Köçer Dokuz Canlı Hikâye'yi anlattı

İlk hikâye kitabı Bu Ne Biçim Cumartesi'nin ardından, sinema yazılarından oluşan Belki Şehre Bir Film Gelir isimli kitabını çıkaran yazar Suat Köçer, son kitabı ile hikâye macerasına devam ediyor.

Köçer Dokuz Canlı Hikâye'yi anlattı
Köçer Dokuz Canlı Hikâye'yi anlattı
GİRİŞ 11.09.2012 16:06 GÜNCELLEME 11.09.2012 16:20

Hilal Aslan'ın röportajı

Fotoğraflar: Ahmet Aytaç

Yeni kitabında Kızılcık Mahallesi'nde yaşayan dokuz kedinin dilinden hikâyeler anlatan Suat Köçer'le, kitabı Dokuz Canlı Hikâye'yi konuştuk.

Hem sinemacı hem hikâyecisiniz. Dilerseniz söze buradan başlayalım; Sinema ve hikâye arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz?

Hikâye yaşadığımız coğrafyanın en eski edebi türlerinden biri olduğu gibi aynı zamanda insanımızın meramını anlatması noktasında kendine en yakın bulduğu bir iletişim/aktarım aracıdır da. Hikâye, tarih boyunca çeşitli meselelerin karakterize edilerek nesilden nesle aktarılmasına vesile olmuş. Sinema ise 1800'lerin sonlarında icat edilmiş, nispeten yeni bir alan. Bana göre hikâye ile sinema arasında son derece güçlü bir bağ var. Nihayetinde sinema görsel bir dal olsa da, var olabilmesi bir aks'a, hikâyeye bağlıdır. Bu yönüyle sinemanın da (anlatım bağlamında) temelinde hikâye vardır ve sinema, hikâyesi ölçüsünde kendisini ifade edebilir ve var oluşunu ancak hikâyesi ile anlamlandırabilir diye düşünüyorum.

Bu Ne Bicim Cumartesi ile başladığınız sinematografik tarz, ikinci hikâye kitabınız Dokuz Canlı Hikâye'de de devam ediyor. Bilinçli bir tercih mi bu, yoksa doğal bir şekillenme mi sizce?

Çocukluk yıllarımda film seyretme alışkanlığı kazanmadan önce, yazmayı keşfettim. İlkokulda kompozisyon ödevlerini iple çekiyor, evde günlük tutuyordum. Özellikle ortaokul yıllarımda hikâyeler yazmaya başladım ve lise çağında artık gününün büyük kısmını hikâye ve roman okuyarak geçiren bir gençtim. Sinemayı TV'de seyrettiğim filmlerle tanımaya başladım. Lütfi Akad'ın Gelin filmini seyredene kadar, sinema benim için sıradan bir vakit geçirme aracıydı. Gelin filmi, bana sinemanın ayrı bir dünya olduğunu hissettirdi. Bu filmle birlikte artık seyrettiğim her film sinemayı keşfetme yolunda attığım bir adıma dönüştü. Şimdi geriye dönüp baktığımda, hikâye ve sinemaya duyduğum bu sevginin her iki tarafı da etkileyen bir faktöre dönüştüğünü görüyorum. Özellikle son yıllarda mesleki bakımdan da dâhil olduğum sinemanın hikâyelerime etkisi kaçınılmaz oldu. Dolayısıyla sinematografik özellik, kaygı duyarak tasarladığım bir tarz değil, kendiliğinden oluşan doğal bir sürecin sonucu oldu.

İlk kitabınızda insanlar kendilerini anlatırken, Dokuz Canlı Hikâye'de sözü kedilere bırakmışsınız. Nasıl bir tecrübe oldu sizin için? Meseleye bakışta insan-kedi arasında ne tür farklılık ve benzerlikler keşfettiniz?

Hikâyelere kedilerin gözünden bakma fikri beni ilkin tedirgin etti. Nihayetinde farklı bir varlıktan söz ediyoruz ve bu varlığın aracı olmasıyla birlikte bir takım pürüzlerin ortaya çıkması da kaçınılmaz olurdu. Bana oldukça çekici gelen bu fikre yenik düşerek ilk hikâyeyi yazdığımda, bu tedirginliğin yerini bambaşka bir duygu aldı. Olayları kedilerin anlatıyor olması, bana yorumlama bakımından müthiş bir özgürlük alanı açtı. Adeta içimden geçen her şeyi rahatlıkla kâğıda dökebilme yetisi kazandım. Ne söylersem söyleyeyim, bundan dolayı sorgulanamayacağım hissi taşıdım. Anlatanlar kedi olunca, meramımı orta yere döktüm. Yalnızca bu yönüyle bile çok farklı, hatta eğlenceli bir tecrübe oldu benim için. Öte yandan insan ve olaylara üçüncü bir gözden bakma çabası, zengin bir hayal dünyası ve yorumlama şansı da tanıdı bana. Hikâyeleri bir insanın dilinden anlatmakla kedilerin penceresinden yorumlamak biçim açısından birbirinden son derece farklı şeyler. Bu hikâyeleri insanlar anlatsaydı bence birçok ayrıntıyı göremeyecek, olayların düğümlendiği bazı noktaları es geçecektim.

Dokuz Canlı Hikâye adeta bir karakterler armonisi. Her bir hikâyenin çok sayıda kahramanı var ve kediler de, hikâyelerdeki kahramanlar da birbirini tanıyor. Bu yönüyle romanı aratmayan bir hikâye kitabı var karşımızda. Bu konuda neler söylersiniz?

Yazarken murad ettiğim tek şey, meramımı anlatabilecek bir cast oluşturmaktı. Cast sinemaya ait bir kavram ve demek ki karakterleri oluştururken bilinçaltımda sinemasal bir tarz da var. Olayın doğal seyrinde akabilmesi için daha çok karaktere ihtiyaç duydum, bu da beraberinde zengin bir karakter haritası ortaya çıkardı. Roman bana son derece zor ve inşası güç bir yapı gibi gözüküyor. Hiçbir zaman böyle bir yapı kurmayı düşünmedim. Ancak hikâyenin de kendine özgü bir takım kodları ve zorlukları var. Bu zorlukları aşmada karakterleri önemli birer mevzi olarak görüyorum.

Diğer kitabınızda olduğu gibi bu kitapta da küçük olaylardan büyük hikâyeler çıkarmışsınız. Son yıllarda edebiyat dünyasında birey odaklı eserler dikkat çekiyor. Toplumsal meseleler irtifa kaybediyor sanki. Katılır mısınız bu görüşe?

Hikâyenin büyüklüğü veya küçüklüğü, bir nebze neyi, nasıl anlattığınızla ilgili olabilir. Ama bence asıl önemli olan anlatıcının hikâyeyi anlatma nedenidir. Bu metni neden kaleme aldığı, karakterleri neden bir araya topladığı, bir kitabı neden kotardığıdır. Burada iki noktaya dikkat çekmekte yarar görüyorum;

Birincisi; kentlere gittikçe bireyselleşen bir toplum yapısı hâkim olmaya başladı. Aileden, mahalleden, cemaatten, partiden vs uzaklaşılmaya başlandı. Hayat daha ziyade bireysel bir çerçevede yaşanıyor. Bu da toplumsal meselelere mesafeli olmayı, çoğunluğu ilgilendiren konulara uzak kalmayı beraberinde getiriyor. Bugüne kadar alışık olduğumuz ve aile için, mahalle için, toplum için fedakârlık yapmak, bireysellikten ziyade meselelere toplum zaviyesinden bakma, önemini tamamen yitirmiş, geçeriz akçe muamelesi görüyor. Özetle herkes kendi evinde ve kimse mahalleyi, cemaati, toplumu ya da dünyayı kurtarmak istemiyor. Yaşamak ve görmek istediği şey kendi bireysel hayatı. Onu görüyor ve yazıyor.

İkincisi; Az önceki duruma bağlı olarak, ortaya konulan eserlerde, toplumu ya da cemiyeti ilgilendiren konulara dair iddialı cümleler kurulmuyor. Nitekim son dönem roman ve hikâyelerde daha ziyade bireyin toplumda yalnızlaşması, yabancılaşması gibi temalar öne çıkıyor. Yeni nesil yazarlar büyük cümleler kurmaktan korkuyor. Romanımıza yön veren büyük ustaların eserleri, bu bakımdan dikkate değer. Batılılaşma, modernizm, siyasi hareketlilikler, ideal devlet ve toplum yapılanmaları, devlet-toplum ilişkileri vs gibi meseleleri roman ve hikâyelerinde ustalıkla ele alıp, bu vesile ile bir takım temel konulara dair çarpıcı yorumlarda bulunmuşlar. Örneğin Kemal Tahir'in romanları toplumun cumhuriyetin ilanı sonrasında, kırsal kesimde ve kentte yaşadığı dönüşümü, buhranı ve krizleri ustalıkla yansıtmış, bu konularda yazarın fikirleri karakterler üzerinden okura aktarılmıştır.

Bu yönüyle ele alındığında, toplumsal meselelerin edebi eserlere yansıması noktasında bir irtifa kaybından söz edilebilir.

Başta Felek, Pembe ve Nasip olmak üzere, kediler sıklıkla insanlara sataşıyor, onları ironik bir dille eleştiriyor. İnsanlarla ne alıp veremedikleri var kedilerin?

Sokaklarda yaşayan hayvanların dili olsaydı, eminim inanlara çok daha fazlasını söylerlerdi. Kendi yaşamımızı mahvettiğimiz gibi hayvanların da yaşam alanlarını kısıtladık. Bugün pek çok büyük kentte sokakta hayvan görmek bile zor. Kendi konforumuz uğruna, diğer canlıların temel haklarını hiçe sayıyoruz. Bu dünyada yalnız kendimiz varmış gibi hareket ediyor, hayvanların hayat haklarını ayrıntıdan ibaret görüyoruz. Pek çok kez kazalarda yaralanan kedi, köpek, kuş gibi hayvanların ölüme terk edildiğini duyuyor, gazete ve TV'lerde görüyoruz. Dokuz Canlı Hikâye'deki kediler işte bu duruma isyan ediyor.

Dokuz kedinin tamamı hikâyelerde olayın geçmişine giderek, o anın öncesi hakkında okura bilgi veriyor. Bazı karakterlerin de geçmişleriyle ilgili ayrıntıları hatırladıklarını görüyoruz. Sinemadaki deyimiyle flashback yapmışsınız sıklıkla. Bur tercihinizin nedeni nedir?

Kitapta özellikle iki şey üzerinde durdum; Mekân ve hafıza. Mekânı önemsiyorum, çünkü insan hayatının mekânla bağını hikmetlerle dolu bir ilişki olarak görüyorum. Hikâyelerde olayların geçtiği mekânlar daha çok kapalı mekânlar. Evler, odalar, dükkânlar, kahvehane ve ofisler. Sıklıkla açılan kapılar, kapanan pencereler ve kahramanların iç mekânları kullanmalarını, hikâye örgüsü içerisinde mekânın insana ve olaya kattığı noktaları vurgulamak için kullanmaya çalıştım.

Hafıza ise son yıllarda üzerine en çok kafa yorduğum kavramlardan biri. Aslında hepimiz yaşadığımız an'ı ve tasarladığımız geleceği bir hafıza üzerine inşa ediyoruz. Hafızanın olmadığı bir an, hafızadan beslenmediğimiz bir zaman dilimi yoktur yaşamımızda. Hikâyelerde kahramanların yaşamını tasarlarken hafızamdan, yaşadıklarımdan çok beslendim. Fikir ilk oluştuğunda, kitabın bir hafıza örgüsü etrafında şekillendiğini hissettim bu yüzden. Nitekim öyle de oldu. Kediler, anlattıklarını hatırladıklarından başlayarak, ya da bulundukları ortamdan hafızalarına doğru geri giderek bize aktarıyor. Hafızanın ne denli önemli bir olgu olduğunu, ben de kitabı birkaç kez okuduğumda fark ettim. Bu okumalardan birinde, hafızamız olmasaydı neye yarardık sorusunu bile sordum kendime.

Kitap hakkında teknik bilgi almak ve sipariş şartlarını görüşmek için bu linki kullanabilirsiniz

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Onurumuzdan başka seçeneğimiz yok: Hizbullah'tan silah kararı
Tadilatta çıkan yangın ormanı yaktı: Yeşil alan siyaha büründü