Roman nasıl yükseldi?
Roman, en genç sanat dallarından biri olması sebebiyle mitsel bir doğum hikâyesine sahip değildir. Onun hikâyesi, kapitalizmin hikâyesidir ve aslına bakarsanız bu hiç de romantik bir hikâye değildir.

Kapitalizmle bu kadar iç içe bir doğum hikâyesine sahip romanın anayurdu elbette İngiltere’dir. Kapitalizm bu ülkede, uzun bir mayalanma dönemi geçirdikten sonradır ki üst-yapıya sirayet eder. Toplumsal gerçeklik, üst-yapısal gerçeklikten çok önce kapitalistleşmiş; bir diğer ismiyle de modernleşmiştir. Diğer taraftan Locke ve Hume gibi İngiliz felsefeciler, bireyciliğin felsefi dayanaklarını oluşturmuş; toplumsal somutlukla felsefi soyutlamayı bir eserde harmanlamak ise romancılara kalmıştır.
Ünlü İngiliz eleştirmen Ian Watt (1917-1999), “Romanın Yükselişi/ Defoe, Richardson ve Fielding Üzerine İncelemeler” adlı eserinde romanın doğuşunu bu iki hat üzerinden takip ediyor; toplumsal gerçekliğin ve felsefî soyutlamaların bu yeni edebî türün oluşumundaki rolleri ve tüm bu verilerin üç sanatçının eserlerinde nasıl bir görüntüye büründükleri.
Modern insanın türü: Roman
Watt’ın kitabı Türkiyeli okur için bir zorluk içeriyor; incelenen yazarlardan Richardson’ın hiçbir eseri Türkçeye çevrilmiş değil. (Ki çağdaş mitolojiye Lovelace, Clarissa gibi sık gönderme yapılan figürler kazandırmış bir yazarın yayınevleri tarafından ısrarla görmezden gelinmesi ayrı bir yazı konusu.) Watt kitabında, inceleyeceği romanların kısa birer özetini verme gereği duymadığına göre, Richardson’ı kendi dilinden okuma imkanı olmayan okurların bu eksikliklerini Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi’ndeki (YKY) Richardson bölümüyle bir nebze hafifletebileceklerini söyleyelim.
Watt, romanı önceki edebi biçimlerden ayıran noktalarla başlar işe; isimler, üslup, nedensellik bağı, zaman ve mekân algısındaki değişiklikler… Roman, şiir, tragedya gibi daha eski türlerden farklı olarak ele aldığı kişilere birer ad ve soyadı verir; ki bu isimler ne mitolojiden alınmıştır ne de sembolik birer anlamları vardır, düpedüz isimlerdir bunlar. Watt’a bu durumu, sıradan insanın artık romansal bir tema olarak ele alınabilmesinin dışında; romanın, insanı geleneksel değerlerin değil de kendi öz bilincinin belirlediği bir varlık olarak ele aldığının belirtisi olarak görür. Locke kişisel kimliği, zaman içinde devam eden bir bilinçlilik hali olarak tanımlar. Hume bunu belleğimiz sayesinde edindiğimiz nedensellik bağıyla ilişkilendirir. Roman da klasik edebiyatın tesadüf ve şaşırtmacalarının yerine insan eyleminin neden sonuç ilişkilerini koyarak Spengler’in deyimiyle “aşırı tarihsel modern insanın” yaşamını anlatabilecek bir forma kavuşur. Tragedyalarda zamanın belirleyici bir önemi yoktur; kahraman nasıl olsa tanımlı ve değişmez bir sonuca yürümektedir. Modern insan ise kendi eylemiyle kaderini örerek tanımsız ve değişken bir dünyada yaşadığından ve her geçmiş yaşantı gelecek yaşantıyı damgaladığından zaman fevkalade bir önem kazanır. Zamana atfedilen bu yeni değer, Richardson’ın mektuplar biçiminde yazdığı romanlarında doruğa çıkar; zaman bir muhasebeci titizliğiyle ele alınmaktadır.
Roman, edebiyatta mekân algısını da kökünden değiştirir; klasik edebiyatta mekân ne kadar gereksiz ve muğlaksa romanda o kadar gerekli ve ayrıntılıdır. Bu hem romanın kendisini alternatif bir gerçeklik olarak sunmasından hem de bireyin kuruluşunu tarihsel olduğu kadar fiziksel bir çatışmayla da mümkün görmesindendir. Yine Richardson mekânı manevi bir ortam haline getirir. Fielding ise bunu topografik bir genişliğe yükseltir.
Roman tüm bunların yanı sıra dili tırpanlayarak da klasik edebiyattan ayrılır. Lamb adlı bir İngiliz yazar Defoe için “Onu okumak mahkeme tutanakları okumak gibi bir şey” diye feryat eder. Bunun sebeplerini Watt ikiye ayırır; ilk olarak roman, başlangıçta, yeni yeni oluşan az eğitimli ve edebiyattan “hoşça zaman geçirmek”ten başka bir muradı olmayan kitleler için yazılmaktadır ve yazarlar da okur kitlesinin istek ve seviyesini göz önünde tutmak zorundadır. Diğer yandan yine Locke’a göre dil “şeylerin bilgisini aktarmak dışında” bir amaç gütmemelidir, “etkili ve güzel söz söyleme, tıpkı cins-i latif gibi sevimli bir aldatmaca içerir”. Roman gerçekçi olmak için üslubu feda eder; edebiyatın dümenini aktaranın yeteneğinden aktarılanın içeriğine yöneltir.
Watt genel çerçeveyi çizdikten sonra İngiltere’nin ilk üç romancısının romanlarına derinlemesine bir bakış atar. Defoe’nun “homo economicus” (ekonomik insan) karakteri Robinson Crusoe’yu ele alır önce. Doğaya baktığında salt işlenip satılacak sermayeyi gören insanı… Başka sermayesi olmadığında vücudunu satan ve hırsızlık yapan bir başka Defoe karakteriyle, Moll Flanders’la devam eder. Moll “Cebinde para olduktan sonra her yerin evi gibi” olduğunu savunur. Defoe’nun romanlarıyla edebiyat, “tek gayesi kâr, mıntıkası tüm dünya” olan modern bireylerle tanışır.
Richardson kapitalist dönüşümde kadın-erkek, aşk ve evlilik kavramlarının aldığı yeni biçimleri sokar romana. Romanları ilk bakışta, uzun ve çalkantılı kur yapma süreçleridir. Eski edebiyatta “saraylı aşk” denilen romanesk ilişkiyle ataerkil evlilik kavramı iki zıt kutuptur. Ancak kapitalizmle birlikte kadın görece bir özgürlükle beraber eş seçme imtiyazını da kazanınca bu iki kutup birbirine yaklaşır. Richardson kadın erkek ilişkisine bir de sınıfsal farkları ekler. Romanlarında erkek aristokrat, kadınsa yoksul ya da orta sınıftandır. Ki Richardson kendisi de orta sınıfa mensup olduğundan kötü erkek karakterlerinden Lovelace gibi “Yoksullar ve orta sınıflar olmasaydı, dünya şimdiye çoktan Tanrı’nın gazabıyla yanıp kül olmuştu” düşüncesini paylaşır. Pamela romanında erdemli hizmetçi Pamela, evin beyinin türlü ahlaksız teklifine karşı kahramanca direnir ve adamı en sonunda nikah masasına oturtur (Pamela ali ile adinin birleşimidir Watt’a göre) Sonuç Fielding’in hınzır zekasını kışkırtır ve o da bir hizmetçinin güya yaşam öyküsünde İngilizce shame (utanç) sözcüğünü çağrıştıran Shamela’ya “Bir zamanlar kişiliğimle küçük bir servet yapmayı düşünüyordum. Şimdiyse erdemimle büyük bir servet yapmayı düşünüyorum” dedirtir. Romanlarını sonradan Marki de Sade’ın derinden etkileneceği sadist ve erotik sahnelerle (Pamela’nın gözyaşlarıyla dolu kadehi içmek gibi) doldurmaktan kaçınmayan Richardson, ahlak dersi vermekten başka bir amacı olmadığını savunur. Watt’ın dediği gibi Richardson’ın eserleri, “aynı anda hem vaaz hem de striptiz”dir.
Toplumsal bir süzgeç
Fielding ise bu iki yazarın aksine çok geniş bir mekânda devinen çok sayıda insanı ele alarak epik’e yakın bir roman türünü dener Tom Jones’la. Ancak bu, epiğin parodisinden başka bir şey değildir. Fielding epiğin sahte onur anlayışından nefret eder; aristokrat, ataerkil ve erkek bir onur… Onun yerine sıradan insanların sıradan yaşamlarını ele alır; ve burada ortaya çıkan onur kavramını. Hınzır kalemi bayağının bayağısı durumları, sahneleri epiğin kahramanlık diliyle anlatarak mizahileştirir. Bu mizahileştirme sadece anlatılanı değil; tüm bir epik edebiyatı da kapsar.
Romanın Yükselişi/ Defoe, Richardson ve Fielding Üzerine İncelemeler, adının çağrıştırdıklarının aksine yalnızca konunun uzmanlarına hitap eden bir kitap değil. Watt’ın, romanı kendi içine kapalı bir metin değil; toplumsal bir süzgeç olarak ele alması kitabı salt bir edebiyat eleştirisi olmaktan çıkarıp tarihsel bir panorama haline getirmiş. Sık sık yapılan alıntılar ve küçük, eğlenceli anekdotlar okuma hevesini diri tutuyor. Ferit Burak Aydar’ın çevirisi ise Watt’ın rahat üslubunu Türkçeye de taşımış. Romanın Yükselişi kapitalizm ya da modernizm üzerine kafa yoran herkesin kütüphanesinde bulunmalı.
(Zaman Kitap)