Ailemin tarihi baskı ve zulüm tarihi
Beynelminel filmi yönetmeni Yönetmen Sırrı Süreyya Önder, '75 yaşındaki kötürüm dedem de dahil olmak üzere ailemin tarihi, yoksulluk baskı zulüm ve sürgün tarihidir' dedi.

İsmail Doğu'nun röportajı
Yönetmen Sırrı Süreyya Önder, Beynelmilel filmiyle tanındı ve birden Türk sinemasının gözdesi oldu. Bunda hiç şüphe yok, romansı bir hayat hikâyesi ile birlikte, yapmış olduğu filmin başarısı yatmaktadır.
“Beynelmilel” filmi, 14. Adana Altin Koza Film Festivali’nde, En İyi Film, Halk Jürisi En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dallarında 6 ödül; 26. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü ve En İyi Kadın Oyuncu dallarında 2 ödül, 18. Uluslararasi Ankara Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Senaryo dallarında 2 ödül, 3. Barcelona Uluslararası Politik Filmler Festivali’nde Halk jürisi En İyi Film ve Jüri Özel Ödülü olmak üzere toplamda 17 ödül aldı.
Kendisiyle genelde sinema, özelde “Beynelmilel” filmi; özgürlük ve muhalefet çerçevesinde bir sohbet gerçekleştirdik. Sorularımıza son derece içtenlikle cevap veren ve onca çalışmalarına rağmen büyük bir özveriyle bize zaman ayıran Sırrı Süreyya Önder ile yapılmış bu ropörtajı ilgilerinize ve bilgilerinize sunuyoruz.
Sırrı Süreyya Önder kimdir?
* 1962 yılında Adıyaman’da doğdum.. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisiyken 12 eylül darbesi oldu. Tutuklandım ve 12 yıl hüküm giydim. Fotoğrafçı çıraklığı ile başlayan, oto tamirciliği, kamyon ve otobüs şoförlüğü, Pazarlamacılık, Pavyonlarda saz çalmak ve inşaat işçiliği dahil bir çok iş yaptım.. 2004 yılından beri profesyonel olarak sinema ile uğraşmaktayım. Yazar ve yönetmen olarak devam ediyorum. Sosyalizmin, insan eli ve zihniyle kotarılan en soylu ve insana en çok yaraşan bir önerme olduğunu düşünüyorum, ve böyle yaşamaya gayret gösteriyorum.
2004’e kadar sinema bile izlemeyen birinin birden sinemaya ilgi duyması ve hatta iki sene içinde bir film çekmeye karar verip onu gerçekleştirmesi hayli ilginç bir macera. Sinemayla ilişkiniz nasıl başladı?
* İzleyemeyen demek daha doğru olur. Cezaevi ve sonrasındaki yoksulluk günleri yaklaşık 10 yıl sinemaya gidememek gibi bir durum oluşturdu.. Yoksa Sinemayı çok yakından takip eden birisiydim hep.. İzleyemediğim zamanları da yoğun sinema okumalarıyla değerlendirdim.
Sinemayla ilişkim Yılmaz Güney’in “umut” filmiyle başladı.. Fakat profesyonel anlamda Barış Pirhasan’la tanışmam ve ona öğrenci olmamla yükseldi ve şekillendi.. Ona öğrenci olduğumda 42 yaşındaydım.. Hayatı bir mücadele pratiğinden gelen insanlar için “program” ve “ çalışma disiplini” ile gerçekleştirilimeyecek bir şey olduğunu düşünmüyorum.. Dolayısıyla bir macera dememek gerekir sanki.. İnanma, çalışma ve inat!!
Filmin yapılmasında cezaevine girmenizin bir rolü oldu mu?
* Olmuştur tabii ama film yapmak için kimseye cezaevine girmeyi öğütleyemem. Daha pratik ve zahmetsiz yolları da var.. “insanlık onuru” nun kıymetini anlamamda en önemli rol cezaevine aittir. İnsanın en olumsuz koşullarda bile ayakta kalabilmesi ve o alanı bir okula dönüştürebilmesi pratiği bana mahpusluk yıllarından kalan kıymetli bir deneyimdir. Bunun yanında dar mekanlarda oldukça uzun bir zaman geçirmek insanın hem kendini hem de türlü çeşitli insanlık hallerini derinlemesine müşahade etmek için çok elverişli.. Bu husus ta bir yönetmen ve yazarın en çok ihtiyacı olan şeydir.
Beynelmilel ilk filminiz olmasına karşın ilgiyle izlendi ve önemli başarılar elde etti. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?
* Sanatsal estetiği ve sinema dimağını yok saymadan, söyleyeceği tüm sözleri sakınmadan söyleyebilmiş olmasına bağlıyorum..
Siz aynı zamanda kendi halinizde bir roman yazarlığı yapıyorsunuz. Beynelmilel filminin yazdığınız romanla ilişkisi var mı?
* Üzerinde uzun yıllardır çalışmakta olduğum “ O tozlar bu çamurları getirdi” isimli bir roman çalışmam var.. Türkiye’nin yüzyıllık panoramasına yoksullar gözünden bir bakış olarak özetlenebilir.. Romanı oluşturan dört ana arterden birisidir Beynelmilel.. Romanın bitiş bölümüdür..
Film politik olmasına karşın, çok daha naif bir düzlemde ele alınmış. Darbenin derinliği final dışında hissedilmiyor. Halbuki genelde politik filmler, dava adamlarının çektikleri göz önüne alınarak yapılıyor. Haliye ortaya iki keskin durum çıkıyor. Sizin filminizde ise devrimle / darbeyle, dolayısıyla dava ile derdi olmayan, sadece geçim derdine düşmüş insanların kaygısı içinde gelişen sıradan halk içindeki bir çalgıcının hayatından traji-komik bir biçimde cunta ve darbe eleştirileri yapılmış.
* “Politik sanat “ başlığı altında şöyle bir kelam etmek mümkün. Sanatsal bir üretimle toplumsal bir dert anlatmaya soyunmuşsanız eğer öncelikle üretiminizin “sanat” niteliği taşıması gerekir. Marşla şarkıyı, şiirle sloganı, Romanla blidiriyi, resimle afişi birbirinden ayıran şey budur.. Dolayısıyla önce “sinema” olmasına dikkat ettim.. Darbeciler dünyanın her yerinde ama iyi ama kötü bir kitle desteği oluştururlar. Bunu yalnızca “zor” olgusuyla veya “havuç – sopa” denklemiyle açıklamak bana kolaycı bir yaklaşım gibi gelmiştir. Bu yüzden, Darbecilerin sıradan insan ve günlük hayat üzerindeki yaklaşımlarının patolojisini irdelemeye ve berhava etmeye çalıştım..
“Politik sinemada dünya ve türkiye : Sinemanın temsil sanatlarından biri olmadığı, insanı doğrudan doğada, çevresinde, ortamlarında, düşüncelerinin akışı içinde hareket halinde bir varlık olarak resmedebildiği, doğayı bizzat seyircinin beynine iletecek bir cihaza --imaj-kadraj-montaj-- sahip olduğu, bu sayede yalnızca 'düşünülebilir' olmakla kalmayan, 'düşünmeye zorlayan' bir içeriğe doğrudan ifade kazandırabileceği fikri, sinemanın ilk dönemlerinde bu işi ciddiye alan sinema adamlarını, Gance'ı, Eisenstein'ı, Vertov'u sürekli olarak ziyaret etmiş olan bir düşünceydi. Öyle ki, sinemadan hem bir 'kitle sanatı' olacağı, hem de düşünebilir belirlenmemişlik olarak kafalara, beyine bir Heidegger'in deyişiyle bir 'noo-şok', bir akıl şoku verebileceği, bunu sosyal ve politik işlevselliğe kavuşturabileceği umuluyordu. İşten sinemanın erken döneminin amacı: düşünceyi şoklamak, beyine, kortekse imajların hareketini, titreşimlerini doğrudan vermek.
Böyle bir kavrayış, klasik politik sinemayı da koşullandırıyordu: kitlesel bilinçlendirme sineması. Eisenstein Doğayı nesne, kitleleri ise özne haline getirecek ve insan-doğa diyalektiğini temellendirecek bir sinema arayışını sürdürürken, 'devrim sinemasının' öteki kutbunda, diyalektiği bizzat doğanın, ya da insanın ikinci doğası ve çevresi olarak makinaların imajlarında ve ritimlerinde yakalamaya çalışan Vertov yer alıyordu. Sinema kuramı, pek erken bir zamanda belki de psikolojiden daha güçlü bir 'beyin araştırması' dalı haline geliyordu. Sinemanın bir doğrudan iletim ortamı olduğu, dolayısıyla sanat eşittir iletişim, bir fikirler ya da mesajlar iletişimi olarak sanat gibisinden mefhumları parçalayabilecek bir aygıt olduğu böylece pek erken ortaya çıkar --sinema anlatmak zorunda değildir; göstermek zorundadır --daha derinden yakalarsak, görülemezi, gözün göremediğini, algılanamazı görülebilir, algılanabilir kılmalıdır. Bugün politik sinemayı salt ideolojik mesajlarına bakarak yargılamaya çalışmamız, tıpkı bazılarının Yılmaz Güney sineması etrafında koparttıkları güdük içerikli tartışmalarda olduğu gibi, olsa olsa sinemaya başlangıç döneminde duyulan bu samimi güvenin yitirildiği bir sinema kültürünün artık hakim duruma geldiğinin delilidir. Evet, devrim sinemacılarının sinemaya yaptıkları yaratıcı ve kuramsal yatırım, tüm saflığıyla ve çocuksu gücüyle birlikte çoktan geride bırakılmıştı: sinema belki kitlelerin bir sanatı oldu ama kitlelere rüyalarını geri veren bir 'eğlence endüstrisi' olarak. Sinemanın bugün dünyada ve elbette Türkiye'de de sunduğu o muazzam entelektüel hiçlik, o muazzam sıradanlıklar silsilesi onun artık kolay kolay 'politik düşünce' ortamlarını ziyaret edemeyeceğinin bir kanıtıdır.” Bu alıntı Ulus Baker’e aittir. Bu hususta aklıma ve yüreğime en uygun düşünceleri dile getirmiştir. Üzerine bir kelam etmek anlamsızdır..
Sosyalist bir ailede doğmuş ve yaşamış olmanıza karşın, filmde devrimci gençliğe yönelik naif de olsa bir eleştiri bulunmaktadır. Bu bir çeşit özeleştiri niteliği mi taşıyor? Filmdeki gencin yaşadıklarını yaşadınız mı? yoksa daha çok yaşananlara karşı bir eleştiri biçimi mi?
* Tabii ki hayttan biriktirdiklerim var.. dolayısıyla otobiyografik unsurlar veya esintiler taşıması kaçınılmaz.. Bir eleştiri ama samimi bir eleştiri içermektedir. Yaşanmış acılara ve dönemin yüksek ruhuna bir edepsizlik etmeden.. Riyakar yaklaşmadan yapılmış bir eleştiridir bu.. Özeleştiri kavramını sevmem.. Biraz katolik esintisi ve bir arınma dürtüsü girer işin içine.. Eleştiriye daha çok inanırım..
Gerçekte böyle bir olay olmamasına karşın filmin böylesi bir sanal tema üzerinde kurgulanması, gerçekliğe yaklaşımı ve dolayısıyla insanlar üzerindeki tesiri ne kadar etkilemiştir dersiniz?
* Bu tesbit tümüyle doğru değil.. Adıyaman’da “gevende”lerden böyle bir bando oluşturuldu ve Enternasyonel marşının çalınması hariç filmde olan tüm olaylar ve hatta daha absürtleri yaşandı.. Film hakkında yapılan eleştirileri nasıl yorumluyorsunuz? Gerek festivallerde, gerek izleyici kitlesinde beklediğinizi yakalayabildiniz mi?
* Herkes eleştiride cimri, iltifatta pek cömert davrandı.. Film ulusal ve uluslararası ciddi festivallerden tam 17 ödül aldı.. 494 000 kişi izledi.. bir hayli dvd satışına ulaştı.. Bu anlamda beklediğimin üzerinde bir ilgiye mahzar oldu.. Sevenlere de vebalimizi alıp yükümüzü hafifletenlere de şükran duymaktan başkabir şey yapamıyorum..
Genel olarak Türkiyedeki film eleştirmenliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
* Genç kuşağın hayli donanımlı olduğunu ve genel sinema seviyesine önemli ve yapıcı katkıları olduğunu düşünüyorum..
Türk sineması denilince ilk akla Yılmaz Güney geliyor. Bu biraz da sembol mü? Mesela hiç eleştirel yaklaşılmamış, ciddi bir analize tabi tutulmamış. Zaten eleştiriye tabi tutulanlar da hemen dışlanıyor ve hiç ciddiye alınmıyor.
* Yılmaz Güney'in filmlerini izlediğimizde hemen tanınan bir beyin etkisi bize bu onun filmi dedirtebiliyor. Brezilyalı yönetmen Rocha ile birlikte modern politik sinemanın kurucusudur. Bu sinema düşünce-bilinç-beyin üçlüsünde mıh gibi çakılacak filmler üretir. Yılmaz Güney bizim sinemacılarımızın içerisinde başka ülke sinemacılarını etkileyen tek adamdır ve Modern Politik Sinemanın öncüsüdür. Şimdi bu ülkede onlarca sinema okulunda Yılmaz Güney ve Filmografisi üzerine kaç inceleme vardır? Emin değilim ama Sadık Battal’ın dışında kamuya yansıyan bir inceleme veya çalışma yok!! Oysa “Umut” Filmi Türk sinemasının yapı taşıdır. O güne kadar gelen anlayışı yer ile yeksan etmiştir ve ondan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmamıştır.
Şu an sinema olarak nelerle uğraşıyorsunuz? Düşündüğünüz ya da hazırlıklarını yürüttüğünüz film, senaryo projeleriniz var mı?
* Şu günlerde senaryosunu yazdığım “ O… çocukları” adlı bir film çekilme aşamasında.. Yönetmenliğini başka bir meslektaşım yapacak.. Ben mayıs haziran ayı gibi, bir mani olmazsa, Berlin Duvarı’na gecekondu yapan bir Yozgat’lının hikayesini çekeceğim.. Soğuk savaş paranoyaları.. duvar.. sistemler, göçmenlik ve evsahibi olma durumları üzerine bir ironi olacak.. Şu anda bunun senaryosunu yazmaktayım..
Kendinizi hangi sinema teorisi içinde görüyorsunuz?
* Kendimi sadece bir hikaye anlatıcısı olarak görüyorum.. Bir dil ustalığı ve anlatım yetkinliğine ulaşmak için çok çalışmam gerektiğini düşünüyorum.
Özgür ve bağımsız sinema türüne nasıl bakıyorsunuz? Kendinizi onlardan sayıyor musunuz?
* Kendimi onlardan saymıyorum çünkü bir yapımcıyla veya yapımcılarla çalışıyorum.. Bu anlamda bağımsızlığınız çok izafi kalmaktadır. Bağımsız sinemanın kendisi de bir “marka” haline gelme eğilimi taşımaktadır. Buna rağmen kendi filmlerimin yapımcısı olmayı düşlüyorum, buna hazırlanıyorum.. Bağımsız sinema, ruhuma ve mizacıma çok uygun bu anlamda..
Yoksulluk teması, sizin söylemlerinizin ve snatsal çalışmalarınızın ana temasını oluşturuyor. Buna sol bir gelenekten gelmeniz neden olmuştur diyebilir miyiz? Yoksulluk temasının işlenmesi, konunun önemli olmasına rağmen, ajitasyon bir tarzın oluşturulmasını ve sanatın popülerleşmesini sağlamaz mı?
* Modern politik sinema, bir anlamda da ajitasyon (!) sinemasıdır. Bunu popüler olma tuzağından kurtaran bir tek ölçü vardır, o da derdinizi genel dramaturjik yapının içinde ne kadar başarılı kristalize etiğiniz, ve manipülasyondan uzak bir gerçekliğe sadakat duruşudur. . Bu anlamda popüler sinemayı bir zaaf olarak görmekle beraber, ajitasyon için yukarda belirttiğim zaafa ve didaktikliğe düşmeden yapılmasını bir zorunluluk hali olarak değerlendirmekten yanayım.. Çünkü yoksul olmayanlar, bu ajitasyon mekanizmasını çok sinsi bir estetikle ve insanlığın hayrına olmayacak bir eksende tüm güçlü olanaklarıyla yapıyorlar..
Ailenizin fertleri 12 eylül öncesi dönemde protesto ve mitinglerde anlaşıldığı kadarıyla oldukça aktif bir durumda imiş. Bundan dolayı da, siz dahil ailenizin hemen hemen her ferdi cezaeviyle tanışmış durumda. Haliyle sorgulama ve işkenceler de olmuştur. Bugünden baktığınızda o günkü olayları nasıl değerlendiriyorsunuz ve bugüne ait izlenimleriniz neler?
* 75 yaşındaki kötürüm dedem de dahil olmak üzere ailemin tarihi, yoksulluk baskı zulüm ve sürgün tarihidir. Kişisel trajedileri öncelemekten yana değilim. Bugün 12 yaşındaki bir çocuğun bedeninden, yaşından daha fazla kurşun çıkarılabiliyor; ve onu öldürenler, “biraz iri yarı gözüküyordu, teröriste benzettik” dediklerinde ceza almayabiliyorlarsa, kendi hikayelerinizi anlatmaya ve onunla kederlenmeye hakkınız ve zamanınız yoktur. Bugünle o günlerin kıyaslaması da bu fotoğrafta gayet aşikardır.
Siz şu an ömür boyu kamu hizmetlerinden men olmuş durumdasınız. Bunun sinemacı olmanızda bir etkisi var mı?
* Bunun yoksul olmamda etkisi var.. Salak zihniyet, sinemanın çok geniş bir “kamu”sal alan olduğunun farkına varmadıkça, bu etkinin faydalı bir etki olduğu söylenebilir.
Edebiyatla, özellikle romanla aranız nasıl? Kimleri okursunuz? Hala devam ediyor musunuz roman ya da diğer edebi türlerden yazmaya?
* Edebiyat en önemli beslenme kanallarımdan birisidir. Programsız ve kırkambar okumalar yaparım. Şu günlerde kadın ve vicdan bahsine yoğunlaşmış durumdayım. İnsanlığın topyekün tekamülünde son ve en büyük ümidim kadınlarda çünkü. Riyakarlık daha çok erkeklere özgü bir zaaf. Birbirlerini tanısalar çok sevebileceklerine rağmen, bir anlaşamama aksına takılan Fatma K. Barbarosoğlu ve Ece Temelkuran’ın kitaplarını yeniden okumaktayım. Vicdan ve Kadın meselesine çok evrensel baktıklarını düşünüyorum..
Şiir ve(ya) müzikle aranız nasıldır? Cezaevine girdiniz, bir sürü sıkıntı çektiniz, yalnızlaştınız. Şiirleriniz var mı? Ya da çalabildiğiniz bir enstrüman?
* Çalamadığım enstrüman yok gibidir.. Kimilerine çok hakimim (ud, cümbüş, bağlama), kimilerinde de gayet amatör (keman, nefesliler)...
Şiir, müzikle beraber hayatımın en önemli konforlarındandır.. Sinema bile bana bu konforu vermekten uzaktır.. Şiir hususunda müzik kadar nasipli değilim.. Bir tek dizem bile yok..
Ailenizin bir tarafı nur şakirtlerinden. Gerek lise ya da üniversite, gerekse de daha sonraları ya da şimdilerde İslami ilimlere, İslam düşüncesine, islamcılık hareketlerine karşı bir merakınız / ilginiz oldu mu?
* Hayatımı tanzim ederken dini referanslarım yoktur. Asgari bir din eğitimi aldım.. Ayrıca Başta Risale-i Nur külliyatı olmak üzere önemli eserleri okudum.. İslami tasavvuf alanı da özel ilgi alanlarım arasındadır.
(Haber 7)