Kendimle ve toplumla yüzleşiyorum
Sevinç Çokum'un yeni romanı “Tren Buradan Geçmiyor” yayımlandı ve geniş yankılar uyandırdı. Mehmet Nuri Yardım, Çokum’un düşüncelerini ve sanata bakışını sordu.

Mehmet Nuri Yardım'ın röportajı
> Tren buradan Geçmiyor’un kişisel hayatınızdan izler taşıdığı belirtildi. Bu ne derece doğrudur?
> Bir defa romanın temel kişileri ve konusu Medyadır ama, Tren Burdan Geçmiyor’un çok köşeli bir roman olduğunu da söyleyelim. Çünkü yan olayların içersinde İstanbul’un değişen hali, geçmişteki insan dokusunun renkliliği, azınlıklar yanında sokak çocukları ve gençleri, varoş insanları, kadın kimlikleri, aşkın geçmişten bugüne gelişindeki değişimler, bir takım erdemlerin romanın ilk sayfalarında da belirtildiği gibi yitip gidişi, çıkar kavgalarının su yüzünde duruşu ve egemenliği gibi çok çatallı bir yapı mevcut, diyebilirim. Bütün bunlara benim tecrübelerim, yaşantılarım, hayatımın üzerinde izi kalan olaylar eklendi ve onlar benim yüreğimden ve belleğimden hareketle kahramanlarıma mal oldu. Eğer ben onları yaşamasaydım ve içimde depremini duymasaydım romanım inandırıcı olmazdı. Hepsinin acısında benim sıkıntılarım var. Fakat sadece acı değil buna katılmış ince bir alay… Hiçliğin fark edilişi. Hep güzeli gören birinin uyanışı…
> Medya dünyasında bulundunuz. Gazetelerde yazdınız, hatta gazetecilik yaptınız. Romanda da basın dünyası son derece geniş bir şekilde ele alınıyor. Çoğu zaman da eleştirel yaklaşıyorsunuz bu dünyaya. Yeni yetişen genç gazeteci Aysan, romanın başkahramanı. Zaafları, çelişkileri, başarıları roman boyunca ön plânda. Hırslı, atak ve girişimci. Başarmak için çırpınıyor ve zorluklar yaşıyor. Aysan’ın kişiliğinde bugünkü medyamızdaki kirlenmişlik ve yozlaşmayı mı anlatmak istediniz? > Orada dikkat etmişsinizdir, patronlar, genel yayın yönetmenleri, görselliğe hitabeden şarkıcılar, moda romancılar ve benzeri insanlar karşımıza çıkarlar. İnsanlar sahip oldukları nesnelere, adlara, unvanlara göre değerlendirilir. Yani sizin önemli köşelerde yer almanız, kimi zaman kaleminizin her yöne çalışabilirliğine, ilişki takiplerindeki başarılarınıza, unvanlarınıza, ait olduğunuz ailenin toplumdaki belirli yerine bağlıdır. Güçlüden yana olacaksınız, hükümeti kollayacak, ters düşmeyeceksiniz ki insanlarla alışverişleriniz sürsün. Ben bunları gördüm ve tesbit ettim. Romancının hafızası ve bakışı bunları yakalar, bulunduğum topluluklar içersinde zaten ister istemez gözlemciyim. Gazeteci Aysan bu çarkın içersinde iyi şeyler yapmak ve girişimleriyle başarılı olmak yolundayken birden birileri tarafından kendisindeki özelliklerin fark edilmesiyle, yani çağa uygun özelliklerinin demek istiyorum, elbette değerlendirilme kapsamına alınır. Gerek adı geçen hikâyeci (Sözü geçer kadın) gerekse patron veya diğer yöneticiler tarafından… Ancak Aysan yeteneğine ve çalışkanlığına güvenen bir gençtir böyle olmakla birlikte bir takım zaafları da vardır. Daha doğrusu toplum veya şimdiki toplum anlayışı ondan farklı çıkışlar, daha büyük yerlere gelme başarısını, kendi ölçülerine uygun biri haline gelme çabasını beklemektedir. Aysan o beklentilere kayıtsız kalmamalıdır, kalamaz da… Bu da gerçeğin bir başka yüzüdür. O sebeple Aysan’dan biz farklı çıkışlar bekleyemeyiz. Ya da beklesek de onu belki kafasındaki programa göre belli bir noktaya geldikten sonra yapabilecektir. Hepimizin hırsları ve zaafları bulunur. Buna karşılık Aysan kendi ölçülerine göre sözünü esirgemeyen biri olmasıyla aslında dürüstlüğün dışına çıkmış olmuyor. Ne ki acımasızlığı, kayıtsızlığı öğreniyor; en azından öğrenmesi lâzım geldiğini düşünüyor.
> Romanda medyada tanıdığınız çehreleri anlatıyorsunuz. İnandığı doğruları bırakmamak için direnen gazeteci Nüzhet Fermanlı da romanın baş kişilerinden. Türkiye’de basının televizyon ve radyoları da katacak olursak medyanın düzelmeyen bir problemi var gibi görünüyor. İlişkiler zayıf hatta gayrı insanî. Hâlâ bazı köşe yazarlarına haber verilmeden yazıları konmuyor, ilişikleri bir anda kesilebiliyor. Ne dersiniz, bu düzelme ne zaman sağlanacak. Basın biraz da toplumun aynası mı? Yani toplumdaki arızalar mı yansıyor medyaya?
> Bu etkileşim karşılıklı sürer bence. Medyadan topluma, toplumdan medyaya yansıyor. Medyanın gücü arkasına iktidarları alınca elbette kaleminizin özgürlüğü veya doğruları yansıtma görevi yara alıyor. Medyanın gücü malum olduğundan iktidarlar bu gücü ele geçirmeğe çalışıyorlar, medya patronu ise bu bağa dayanarak halkı, halkın sorunlarını, ekmeğini, eksiğini ve daha birçok meselesini yan çizip, hükümet doğrultusunda bir yön tayin ederek varlığını koruyor. 1994’te yaşanan kriz gazetecilerin kitle halinde işten çıkarılması olayından sonra birçok insanın onuruyla da oynandı. Sonraki dönemlerde de mesela 2000’lerin başında ve daha sonra yine böyle dışlananlar oldu ve olmakta… Ne yazık ki işsiz kaldınız mı size arka çıkan bulunmadığı gibi kapınızı çalan da olmuyor. Romanda Nüzhet’in anlatımıyla tanıdığımız Kâmil Suoluk bunlardan biridir. Kâmil Suoluk, kalemini namusu gibi gören bir gazeteci. Sonunda bir küçük yayınevi düzeltmeni olur, sağlığını da yitirir. Çünkü dayanışmaların yerini bencillik, faydacılık almış yürümüştür. Bu ne işe yarar sorusuyla yaklaşır insanlar size. Nüzhet Fermanlı duygularıyla yaşayan bir adam olmakla birlikte gerçeklere de sırtını dönmüyor. Hergün bir sürü acımasızlıklarla, insanî olmayan davranışlarla, çıkar ilişkilerinin iğrenilesi boyutlarda sergilenişiyle karşılaşıyor. İşinden olmuştur ama kaybetmediği değerli bir şeyi vardır o da onuru. Onu koruyor.
> Romanı bitirdikten sonra şunu düşündüm. Aslında sadece medyadaki kokuşmuşluğu değil toplumdaki kirlenmişliği anlatıyorsunuz. İnsanlarımızdaki aksayan yönlere temas ediyorsunuz. Bu roman bir bakıma toplumla da bir hesaplaşma sayılabilir mi?
> Benim bu hesaplaşmam bir önceki romanlarımla zaten başlamıştı. Deli Zamanlar politik çirkinliklerin, çıkar hesaplarının daha altmışlı yıllardaki görüntüsüydü. Sonradan yazdığım Gece Rüzgârları’nda toplumun çeşitli kesimlerinden insanları karşıma aldım ve bir takım ideolojilere yahut ideallere sarılarak seksen öncesi kahraman kesilen insanlardan bir bölüğünün (onca genç, birbirini kırdıktan, hapislerde çürüdükten yabancı ülkelerde sürgünlüğü seçtikten sonra) palazlanıp belki yine politika yoluyla şurada burada adamlar edinip köşeyi dönerek sıkı birer iş adamı yahut bürokrat olarak toplumda yerlerini almaları tuhaflığına da yer vermiştim. Özal dönemi zemininde kurgulanmış olan Gece Rüzgârları yakın tarihin bir başka açıdan eleştirisi olarak yazılmıştır. Kapalı toplum olmaktan açık topluma doğru yol alırken bir takım değerleri ayakta tutan kontrol mekanizması, gelenek ağırlığı çözülüyor. İlerleme veya modernleşme insanlara bir şeyler kazandırırken ister istemez sosyolojik açıdan bir değişimi de beraberinde getiriyor; değer yargıları değişiyor, insanlar ve telakkiler değişiyor. Böylece çatışmalar doğuyor. Yazar bunlara sırt çeviremez.
> “Sonsuz” toplumun kanayan yarası… Okuyucuda bir sempati doğuyor bu aykırı tipe. Toplum dışına itilmişlerin sembolü adeta. Dramatik bir hayatı var. Bu mesele zannediyorum sizin bir hayli ilginizi çekmiş ki, romanınızda etraflı bir şekilde işliyorsunuz.
> Sonsuz parçalanmış bir ailenin ve varoşların delikanlısı… Yıllar önce sokak çocuklarıyla ilgili bir yazı dizisinin hazırlığı sırasında bir gece vakti tanıdım onu. Sokaklardan kurtulmuştu fakat yeniden düşebileceğini söylüyordu. Onun hayat hikâyesini gece vakitleri, araba içlerinde ondan dinledim. Ve şunu gördüm: Bizim güncel bir takım olaylar ve sorunlar arasında üstünkörü geçtiğimiz fakat derinliklerinde bilmediğimiz daha pek çok dramatik yüzünün olduğu bir olaydı bu. Sonsuz beni çok etkilemişti; yıllar geçtiği halde bir gün yazarım diyordum, onu bir kenara ayırmıştım ve nihayet yazılacağı zaman geldi. Ben bu insanı sokaklarda gezerek tanımıştım. Bu tür insanlar için sosyologlarla ve yanı sıra psikologlarla ve hekimlerle konuşmuştum. Problem uyumsuzluk. Ancak uyumsuzluğu hazırlayan şartlar önemli. Sonsuz bir roman kişisi olarak Türk Edebiyatında farklı bir yer tutacaktır. Daha tam olarak anlaşılmadı. Ben kendi romanlarım içersinde bir devrim yaptım onunla. O ve diğer kahramanlarımla.
> Abukizm'le beraber romanda ironi de var. Gayet ciddi eleştiriler getiriyorsunuz. Yine bir konuşmada “Sonsuz'un felsefesi ‘Abukist’ felsefedir. Bu terimi ilk ben ortaya atıyorum. Bir isyan ve reddiye anlamında...” diyorsunuz. Abukizm kavramıyla neyi anlatmak istediniz? Toplum dışına itilmişlerin kazanılmasını mı amaçladınız?
> Bu felsefeyi daha da geliştirmeyi ve başka romanlarımda kullanmayı düşünüyorum. Dünya kurulalı, hakim olma duygusu insanların en güçlü yanlarındandır. Rejimler ne olursa olsun ister monarşi, ister aristokrasi ister demokrasi, hepsinde aynı hükmetme istemi temel olarak yer alır. Bir adam bir grup insan veya halkı temsil ettiği söylenen bir kitle sahip olduğu imkanları kendisi için kullanmağa başlar. Böylece gücü daha da etkili hale gelir. Bunun gibi toplumda da aynı hükmediciliği görüyoruz. Yani hakim kitleler vardır, bir de çarpık şehirleşmenin, iç göçün itici üste çıkmağa çalışan gücüyle bu güç karşı karşıya gelir ve bir çatışma doğar. Buradaki insan eğer sınıf atlamayı başarırsa kabul görür; eğer yeteneğine ve çabasına rağmen atlayamıyorsa dışlanmış demektir. Dışlanan varoş insanı ile dışlanan aydın insan gün gelir bir noktada buluşur ve çakışırlar. Sonsuz sokak çocuğudur yani dışlanmıştır; Nüzhet Fermanlı aydın biridir, tanınmış bir gazetecidir. Fakat o da fikirlerinden ve yaşayış tarzı, felsefesi açısından dışlanmıştır. Sosyo-ekonomik açıdan farklı olan bu iki insan gariptir ama aynı noktada buluşurlar. Bütün bunlar abukizmin bir görüntüsüdür. Abukizm saçmanın veya gerçeküstünün gerçeğe dönüşmesidir. İçersinde birçok şeyi barındıran bir varlığın anlaşılması ve tanınması demektir. Bir çelişkiler zinciridir. Mesela cehaletle bilgeliğin, yetenekle, yoksulluğun, saflıkla acımasızlığın…
> Sonsuz aynı zamanda şair. Zaman zaman şiirlerini okuyoruz roman boyunca. Sizin de ilk yazı faaliyetlerinizden beri şiirle yakından ilgilendiğinizi, şiir yazdığınızı biliyoruz. Bir röportajda da bu şiirleri sizin yazdığınızı açıkladınız. Zaten sitenizde şiirleriniz de yer alıyor. Bu romanla şair Sevinç Çokum’un biraz daha öne çıktığı söylenebilir mi?
> Ben şiirlerimi fazla önemsemiyordum ama romanlarımın bir kısmında bazı şairlerden örnekler yer aldığı gibi benim de bir iki şiirim bulunuyordu. Bu romanda da kahramanlarıma aitmiş gibi gösterdiğim şiirler var. Mesela Nüzhet Fermanlı’nın Tren Burdan Geçmiyor adını çağrıştıran şiiri… Sonra tabii ki Sonsuz’un şiirleri… Bölüm başlarında yer alan şiir parçalarının altında S harfinin bulunuşu elbette okuyucunun dikkatine sunulmuş bir küçük uyarıdır. S hem şairin Sonsuz olduğunu, hem de olmadığını şiirlerin bana aitliğini anlatmak içindir. Şiirler o kadar çok ilgi çekti ki söyleşilerde sık karşılaştığım bir soruydu bu. Kitabı okumuş olanlar da benzer bir soruyu yöneltmekteydiler. Sonsuz’unmuş gibi gösterdiğim şiirler fütursuz söyleyişleriyle dikkati çekti. Benim hep göz ardı edilmiş şairliğim. Oysaki öykülerimde ve romanlarımda zaten şiirli bir dil kullandığım da açıktır.
> Cezayir Sokağı’nda yaşananlar da ilgi çekici. Gazeteci Nüzhet Fermanlı’nın oturduğu bu sokağın ayrı bir hikâyesi var. Sokağın baş kişisi İreni’nin hüzünlü ve dramatik hayatı okuyucuyu etkiliyor. Türkiye’deki azınlıklara temas ediyorsunuz. Osmanlı bakiyesi olarak bilinen Rumlar, Ermeniler ve diğer topluluklara geçmişte nasıl bakılıyordu, bugün nasıl yaklaşılıyor? Romanda gayrimüslimleri çok iyi tasvir ediyorsunuz. Kültürlerini, dillerini biliyorsunuz. Rum İreni, Makaracı Albert gibi... Eski İstanbul’un önemli figürlerinden olan Rum, Ermeni, Yahudi karakterleri kendi şiveleriyle konuşturuyorsunuz. Bu insanları acaba yakından tanıdınız mı?
> O sokağı iyi biliyorum. Beşiktaş ve Yıldız’dan sonraki oturduğumuz semt Beyoğlu idi. Cezayir Sokağında bizim de bir evimiz vardı. İlk zamanlarda Rumlarla yan yana, bir arada kaynaşmış bir halde yaşıyorduk. Sonra çoğu gitti. Sokak çehre değiştirdi adeta. Bu kez iç göç insanları geldiler doğudan, güneydoğudan... Biz ayrıldıktan bir zaman sonra da adı Fransız Sokağı oldu, evler düzeltim, yenilenme gördü, lokantalar filan açıldı. Şimdi yine Cezayir Sokağı adıyla anılıyor. Dolayısıyla İreni’yi yazabilmem için benim Rumları çok iyi gözlemlemiş olmam gerekiyordu. Dedim ya çok kültürlü bir yapısı vardı İstanbul’un. Romandaki Ermeni, Rum, Yahudi vatandaşların benzerleriyle bizim ailemizin dostlukları, komşulukları, iş münasebetleri, sanat ilişkileri oldu. Onların hayatlarının yabancısı değilim. O sebeple romanın inandırıcı unsurlarıdır onlar da… Geçmişte onlarla bu hayatı paylaşıyorduk; ayrı dile, inanca ve düşünceye sahib olsak ta… Fakat yetmişli yıllardan sonra bağlar kopmağa başladı.
> Tren Burdan Geçmiyor’da üç ayrı nesil var. Çelişkiler, ihtiraslar, zaaflar, erdemler, çırpınışlar, âdeta ayakta durmak için direnen insanların mücadele dolu hayatlarını okuyoruz. Maddi çıkarların baskın olduğu ilişkiler yumağı… Sizce biz aslında bazı erdemlerimizi, bazı güzelliklerimizi kaybettiğimiz için mi bugün bu durumdayız? Ve kurtuluş nasıl olacak?
> Kötülük her zaman vardır. Geçmişi idealize etmek istemiyorum ama eskiden toplumu yöneten bir takım anlayışlar vardı ve bunlar sarsılmamıştı… Bir el ele tutunmuşluk başkalarının mutluluğu kişilerin sorumluluğu altındaymış gibi bir anlayış hakimdi. Sonra aşırı hırslar, gösteriş, rekabet, yarışlar yoktu. Yeniden o toplumu oluşturamayız, çünkü hayat değişimdir. Çünkü teknolojiyi hayatımızdan çıkaramayız. Bunlar bize geldi, girişleri fırtına gibi oldu. Değişim olurken mesela ilişkilerimizdeki tutarlı yanları kaybetmemeğe özen göstermeliydik. Dünya kirlendikten, insanlar çığrından çıktıktan artık hiçbir şey halledilemez noktaya geldikten sonra tedbir, çözüm arıyoruz. Önemli olan dünyanın her tarafında insanların yanlışı ve doğruyu görmeleridir. Bütün dünyada bu kirleniş görülüyor çünkü. Dünya bir çıkar savaşının güçlülerinin elinde şekilleniyor. Siz kendi doğrularınızı istediğiniz kadar haykırın…
> Romanda okuyucu farklı bir Sevinç Çokum’la karşılaşıyor. İtiraf edeyim ben de bazı bölümlerinde şaşırdım. Aşkın maddi boyutu çok ön plânda. Bunu kasten mi yaptınız? “Aşk”tan insanlar ne anlamalı? Sadece ruhî boyutu mu var, yoksa maddi unsurları da görmek mi lâzım?
> Aşkın açıklaması sadece maddi yanıyla olmayacağı gibi sadece mana boyutuyla da yapılamaz. Bir insanı ruh olarak ve uzaktan sevmek mümkündür fakat gerçeğin dışına çıkmak anlamı taşır. Bu, bir bakıma kendinizi seviyorsunuz demektir. Eskilere gidin, Karacaoğlan sevdiğini etiyle, canıyla, kaşı gözüyle şekillendiriyor. Hayatın kaynağı da maddidir zaten. Ben işin bu tarafına daha önce yazdığım kitaplarda pek girmiyordum; kendi kendime bir ölçü veya sınırlama koymuştum. Oysa ki sanatın sınırları sonsuz; bunun içersinde kadın ve erkek diye iki ayrı cins varlık yer alıyor. Bunların ruh beden ilişkilerinin olmadığı bir eseri eksik buluyorum. Kadının erkeğin gerisinde bir varlık olmadığını düşünüyorum. Aklıyla, üretkenliği ve fizyolojik yapısıyla… Ne ki aşk dediğimiz kavram veya duygu yoğunluğu çağlara ve şartlara göre değişen, yükselen ve yiten bir şeydir. Romanda da bu tür bağlar zamanın ve ayakta durma yükselme tutkularının eriticiliği altında dayanmağa çalışan veya zorlanan, yokoluşa doğru yürüyen biçimiyle ele alınmıştır.
> 35 yıldan beri sanat hayatınızda karşılaştığınız insanlar ve fikirler bulunduğunu, ancak reddettiğiniz düşünceler ve fikirlerin mevcut olduğunu söylüyorsunuz. “Bağımsız bir yazar” olarak tanınmak istediğinizi belirtiyorsunuz bir konuşmada. Bütün insanlara hitap etmek, herkese ulaşmak istiyorsunuz. Bunun ilk işareti Deli Zamanlar’la geldi. Orada kendinizle ve toplumla bir hesaplaşma yaşıyorsunuz. Ardından Gece Rüzgârları yayımlandı. Kendinizle hesaplaşmanız ne zaman ve nasıl başladı? Bu değişimi tam olarak izah eder misiniz?
> Yılların birikimiyle birgün ansızın karşı karşıya geliyorsunuz. Yanlışlarınızı eksiklerinizi, kapattığınız kapıları, fırsatları değerlendiremeyişinizi, güvendiğiniz, yücelttiğiniz insanların sıfıra indiklerini görüyorsunuz. Kendince kahraman rolündeki insanların da zaaflarına yenildiklerini… Toplumda dik koyduğunuz şeyler dik durmuyor devriliyor, bunu görüyorsunuz. Böyle olunca da her şeyin yerini hiçbir şey alıyor. Bana “Etrafa ne güzel bakıyorsun?” diyenler oldu. Oysa etrafta bir sürü çirkinlik vardı ve ben sadece güzeli görmeğe çalışıyordum. Ama çirkinlikler de birer gerçekti. Evet eleştiri boylanmağa başladı ve ilk olarak kendi gençlik dönemime yöneldim. Yaşanmışlıkların üzerinden tanıdığım insanları, politikayı, politikanın çirkin yanlarını, kazandığım ve kaybettiğim insanları anlattım. Hiçliklerin arasından… Kendi boşluğumu anlattım. Sonrası Gece Rüzgârları oldu. Kendimle ve toplumla yüzleşmemdi bu. Sağı ve solu karşıma alışım. Bundan sonra benim gayem toplumdaki çalkalanmaları daha sağlıklı, daha nesnel, daha insanî değerlendirmek olurdu.
> İnsanı olduğu gibi aldığınızı söylüyorsunuz. Erdemleri ve zaaflarıyla. “Ben insana bir takım ahlak kuralları, hukuk yasaları, değişmez tabular, inanç sistemleri açısından bakmıyorum, onu bu çerçeveler içinde ve bu çerçevelerin haklılığı açısından irdelemiyorum. Kendi doğal yapısı içindeki varlığı ile ele alıyor ve özüne bakıyorum.” diyorsunuz. Temel hedefinizin insanı anlatmak olduğunu söyleyebilir miyiz?
> Evet; çünkü dünya ve tabiat değişti. İnsan asıl yerinde değil. Yaratıldığı dünyada çok farklı malzemelerle yapay bir dünya oluşturdu. Orada hiçbir şey güven verici değil. Sevgi bile alet durumunda, bir takım çıkarlara hizmet ediyor. Ödüller de öyle hak etmemiş insanlara ulaşan içi boş kavramlar; asıl amacından sapmış, saptırılmış. Her şey bu yapaylıktan hissesini alıyor bu derme çatma, yolundan sapmış ortamın içersine ne koysanız, ona uymak, uydurulmak durumunda. Belki bu düşüncemi de Abukizm felsefesinin bir uzantısı, bir yapı taşı olarak kabul edebiliriz. Tabii, Nihilizmden daha farklı bir düşünce bu. Çünkü asıl gayesi diyorum; asıl gaye insana en yakın olan, en uygun olan ortamdır. Demek ki bir beklentim var. Nihilistler tamamen hiçliği kabullenerek bundan bir olumlu dünya, bir umut beklemezler. Halbuki benim umudum var. Yani bir dönüş imkânı… Ne var ki, o yapay oluşumun içersine konulan hukuk kuralları, ahlak kuralları, ideolojiler, sistemler de elbette bir takım iyi niyetlerin dışında kötü niyetlere göre de biçim alacaktır. Amerika’nın kendi siyasetini sevgi, barış, özgürlük, demokrasi gibi kavramları.. yıkacağı, ortadan kaldıracağı topluluklar, düşünceler, sistemler için kullanması gibi. Aynı şekilde inançların.. Hristiyanlığın, Museviliğin veya İslamiyetin bir takım insanlar, örgütler elinde varılmak istenen politik hedefler açısından kullanılması gibi. Onun için diyorum ki sanat eseri bağımsız olmalıdır. Bu anlamda bireyseldir. Fakat toplumu da yazacaktır; çünkü insan toplumdan soyutlanamaz. Ne ki yazar bağımsız olacak ve dünyaya, sadece insanın insan olarak sahip olduğu haklar açısından bakacaktır.
> Şahsi sitenizde Behçet Necatigil, Mehmet Kaplan, Talat Halman, Ümit Kaftancıoğlu, Nurettin Özdemir ve Bahtiyar Vahapzade gibi tanınmış edebiyatçıların size yolladıkları mektuplar var. Mektup geleneği hakkında ne düşünüyorsunuz. Geçmişte edebiyatçılar arasında sıkı dostluklar mektuplaşma ile sağlanırmış. Bugün bu devam ediyor mu, yoksa internet e-postacılığı yavaş yavaş eski edebî mektupların yerini alacak mı?
> Bir zamanlar mektuplarla ilişkiler sürerdi. Bir kitabınız çıksa insanlar oturup uzun uzun düşüncelerini yazarlardı. Bu tür mektupları sakladığım dosyalardan seçtiğim birkaç örneğin sitemde bulunuşu, geçmişteki ilgi ve özeni, bir bakıma saygıyı temsil ediyor. Ama şimdi bu tür ilişkiler yok oldu; kitabınızı alanlar sessiz kalabiliyorlar, okumuyor, bir kenara koyuyor veya teşekkür etmekten kaçınıyorlar. Zaten teknoloji geliştikçe insanları birbirine yaklaştırıyor gibi görünse de aslında uzaklaştırıyor. Ayrıca büyük desteği olan yayınevlerinin pazarlamaları sizi aşabiliyor. Bu yüzden değerli bir edebiyat eseri liste başlarında yer bulamayabiliyor. Benim bu kitabım yine de çok konuşulanlar arasında oldu. İlgi görüyor, okunuyor. Eski mektup geleneği olmasa da çıkan yazılar, söyleşiler, televizyon programları kitabın varlığına pek çok şey kattı.
> Türkçe’yi en iyi kullanan yazarlar arasında bulunuyorsunuz. Bu sahada ödülleriniz var. Eserlerinizde bugün unutulmuş Eski Anadolu Türkçesinden de kelimeler seçip kullanıyorsunuz. Bugünkü Türkçeye bir anlamda katkı olarak mı değerlendirmek gerekiyor bunu. Yoksa hakikaten duygularınızı bugünkü dille yeteri derecede ifade edemediğiniz için mi dilimizin geçmişinden kelimeler alıyorsunuz. Türkçe’nin bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz?
> Duygularımı istersem sadece bugünkü dille de ifade edebilirim; ancak eski dilden seçtiğim kelimeleri, kültürümüzü aldığı etkileriyle asırlar içersinde bir bütün olarak düşündüğüm için kullanıyorum. Bunları yerine göre Osmanlıcadan, Eski Anadolu Türkçesinden, mahalli konuşmalardan (Kastamonu, Kütahya) seçtiğimi söyleyebilirim. İkinci sebep, dilin zenginliği renkliliği adına böyle bir yol tuttum. Bir de kahramanların ait oldukları kültür seviyesini, kimliklerini belirlemek, Rumsa onun Türkçesinin özelliklerini sezdirmek açısından… Çocuk çocuk gibi konuşur, aydınsa aydın… Bir ev kadını kendi yaşantısıyla dünyasıyla işaretler konuşmasını. Bütün bunlar romancının dikkatindedir.
> Son yıllarda “muhafazakâr”, “sağcı”, “milliyetçi” gibi tanımlara karşı çıkıyor ve bu kavramların sizi ifade etmediğini söylüyorsunuz. Aslında son yıllarda düşünce hayatında da bir karmaşa yaşanıyor. Milliyetçi bir yönetmen bir filminde işkenceye eleştiri getiren bir film yapıyor. Sosyal demokrat bir başka yönetmen minyatür sanatımızı filminin temel unsuru haline getiriyor. Sağ sol kavramları çok karıştı. İdeolojiler arasında gel gitler var. Eğilimleri birleştirenler var. Siz bunlara nasıl bakıyorsunuz? Bir edebiyatçı, bir yazar olarak siz nerede duruyorsunuz?
> Ben insanların değişebilirlik özelliklerini taşımalarını isterim. Çünkü etrafımıza bakarsak her şey değişiyor; hem sosyolojik olarak, hem bir canlı veya cansız varlık olarak. Eskiden tepe olan bir yer zaman içersinde öyle gerektiği için yola dönüşebiliyor. Burada zaruret söz konusu; yahut köyünde kasabasında ekonomik şartlar elvermediği için büyük şehre göç eden insan sosyolojik olarak hayatını değiştirmiş oluyor. Bir genç okumak için gittiği dış ülkede oranın yaşama biçimine ayak uydurmağa çalışıyor ve değişiyor. İnsanların sağ ve sol gibi iki ayrı kanatta toplanması bana baştanberi hep ters geldi. Burada fikirlerin ayrı olması değil, sadece iki türün bulunması tersti. Toplum bugün düne göre biraz daha kavramları açabilecek, tartışabilecek durumda. Ara renkler zuhur etti bu demektir ki düşünce hayatımızı sadece kırmızı ve yeşille değil, pembelerle, sarı ve mavilerle, morlarla da ifade edebileceğiz. Otuzbeş kırk yıl içersinde hep aynı zaviyeden bakıp, kendine benzemeyeni yok farzeden, insan saymayan anlayışlar yine de kimi noktalarda sürüyor. Sizden mi bizden mi gibi bir açmazın içinde olanlar var hâlâ. Ben, sadece ülkede değil, aynı zamanda tek bir kişide ne kadar çok fikir ve kanaat olursa o kadar rahat yol alırız düşüncesindeyim.
> Yine sizinle yapılan bir röportajda babanızın küçük yaşlarda İstanbul’a Antalya üzerinden ailece geldiklerini ve bir iç göç yaşadığını söylüyorsunuz. Bir bakıma hareket adamı. Sizde de benzer bir eda var. Kendinizi yeniliyorsunuz, aynı yerde durmuyorsunuz. Yeni fikirlerinizi paylaşıyorsunuz. Bu duruşunuz toplumdaki bir ihtiyaçtan mı kaynaklanıyor, yoksa sizin şahsi tercihiniz mi?
> Babam bir başına hiç bilmediği bu şehirde küçük yaştayken kendi hayatını elleriyle kurmuş bir insandı. Evet, günlerce yürüye konaklaya Toroslar üzerinden gelmişler. Belki de onun için yürümeyi severdi. Yürür ve düşünürdü. Eğer hayatın içine girersek ve insanlara olaylara bakarsak, her an yeni bir şeyler görebiliriz. Yaşamanın kendisi de bir yürüyüştür zaten. Benim Deli Zamanlar romanı Uzun Yürüyüş başlığıyla başlar ve o yürüyüş sırasında hatırlamalarla sürer. Beşiktaş’tan Laleli’ye kadar… Hayatın kendi doğal duruşu, kendi sıcaklığı, gerçekliği bana en yakın olandır. Bir de zaman içersinde özgürlük duygusu bende çok genişledi. Belki de o sebeple yeniliklere açığım. Yaşadığım zikzaklar bir noktada durulamayacağını öğretti bana. Büyük sevinçlerim oldu, büyük kederlerim. İdeolojilere ve empoze edilmiş fikirlere, bir taraflara çekilmeğe izin vermiyor içimin o özgür duruşu. Yönlendirmeleri kişiliğimi yok edecek bir saldırı gibi görmeğe başladım. Daha iyi romanlar yazmanın böylesi bir iç yapıdan doğacağına inanıyorum. Babamın kendi hayatını kurması gibi kendi bakışlarım, yaşantı ve tecrübelerimle kurguladığım roman ve hikâyelerin daha doğru bir çizgi olduğuna inanıyorum.