Nazım Hikmet'i duygulandıran cami
Mâbetler de milletlere benziyor. Onların da talihleri bazen yâver gidiyor, bazen de feleğin sillesini yiyorlar. Çilekeş insanlar gibi, çilekeş camilerin de zaman zaman kubbelerini örümcek ağları bağlıyor;

minberlerin, mihrapların hazin manzarası yürekleri dağlıyor. Yakın tarihin elem verici tablolarından birini de, şu veya bu sebeple kapatılan, depo yapılan, satılan, hatta ahır haline getirilen camiler oluşturuyor.
Başta İstanbul olmak üzere diğer büyük şehirlerdeki birtakım Osmanlı camileri en büyük darbeyi otuzlu, kırklı hatta ellili yıllarda yedi. O zamanlar böyle korkunç bir kıyıma uğrayan mabetlerin sırf isimlerini sıralamak için bile koca bir kitabın yazılması gerekir. Merak edenler bu konuyla ilgili olarak kaleme alınan eserleri, neşredilen makaleleri okuyabilirler ve bu vesileyle göz yaşartıcı tabloları seyrederek hüzünlenebilirler.
Mabedler, Mâbud-u Hakiki olan Allah'ın yer yüzündeki evleri olduğu için, dini edebiyatımızın vazgeçilmez unsurları olarak arz-ı endâm ediyorlar. Yahya Kemal 'Süleymaniye'de Bayram Sabahı'nı terennüm ederken, aynı zamanda Osmanlının ihtişamıyla birlikte Sinan'ın dehâsını da gözler önüne seriyor. Mehmet Akif, 'Fâtih Kürsüsü'nde, bu muhteşem mabedin mü'min gönüllerde nasıl bir heyecan kasırgası estirdiğini, şairane bir üslûpla izah ederken bir yandan da Fatih'in şanını âdeta bütün dünyaya ilân ediyor. Rıza Tevfik, 'Harap Mâbet' isimli o nefis şiiriyle, Mihrimah Sultan Camii'nin eşiğine yüz sürerken, utancından yüzü kızarıyor. 'Hey Rıza! Başını secdeye koy da dinle!' diyor. İnle diyor. Allah seninle diyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, içine bir türlü giremediği İstanbul'un incisi, camilerin birincisi olan Sultanahmet'i dışarıdan seyrederken bile âdeta kendinden geçiyor ve 'Beş Şehir'de, belki beş defa, 'Eski medeniyetimiz, tam anlamıyla dini bir medeniyetti' demekten kendini alamıyor.
Şairlere ilham kaynağı olan Beyoğlu'ndaki Ağa Camii'ni ise Galatasaray'ın eski müdürlerinden Hüseyin Ağa yaptırıyor. Bölgede bulunan birçok emlâk ve araziyi camiye vakfediyor. 1596'da ibadete açılan mâbet, daha sonraki yıllarda bölgede çıkan korkunç yangınlarda tamamen harap oluyor. Sultan İkinci Mahmud devrinde, iki defa tamirden geçiyor. Son dönemde bir kere daha yanıyor. Suzan Hanım, camiyi iki defa tamir ettiriyor. Otuzlu yıllarda Vakıflar Müdürlüğü'nce her tarafı yenileniyor. Yazılarını, Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer yazıyor. Şadırvanı Türk taş oymacılığının bir şaheseri kabul ediliyor. İşte bu tarihi camiyi, İstanbul'un yabancılar tarafından işgal edildiği o netameli yıllarda, harap ve perişan bir halde gören ve çok etkilenen 'Nazım Hikmet şu şiiri kaleme alıyor:
AĞA CAMİİ
Havsalam almıyordu bu hazin hâli önce;
Ah, ey zavallı mâbed, seni böyle görünce
Derdli bir çocuk gibi imanıma bağlandım,
Allah'ımın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklara sen?
Böyle sokaklarda ki anası can verirken
Işıklı kahvelerde kendi öz evlâdı var;
Böyle sokaklarda ki çamurlu kaldırımlar
En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
Üstünde âşifteler yükseltiyor sesini...
Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor;
Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor!
En yakın duygum gibi anlıyorum ben bunu;
Anlıyorum bu yerde elem çeken rûhumu...
Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir arkadaş bulurdun rûhumu görebilsen!...
Ey bu camiin ruhu! Rabbimize git, dile,
Sana hürmet etmiyen bu mukallit mahalle
Bir gün harap olmazsa Türklerin kılıç kıniyle,
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!...
Dursun Gürlek / 8.8.1966 / D.B. Tercüman