Bejan Matur: Bir sesin peşinden gittim

Tüm şiir kitapları Timaş Yayınları etiketiyle yeniden yayınlanan şair Bejan Matur, kitaplarını neden tek çatı altında toplamadığını anlattı...

Bejan Matur: Bir sesin peşinden gittim
Bejan Matur: Bir sesin peşinden gittim
GİRİŞ 15.12.2011 17:28 GÜNCELLEME 15.12.2011 17:28

Yavuz Ulutürk'ün röportajı

Bejan Matur 90’lı yıllarda ilk şiir kitabı Rüzgâr Dolu Konaklar’ı yayımladığında dikkatleri çekmişti. Ardından Tanrı Görmesin Harflerimi, Ayın Büyüttüğü Oğullar, Onun Çölünde ve İbrahim’in Beni Terk Etmesi geldi. Timaş Yayınları geçtiğimiz günlerde şairin kitaplarını yeni baskılarıyla okura sundu. Bunu fırsat bilip Matur’la şiir yolculuğunu konuştuk.

Kimi şairler kitaplarının yeni basımını “toplu şiirler” adı altında tek ciltte yayımlamayı tercih ediyor. Böyle bir yolu seçmeme sebebiniz, kitaplarınızın tek tek, bağımsız değerlendirilmesi isteği mi?

Daha ölmedim! Şaka bir yana ben toplu şiirlere sıranın gelmesi için bir şairin sözünü tamamlamış olması gerektiğini düşünürüm hep. Bunu tercih etmememin sebepleri çok net; her kitabın kendi hayatı olduğuna inanıyorum. Şiirlerin yazılışından kapağın tasarlanmasına, basımına kadar hep bir anlam etrafında dönülür. Şiirlerin bir kitapta dizilişi de özel bir anlam ve sentaksın neticesidir. Daha temelde ise dilin organik olduğu hissiyle bakıyorum. Yani bir şiirin şiir olmasında, bir başlıkla diğerinden ayrılmasında, bir kitaba ait olmasında bütün o sıralanma ve dizilişte şairin seçiminin elbette büyük payı var. Ama bizim dışımızda bir şiir gerçeği olduğu ve o gerçeğin bizi yönettiği hissi de bende çok güçlü. Yani bir kitap tamamlandığında tıpkı bir kapının kapanması gibi isteseniz de açamıyorsunuz. Nasıl bir şiir son dizesiyle mührünü yaratır ve bir daha isteseniz de açamazsınız, kitaplar da öyle. Şiirleri alıp bir başka dizilişte yeniden sunmak bana, o ilk doğaya haksızlıkmış gibi geliyor. Ama tabii bir şairin yaşlılığında yapılabilir bu.

Kitaplarınızın yeniden basımı vesilesiyle şiirlerinizi tekrar okudunuz mu? Bir okur gözüyle bakabildiniz mi şiirinize? Neler gördünüz?

Şiirlerime tekrar tekar bakan, okumaktan keyif alan biri değilim. Hatta tam aksi, şiirle karşılaşmanın bir tür zorluğu da var benim için. Bilemiyorum, belki de yazılırkenki ruh halinin canlı olduğunu hatırlattıkları içindir. Acı verdiği içindir. Mecbur değilsem bakmam pek. Birileri okuyunca da mahcubiyetle dinlerim. Kitaplar yeniden basılırken bir editöryal okumadan geçti. Sayfa dizilişleri değişti her şeyden önce. Sayfanın sağında olan başlık sola kaydı ister istemez. Ben başta onu bile yadırgadım. Tabii şiirlere topluca bakmak bir okur mesafesi değilse de bir tür mesafe demek. Tuhaftı tabii. Vay be dediğim de oldu. Şaşırdığım, bunu ben mi yazmışım, nasıl olmuş dediğim, bazı şiirleri şimdiki aklım olsa o kitaba almazdım dediğim de oldu. Ama dedim ya, kitabın hayatına sadakati önemli buluyorum. Bozmak istemedim. Kusur varsa da yazıldığı zamanın kusurudur. Benim kusurumdur.

Bejan Matur şiiri değerlendirilirken en çok öne çıkan tanımlardan biri “yalınlık”. Ne dersiniz bu konuda?

Aklımdan hiçbir zaman çıkarmadığım bir söz var: “İnsanlar içinde bir insan ol”. Hazreti Ali’nin bu sözü beni çoğu zaman uyandırmıştır. Şiirde yapmaya çalıştığım da çok farklı değil aslında. Daha doğrusu şiirin bana geliş biçimi, insanın sonsuzluk içinde biriktirdiklerine dairdir. O sözün hiç karmaşık olmadığını bir şair, sezgileriyle bilir. Ona ulaşmak ise zordur. Yeterince ulaştığımı sanmıyorum. Ben bir taş kadar fasılasız ve kendi hakikatinin merkezinde bir şiir yazmanın derdindeyim. O şiiri yazabilirsem sadeliği yakalamış olurum. Daha çok yol var...

Füruğ ve Sepehri gibi Ortadoğulu şairlere ilginiz, okurlarınızın mâlumu. En çok beslendiğiniz kaynaklar onlar mı?

Klasik medrese eğitiminden verilen bir örneği hep hatırlıyorum; senden öncekiler ne yapmış onlara bak, tanı, bil ve sonra unut. Çünkü ancak unuttuğunda kendi dilini yaratabilirsin. O vakit dilde özgün olanı yakalarsın. Ben de erken yaşlarımda şiir adına bulduğum her şeyi büyük bir iştahla okudum; dünya şiiri, modern şiirin referans eserleri, Ortadoğu’da yazılan şiir,  Türkçe yazılan şiir, kısacası her şey. Zaman içinde okumalarınız bir nitelik ve çerçeve kazanıyor. Kötü şiire tahammülünüz azalıyor. Sahiden kötü yazılmış bir şiir sizi hastalandırabiliyor. Kaynak konusuna gelince, bunu hep söyledim; benim şiirimle ilgili bir kaynak aranıyorsa içinden geldiğim toplumun tarihine, köklerine bakılmalı. O toplumun acılarına bakılmalı. Şiirim oradan besleniyor. Ve tüm ruhumla oraya bağlıyım hâlâ. O dilsiz dünyanın taşlarını, rüzgârını, ağacını konuşturmak derdiyle bağlı ruhum. Furuğ ve Sepehri ile bir yakınlık varsa doğulu bir hissediş ortaklığı olabilir. Nihayetinde Furuğ da Sepehri de benim şiirde yapmaya çalıştığım, bir yer duygusunu modern bir dilin içinden kurmaya çalıştılar şiirlerinde. Şiirlerinin referans noktası içinden geldikleri toplumun kültürünün derin katlarıydı. Ama şunu da görmek zorundayız; neticede modern şiir Batı’da kurulmuştur. Furuğ’un beslendiği kaynaklar da mektuplarından bileceğiniz gibi daha çok Alman -Rilke mesela, hatta Rilke’yi çevirdiğini söyler- ve İngiliz şiiridir.

İbrahim’in Beni Terk Etmesi en çok konuşulan kitaplarınızdan olmuştu. “Hazreti İbrahim” imgesinin şiirinizde yer alışını konuşalım biraz da…

İbrahim çağırdığı için gittim. Bir sesin peşinden gittim. Dergâha, Urfa’ya, bozkıra o sese. Başlangıcın soruları çağırdı beni de. Hazreti İbrahim büyük sorular soruyor. Büyük cevaplar arıyor. Bir sonsuzluk arayışı onunki. Güneş’e gidiyor yok, Ay’a gidiyor yok. “Batan şeyleri sevmem” diyor... Bütün bunlar ve daha fazlası şiiri ona götürdü.

Bir şiirinizde “Dünyada olmak acıdır. Öğrendim.” diyordunuz. Şiirlerinizde anlattığınız coğrafyayı da hep “acı” ile tarif ediyorsunuz. Orayı “acı” olmadan anlatmak mümkün değil mi?

Bir defa bu bir tercih değil. Şiir öyle geldiği için öyle yazılıyor. Başka yolu olsaydı herhalde onu tercih ederdim. Diğer yandan acının ve kederin anlatılmaya değer bir derinlik barındırdığı da bir gerçek.

Onun Çölünde, aşk’a ithaf edilen bir kitap. “İki Uzak Nehir” adlı ilk bölüm aşkın kısa şiirlerle yazılmış tarihi gibi. Ardından da iki bölüm ve iki uzun aşk şiiri… Fakat mısralar acı, çöl, taş, kan ve susuşlarla bezeli. “Aşk uzakta” mı gerçekten?

Uzakta olmazsa aşk olmaz. Yahut uzakta olduğu için aşk! Muhayyilemizi tetiklemeyen oradaki kapalı geçitleri, gizli kapıları uyarmayan hiçbir şeye ruhumuzda yer açamayız. Aşkın mecrası da oralar değil mi?

“Ağaçların Hayatı” adlı şiirinizde, “Bir ağaç gölgesi gibi yalnızlık,/ Damarlarını yavaşça toprağa veren,/ Görünmezde hüküm süren bir ağaç.” diyorsunuz. Aynı şiirde geçiyor yine, “Kalbime benziyor ağacın yaprakları/ Kalbimin susuşu gibi kışın”. Şiirlerinizde pek çok imge var fakat ben ‘ağaç’ı sormak istiyorum. Nedir sizdeki yeri?

Benim çocukluk ağacım meşe. Bir meşe ağacının altında oturup düşünen, yaprakların hayatını ezber eden bir çocuk olarak büyüdüm. Aslında sadece o ağacı anlatarak da bir hayat geçirebilirdim! Köyün mezarlığında, tarlaların, ıssız tepelerin ortasında bir işaret gibi duran meşe ağaçları. Sonra daha kadim bir ziyaret tepesi var ki, oradan çıkan ‘temmuz meleği’ şiiri az bile söyledi. Sadece o ağaçla olan konuşmamı anlatan bir kitap yazmayı düşünüyorum. Uzun hikâye. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim.  

Kader Denizi adlı kitabınızda Ege’de boğularak ölen mültecilerin kara yazgısını şiirle anlatıyorsunuz. Kitabı okurken “kabarcıklar arasında ilerleyen, taş gibi ağır kelimeler” eşlik ediyor bize. Ölüme yüzen kollar, kıyıya atılan kulaçlar, bir çocuğun yüzmesi… Nasıl bir ruh haliyle yazıldı bu şiirler?

Mülteci bir ruh haliyle! Mülteciyiz çünkü. Bir yerden bir yere gidişimizi unutarak yaşasak da bu böyle. Benim unutmamamın hayatımda bir karşılığı var. Göçebe bir toplumdan geliyorum. Hâlâ göç eden, yerini tam da bulamamış bir toplumdan. Ayrıca büyük göç hikâyeleri ile büyüdük. Ermeni tehciri, Maraş olayları sonrası yaşanan küskünlüğün tetiklediği göç, pek çok motif zihnimde canlı duruyor. Ege’yi geçerken boğulan o insanlara çok da uzak değilim. Ayrıca  Umuda Yolculuk filmine konu olan mülteci hikâyesi var. Yakından yaşadık çünkü orada anlatılan ailenin oğlu şoförümüzdü. Tüm bunlar ve insanın içinde yılların biriktirdiği pek çok kırılma kimbilir hangi imgeyi biçimlendiriyor. Bilmiyorum! Bildiğim şu; “suda ölümden kork” demiş ya şair. Suda ölümün fazlasıyla trajik yanı da duyguları tetiklemiş olabilir.

Türkçenin en güzel şiirlerinden bazılarında imzanız var bir Kürt şair olarak. Anadilinizde şiir yazdınız mı hiç?

Keşke yazabilseydim. Denemek istedim aslında. Hatta duyduğum bazı ağıtları biraz dönüştürerek yazmayı istedim. Ama Kürtçe eğitim görmemişseniz folklorik bir dile mahkûm kalıyorsunuz. Halbuki ben başka bir dilin peşindeydim. Şiir folklor değildi! Anne Kürtçesi ile ancak bir yere kadar gidebilirsiniz. Sonrasında ciddi bir çaba, zaman ve entelektüel uğraş gerekli. Ben Türkçe gelen şiirin öyle bir vakumu içindeydim ki, başımı, ruhumu kurtarıp başka bir dile, bu Kürtçe bile olsa, bakacak durumda değildim. Ayrıca benim konuştuğum Kürtçenin standart Kürtçe olmayışı da bir engeldi. Maraş Kürtçesi edebiyatta kullanılan Botan Kürtçesinden epeyce farklı. Sanıyorum ciddi bir sebep de buydu. Yani kendi Kürtçemi bırakıp başka bir Kürtçe öğrenmek için heves hissetmedim içimde. Oradaki hiyerarşik durum beni rahatsız etmişti, hâlâ da ediyor! Ama kimbilir belki ileride, Passolini’nin yaptığı gibi kendi lokal Kürtçemle şiirler yazarım.  

Edebiyat dergilerine biraz mesafeli görüyoruz sizi. Son zamanlarda yeni şiirler yazıyor musunuz, tezgâhta neler var?

Tezgâhta çok şey var. Kitaplar var. Defterler dolusu birikmiş şiir var. Ama çok sık şiir yayımlamak hazzettiğim bir durum değil. O nedenle zamanı gelince basılmak üzere bekliyorlar. Bazıları hâlâ defterden kurtulabilmiş bile değil. Bazılarının ilk daktilo, yani bilgisayar yazımı yapıldı. Bekletiyorum şimdilik.

    Dergilere mesafeliyim doğru. Başından itibaren öyleydi. Çok az dergide yayımlandı şiirlerim. Bir dergi ortamı ve şiir çevresiyle yetişmedim. Hep bir başımaydım şiirle. Bu bazen yanlış da anlaşılabiliyor. Benim şiirle sosyalleşmek istememem kimilerine kibir gibi de görünebiliyor uzaktan. Bundan rahatsızım elbette. Ama yapacak bir şey de yok. Çıkıp “bakın ben kibir bilmem” demek de çare değil. Çünkü şiiri hep kitap bütünlüğü içinde düşündüm ve bu düşüncemi aşan bir paylaşma hissi oluşmuyor devamla.

Son olarak 2002’de yaptığınız bir söyleşide projeleriniz arasında bir sinema filminden bahsediyordunuz. Doğrusu merak ettik, nedir ne değildir diye?

Sinema, şiirden ve müzikten sonra kendime en yakın bulduğum alan. Belki de şiiri ve müziği buluşturma imkânı verebildiği içindir. Söze yer açabildiği için. Zaman zaman heyecana gelip bir şeyler karaladığım olur. Hâlâ oluyor. Derler ya Türkiye’de herkes gizli romancıdır diye. Roman haşa, ama film sahneleri yazdığım, yazmak istediğim oluyor. Sizin sorduğunuza gelince; evet 2002 senesinde uzunca bir hikâye yazdım. Bir treatman. 19. yüzyılda geçen bir hikâye. Bir doğu-batı hikâyesi. Bir karşılaşma ve tanıklık hikâyesi. Hâlâ duruyor. Yayımlamadım da. Çünkü sinema için düşünmüştüm.  Sonra şevkim kırıldı ve rafa kaldırdım. Zaman zaman “şu hikâyeyi raftan indireyim” dediğim oluyor ama demek ki zamanı değil yahut o zaman hiç gelmeyecek. Acelem yok. Hiçbir şey için.

(Zaman Kitap)

Kitapla ilgili teknik bilgiler ve internet üzerinden sipariş şartlarını görmek için bu linki kullanabilirsiniz

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Bakan Şimşek: Yakında KKM uygulaması sona erecek
ABD ülkelere mektup gönderecek! Trump: 'Kimse zorunda değil'