerce yıllık türbenin içindeki bu ıssızlık, aynı zamanda ürkütücüydü de. Çekingen gözlerle içerisini inceleyerek, karşımdaki türbeye doğru ağır adımlarla yürüdüm.
Sol tarafımdaki geniş kemerin altından geçilen caminin ahşap mihrabı fark ettim. Demek insanlar namazlarını burada kılıyorlardı. Mihrabın olduğu bölgeyle fazla ilgilenmedim, çünkü beş altı metre ötemde, ön cephesi yüksek olmayan ahşap tırabzanla çevrilmiş, üstünde yeşil bir örtü ve kocaman bir sarık olan büyükçe bir sanduka duruyordu. Sandukanın ayakucuna yaklaşınca, sol taraftaki levhada yazılanlar gözüme çarptı.  “Yüce Peygamberimiz ile Hazreti Ali arasındaki dostluk, muhabbet, yakınlık ne ise, Hazreti Şems ile Hazreti Mevlânâ arasındaki dostluk odur.”
Aradan yedi yüz küsur yıl geçmiş olmasına rağmen, insanların hâlâ onların arasındaki ilişkiyi savunmak zorunda kalmaları üzücüydü. Öte yandan, bu iki sıra dışı insanın ilişkisi merak edilmeyecek gibi de değildi. Onlar buna aşk diyorlardı, ama onların bu duyguya yüklediği anlamla bizim kavramlarımız arasında sanırım epeyce fark vardı. Belki de Şems ile Mevlânâ arasındaki ilişkiyi çözebilsem, babam ile Şah Nesim arasındaki yakınlığı da kavrayabilirdim. Tabii babamın neden bizi hiçbir açıklama yapmadan bırakıp gittiğini de. Belki de İzzet Efendi’ye sormam gereken soru, babamın neden Şah Nesim’le gittiği değil, Mevlânâ’nın Şems’e neden bu kadar büyük bir tutkuyla bağlandığı olmalıydı. Belki kanayan yüzüğün gizemi de bununla ilgiliydi, Şems’in hakikat dediği büyük sır da... Aklımdan bunlar geçerken, caminin kubbesi ardı ardına vuran gong sesleriyle yankılandı.
Başımı sesin geldiği yöne çevirince, duvarda antika, ahşap bir saat gördüm. Saatin sarkacı sağa sola savruldukça, önemli bir olayın vakti geldi dercesine inatla çınlıyordu gong sesi. Gong sesi sona erince saatin altındaki bölme gıcırdayarak açıldı. Yine gizemli bir geçit duruyordu önümde. Kulaklarımda o bildik uğultuyu hissettim. Yine o tatlı esinti sardı ortalığı, yine o ıtır kokusu çalındı burnuma. Yine aynı ürpertiyle sarsıldı bedenim. Evet, kara giysili dervişin hayaleti yine etrafımda bir yerdeydi. “Sakın gitme” diyen içimdeki cılız sese artık aldırmadım bile. Bütün benliğimi ele geçiren merakımın eteğine tutunarak yürüdüm o güzelim ıtır kokusunun yoğunlaştığı yere. Saatin altındaki geçitten içeriye girince, toprağın derinliklerinden gelen bir nem çarptı yüzüme, bir titreme aldı bedenimi, ama durmadım. Sarı kandillerin aydınlattığı dar, kemerli bir dehlizde ilerlemeye başladım. Birkaç adım sonra etrafı yaldızlı kalın bir ahşapla çevrili cam bir kapı çıktı karşıma. Ne tokmağı var, ne kilidi. Nasıl geçeceğimi düşünürken bir gölge düştü cam kapının öteki tarafına. Dikkatli bakınca gölge bir insana dönüştü, insan bizim gezgin dervişe.
“Neden durdun?” diye sordu sanki aramızda cam yokmuş gibi. “Niye yürümüyorsun?”
Aramızdaki camdan engeli göstererek açıkladım.
“Görmüyor musunuz cam var? Nasıl geçeyim?”
“O cam değil, ayna.”
“O zaman bu aynanın sırrı dökülmüş, çünkü öteki tarafını görebiliyorum.”
“Görmüyorsun” dedi çekik, siyah gözlerini iyice kısarak. “Çünkü bu aynanın öteki tarafı yok. Gördüğün kendi yansıman.”
Bakışlarımı kendi bedenime çevirdim; haklıydı, yine siyah giysiler içindeydim, yine ellerim yaşlanmıştı, yine suretim Şems’e dönüşmüştü. Başımı kaldırdım, aynanın içinde kendimi gördüm, bu kez şaşırmadım. Başımı kaldırdım, Şems’e dönüşmüş suretimin bir adım gerisindeki demir halkalı ahşap kapağı fark ettim, gitmem gereken yolu anladım. Döndüm, demir halkadan tutarak, ahşap kapağı kaldırdım. Kıvrılarak toprağın derinliklerine inen bir merdiven belirdi ayaklarım dibinde. Hiç duraksamadan, hiç yadırgamadan, sanki her gün bu merdivenleri kullanıyormuşum gibi ustalıkla inmeye başladım basamaklardan. Daha ilk adımda duydum fısıltıları.
“Bu İranlı derviş, büyü yaptı Mevlânâ Hazretlerine... Başka türlü şeyhimiz bağlanmazdı ona.”
Her basamakta başka bir ses, başka bir nefreti kusuyordu.
“Fiili livata yaptığını söylüyorlar, esasen erkek bedenine düşkünmüş bu Şems-i Perende...”
İndikçe daha güçlü duyuluyordu fısıltılar.
“Geçen gün çarşıda peygamberliğini ilan etmiş diyorlar...”
Kanatsız bir iblis gibi adımlarımı izleyen fısıltılar, homurdanmaya dönüşüyordu.
“Allah’a şirk koşuyormuş zındık. Tövbe tövbe, ‘Ben Allah’ım’ dediğini duymuşlar...”
Homurdanmalar açıkça düşmanlık ilan ediyordu.
“Moğolların adamıymış diyorlar. Konya’nın haritasını verecekmiş onlara, şehre rahatça girsinler diye...”
Düşmanlık tehdide varmıştı sonunda.
“Katli vaciptir bu kara dervişin. Tez zamanda, tez elden halledile.”
Merdivenin son basamağından taş bir zemine indiğimde sesler kesildi birdenbire. Odamdaydım. Celaleddin’in yaşamam için bağışladığı odamda. Ama hiç eşya yoktu ortalıkta. Ne duvarın kenarındaki sedir, ne yere serili kilim, ne vezir Karatay’ın, Celaleddin’e hediye ettiği rahle, ne işlemeli sürahi.
Sadece bir tabut. Sanki içindekini herkes görsün de ibret alsın diye camdan yapılmış bir tabut. Tabutun içinde genç bir kız; benim karım Kimya. Sanki ölmemiş gibi taptaze, sanki az sonra gülerek uyanacakmış gibi yanakları pespembe. Belki de dokunsam gözlerini açacak, belki de seslensem kalkacak. Ama dizlerimin bağı çözülmüş, ben de o cesaret nerede? O anda duydum kapıya vuran insan elinin sesini.
 
“Şems Efendi... Ey Şems-i Tebrizi, kapıya gel az hele.”
Hiç şaşırmadım duyduklarıma, korkmadım, telaşa kapılmadım. Demek vakit gelmişti. Yekindim, kapıya yürüdüm. Elimi kilide götürmeden döndürüp bir kez daha baktım, camdan tabutta yatan günahsızın kefensiz bedenine. Allah’a sözüm olmasaydı eğer hiç durmaz değiştirirdim kendi canımı onunkiyle.
Ama vaat edilen yerine gelmişti, ben de vaat ettiğimi yerine getirmeliydim. Kapıyı açtım. Zemherinin soğuğu hücum etti içeri, ayaz alevsiz bir ateş gibi yaladı yüzümü.
 
“Buyrun” dedim dolunayın kara gölgeler haline getirdiği yedi kişiye. “İşte geldim, deyin ne diyecekseniz?”
Kimse bir şey diyemedi. Kış gecesinin sessizliği, katı bir ayaz gibi çöktü aramıza. En önde duranı seçer gibi oldum. Bu, Hüdavendigâr’ın asi oğlu Alaeddin’di.
“Alaeddin” dedim görmediğim gözlerinde hakkımda verilen hükmü okuyarak. “Alaeddin, sen misin?”
Bir adım öne çıktı Alaeddin sandığım gölge. Kendi yüzümü gördüm onun suretinde.
“Hatırla” dedi kendi dudaklarım bana. “Verdiğin sözü hatırla.”
Dolunayla aydınlanan sessiz bir bahçe canlandı gözlerimin önünde. O ilahi gecede Allah’a şöyle yakarmıştım:
“Ey göğü ve yeri yaratan, ey olmazı olur kılan... Kendi gizli sevgililerinden birinin adını bana söyler misin?”
O ulaşıldıkça ulaşılmaz olan, bana şöyle demişti:
 “İstediğin can, herkesin gözünden saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş, Belhli Sultanü’l-Ulema Baha Veled’in oğlu Muhammed Celaleddin’dir.”
Ben de, ona, demiştim ki:
 “Ey umutların umudu, ey varlığımızın kutsal ışığı. O sevgilinin mübarek yüzünü, Muhammed Celaleddin’in suretini bana gösterir misin?”
Her şeyi görüp bilen, bildiğimizi kat kat çoğaltarak, anlamlara ayıran bana demişti ki:
“Buna teşekkür borcu olarak ne verirsin?”
Hiç düşünmeden uzatmıştım boynumu.
“Başımı!”
Takdiri yaratan, takdir etmişti hediyemi ve demişti ki:
“Mana budur işte. Aşk budur. Aşkın tek bedeli vardır, o da candır. Ölümle kutsanmayan aşk, aşk değildir. Bundan böyle Baha Veled’in oğlu Muhammed Celaleddin sana helaldir. Git ve onu bul. Git, onu bul, ama bize verdiğin sözü de unutma.”
Unutmamıştım. Her nefes alışımda, her adım atışımda gerçekleşsin diye uğraştığım kutsal amacımı nasıl unutabilirdim. Alaeddin sandığım bedenden bana bakan kendime gülümsedim.
“Vakit geldi mi?”
“Geldi” dedi benim suretimde görünen. “Hazır mısın?”
“Hazırım” dedim gözlerimi bile kırpmadan. “Yaratmak da, yok etmek de sana mahsustur.”
Önce bir ses duydum; kınından sıyrılan bir bıçak, zehrini kusan bir engereğin tıslaması, yırtılan tenin yumuşak yankısı. Baktım, şimdi Alaeddin duruyordu karşımda. Gülümsemeye çalıştım, bırakmadılar; bakışlarımla anlatmak istedim, fırsat vermediler. Aynı anda yedi kez parladı yedi bıçak dolunayın ışığında. Aynı anda tam yedi kez sarsıldım. Yedi kez açıldı bedenimde yedi ateş çiçeği. Sonra yedi ateş çiçeğinden usulca gökyüzüne yükselen kendi ruhum. Sonra taşa damlayan kan. Sonra gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu, ürkütücü bir serinliğin içinde yüzen ağaçlar, katmerlenen kış gülleri, tazelenen nergisler, bedenimi parçalayan yedi kişi. Yedi öfkeli yürek, nefret tarafından ele geçirilmiş yedi akıl, yedi keskin bıçak. Ne yaptıklarının farkında bile olmayan yedi zavallı adem. Ve sonra taştaki kan; canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsini içine alarak koyulaşan o bir damla kan.
(Haber 7)
Kitapla ilgili teknik bilgiler ve sipariş koşullarını bu linki kullanarak görebilirsiniz
YORUMLAR 1
  • Kadim Kültür 16 yıl önce Şikayet Et
    Mevlana ve Şems. Mevlana ulamadan değildi büyük bir edebiyatçı idi ama dini bilgisi elbette vardı. Şems ise ismaili mezhebindendi Konya halkı hoş bakmıyordu kendisine. Ulamadan Kadı Burhanettin ve Hace Evren bunlarla uzun süre mücadele ettiler.Moğol istilasının tahribatları bunlar sayesinde derin olmuştur. Tarihçiler bilir.
    Cevapla
DİĞER HABERLER
Hakan Fidan'a suikast girişiminin detayları ortaya çıktı!
Hindistan-Pakistan çatışmasının kazananı kardeşlik oldu! Şerif'ten bomba açıklama