Aşık Kul Gazi: Bunlar aşık değil saz şairi

Günümüzde saz çalan şairler çokça vardır ama âşığı zor bulursunuz. Bunlar âşık değil saz şairleridir

Aşık Kul Gazi: Bunlar aşık değil saz şairi
Aşık Kul Gazi: Bunlar aşık değil saz şairi
GİRİŞ 24.06.2008 14:06 GÜNCELLEME 24.06.2008 14:06

Umut Bulut'un röportajı

Günümüzde âşıklık geleneğini sürdüren Sivaslı Âşık Kul Gâzi, hemen hemen her aileden bir şairin yetiştiği Şarkışla'nın Tuzlu köyünde l934 yılında doğmuştur. Prof. Dr. Sâim Sakaoğlu, 1980 yılında yayımlamış olduğu "Sarı Çiçek, Sivaslı Âşık Kul Gâzi" kitabında şairin hayatı, şiirleri ve sanatı konularına yer vermiştir.

1987 yılında T. C. Kültür Bakanlığı'nın açmış olduğu Halk Şairleri Eser Yarışması'nda iki yüz elli beş âşığın katılmış olduğu yarışmada dereceye giren Kul Gâzi'nin şiirleri bakanlıkça "Rüzgarda Kekik" adıyla yayınlanmış, hakkında, Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde dört lisans tezi ve bir de yüksek lisans tezi yapılmıştır. Yurdumuzun birçok yerlerinde yapılan Âşıklar Şenliği'ne katılarak ödüllendirilen Âşık Kul Gâzi, 8 Aralık l992 tarihinde İsveç'te açılan Uluslararası Kültür yarışmasında şiir dalında "Birleşelim" adlı şiiriyle dereceye girerek ödül almıştır.

> Biz Kul Gâzi'yi tanıyoruz, Türkiye de tanıyor, Âşık Kul Gâzi kendini anlatsa neler söyler?

> Ben olayı şöyle anlatayım size. Şarkışla'nın Tuzla Köyü'nde 1934 yılının Mart ayının sonlarında dünyaya geldim. İlkokulu Konya'da okudum, ortaokulu İzmir Buca'da bitirdim. Lise üçe kadar Kayseri'de okudum. Bazı sebeplerden dolayı üçüncü sınıftan ayrıldım, diplomayı sonradan aldım. Sivas Devlet Demir Yolları'nın birçok kademesinde çalıştım. Sırasıyla hareket memurluğu, istasyon şefliği, trenlerin merkezden sevk ve idare memurluğu, misafirhane memurluğu yaptım. Otuz sene fiilen çalıştım. 6 Eylül 1985'te emekli oldum. Hâlâ Sivas Yenişehir'de ikamet etmekteyim. 45-46'lı yıllarda şiire başladım. Gördüğüm bazı rüyâlar buna sebep oldu. 46'dan 2001'e kadar karınca kaderince bir şeyler yazıyorum. Üç kitabım yayınlandı. Birincisini, yani Sarı Çiçek'i Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Atatürk Üniversitesi'nde 1980 senesinde yayınladı. Rüzgârda Kekik adlı ikinci kitabım, 1987 senesinde halk ozanları arasında düzenlenen bir eser yarışmasında 255 halk şairine ait eserler içinde ilk on altı eser arasına girdi ve Kültür Bakanlığı tarafından 1987 yılında yayınlandı. Sıla Gözleri adındaki kitabım ise, Sivas Belediyesi tarafından yayınlandı. Bu üç kitabımda dört yüze yakın şiirim var.


> Kul Gâzi mahlasını kendiniz mi seçtiniz yoksa başka bir usta tarafından mı uygun bulundu?

> Asıl adım, Gâzi Kurt'tur. Abdul Gâzi olarak göbek adım vardır. Bu mahlası, isimden dolayı kendim aldım. Bir ustam yoktur. Ancak benim yetiştirdiğim birkaç çırak var. Bunların birisi İzmir'de Diyârî Baba, diğeri burada, Aydın Aydıner. Ayrıca birçok âşığın da şiirlerini düzelttim. Yani hemen hemen birçoğunda emeğim var.

> Annenizin de irticalen şiirler söylediğini biliyoruz, şiir sevginizde bunun etkisi nedir? Ailenizde başka âşık var mı?

> Şöyle efendim. Annem Gülfidan mahlasıyla şiir söylerdi, okur-yazarlığı yoktu. Kara düzendi onun şiirleri. Ama atışma yapabilecek kadar iyi şiir söylerdi. Düzeni yoktu; pek ayak, kafiye falan bilmezdi. Genellikle yarım kafiye şeklinde söylerdi. Şiirleri genellikle ağıt şiirleridir. Ölülere, kendi dertlerine söylerdi. Ayhan diye bir öğretmen kardeşim var. Şimdi ortaokul müdürü. Onun da bazı şiirleri vardı ama şimdi şiiri bıraktı. Kardeşim Cafer de öğretmendi şimdi emekli oldu. O saz çalıyor. Bir de Aysel diye kardeşim var, o da şiirle uğraşıyor fakat hiçbirinin toplanmış şiirleri yok.

> Bildiğimiz kadarıyla siz şiirlerinizi saz eşliğinde söylemiyorsunuz. Böyle bir eğitim için imkan mı bulamadınız yoksa sazsız söylemenizin özel bir sebebi mi var?

>  Ben liseyi Sivas Atatürk Lisesi'nde sonradan bitirdim. Ancak memurdum memuriyette istasyon şefi olduğum için âmirdim tabii. Bir sürü makasçılar, işçiler, hareket memurları vardı. Ben de istasyon şefi olduğum için elime sazı alıp da şiir söylemek usûlüme gelmedi. Memurluğum buna mani oldu. Zaten birçok âşıklar şölenine katılamamamın nedeni de bu. Ben ancak 75'ten sonra âşıklar şenliğine katıldım. Türkiye çapında birçok âşığın kitabını aldım. Hakkımda altı tane tez yapıldı, çeşitli dergilerde yazılar yazıldı ve birçok şiirim de yayınlandı.

> Üç tane kitabınız olduğunu biliyoruz Sarı Çiçek, Rüzgârda Kekik, Sıla Gözleri. Bu kitaplarınızın isimlerinin birer hikâyesi var mı?

> Şimdi efendim ben "Sarı Çiçek"i gençliğimde âşık olduğum bir kız için yazdım. Şimdi elli beş yaşlarında emekli bir öğretmen. Bu kızın ismini Sarı Çiçek olarak koydum. Kitabıma da onun adını verdim. Rüzgârda Kekik isimli kitabıma gelince; bakanlığa Çiğdem Çiçek olarak gönderdim. Fakat bakanlık bu ismi beğenmedi. "Senin Sarı Çiçek isimli kitabın var, başka bir isim bul." dediler.

Biz de üç isim bulduk. Hatta bu isimleri bulmamda Doğan Kaya Bey çok yardımcı oldu. Bu isimlerden ikisi Gönül Pınarı, Rüzgârda Kekik. Bunları bakanlığa gönderdim. Rüzgârda Kekik ismi de kitapta yer alan bir dörtlükte geçiyor. Ondan esinlenerek koyduk. Bu dörtlük:

Bakışları başka zülüfler sökük
Büyülü saçları omuza dökük
Çözüldü çok kokar kırlarda kekik
Rüzgârında dalgalanır coşarım

Sıla Gözleri adındaki kitabımın ismi de yine kitapta bir şiirle ilgili. H. D. isimli bir bayana yazmıştım. Kendisi şu anda bir üniversitede doçent. Onunla görüştüm, gözleri çok güzeldi. Benden kendisi için bir şiir yazmamı istemişti ben de yazdım. "Sıla Gözleri" ismini de ona istinaden koydum.

> Şiirlerinizde dikkatimizi çeken bir Sarı Çiçek ismi var, gençliğinizde âşık olduğunuz Sarı Çiçek adlı bir kız olduğunu söylediniz. Hikâyesini bize anlatır mısınız?

> Efendim bu Sarı Çiçek'in hikâyesini anlatsam buna üç gün üç gece yetmez. Ama sizi kırmayayım, kısaca anlatayım:
1947'de bir rüyâ gördüm ben. Kayseri'de "Hatıroğlu Câmii" var. Ot pazarının orda. Bir gece rüyâmda bu camiye girdim. O zaman ortaokulu Kayseri'de okuyordum. Câmiye girdim. Hoca dedi ki, "Oğlum geldin mi?" dedi. Ben de "Geldim, hoca efendi" dedim.(O hocayı çok seviyordum. Bütün cumâları o hocanın arkasında kılıyordum. Ama bu gördüğüm rüyâyı hocaya söylemediğime pişman oldum.) Sonra hoca bana: "Oğlum aha şu camekan var ya, ha orda bir sarı su var. Ondan iç, bir de şişeden kokla" dedi. Ben de içtim. Ne kadar içtiğimi bilmiyorum tabi. Şişeden de kokladım.

Ondan sonra bende bir hâl oldu. Zaten Konya'da Mevlâna'yı çok ziyaret ettim orda çok dualar ettim. Bizim köye Kâdiri dervişleri gelirdi onlar ilahi söylerdi. Anam da yanık yanık türkü söylerdi evde. Tabi bunların bana çok etkisi oldu. Âşık Veysel'in de çok etkisi oldu. Şimdi bu rüyâdan sonra ben âşık oldum amma ben ne kız gördüm, hani derler ya, her âşığın bir sevgilisi vardır pîrânlar bade içirir kadehler sunar. Bana böyle bir şey olmadı. Ama ben camide kokladım içtim. Fakat hoca bana demedi ki; "Sen falan kıza âşıksın ya da bu aşk bâdesidir falan..." demedi. O günden sonra aradan biraz zaman geçti, tekrar bir rüyâ gördüm. Bir meydanlıkta bir evin önünde değirmen suyu gibi bir su akıyor, ben orada duruyormuşum. Yeşil kapılı bir evden bir kadın çıktı, elinde bir kundak vardı. Kundakta da bir bir buçuk yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Çocuğu bana verdi. Dedim ya, bu kim ola... Ve bana dediler ki "Bunun adı şu", ne dediler ki "Biz falan yerdeyiz", ne de "Bu senin sevgilindir." Bir şey diyen olmadı. Fakat ben dedim ki, "Yaa ben ne yapayım, bir buçuk yaşındaki çocuğu, Al!" dedim, kadına geri verdim. O rüyâ öyle bitti. Fakat kadın hatırımda kaldı ama çocuk iyice hatırımda kalmadı. Ama sonradan hatırladım. Daha sonra İzmir'e gittim. Lisede okurken 51-52 yıllarında bir rüyâ daha gördüm. Bu defa aynı yerde aynı kadın, kız biraz büyümüş ilkokul çağına gelmiş, beş- altı yaşlarında. Kızı yine bana verdi. Kıza baktım, kadına da baktım, tanıdım ikisini de. Fakat yine "Bu senin sevgilindir, âşık olacağın kızdır, ben filanın hanımıyım benim adım şu" diye bir şey söylemedi. Ben kızı gene kabul etmedim, geri verdim. Uyandım bu defa ilk gördüğüm rüyâ aklıma geldi. Hemen istihare uykusuna yattım, dua ettim. Bu böyle kapandı gitti. Sonra Sivas'a geldim. Burada gar atölyesi var. Babam beni oraya işçi olarak verdi. İyi de güreşiyordum o zaman. Orada bir sene çalıştım, bir hareket memurluğu imtihanı açıldı. İmtihanı kazandım, beni memur olarak Elazığ'a verdiler. Hele o Elazığ öyle dursun. Şimdi kızınan nasıl tanıştık ona gelelim. Hani ben âşığım ya, sazınan çalıp çığırıyorum, şiirler yazıyorum. Şiirlerim çeşitli dergi ve gazetelerde çıkıyor. Yani beş-altı yıllık şairim.

O zaman beni, bir grupla "Bir hocaya gidiyoruz" diyerek bir yere götürdüler, gittik. Sanki önceden biliyormuş gibi o rüyâmda gördüğüm kapıya el ettiler. Kapıyı nûrani bir ihtiyar açtı. "Gel oğlum Gazi, otur" dedi. Ama o ihtiyar beni ne tanır, ne bilir , ne de gördü, ne de ben onu gördüm. İsmimi de söyleyince ben de bir şok tesiri yaptı. Oturdum zât-ı muhterem konuştu. Ben de dinliyorum. Baktım ki benim geçmişimdeki bazı hâllerden bahsediyor. "Şöyle şöyle olmuş, arkadaşlar şöyle şöyle buyurmuşlar" diye. Tabii ben hayret ettim adamın ferâsetine. Ondan sonra evine çaya gittik. Kızı geldi anası geldi. Kızı orada gördüm işte gardaş. O zaman içimde bir şey cızzz etti. Hani bir şey saplanmış gibi yüreğim cızıladı. Fakat bir şey söyleyemedim. O zat büyük bir evliya idi, beni o yetiştirmişti. O günden 1980 senesine kadar birkaç evlilik geçirdim. Sonra çaldım çığırdım. Altmış üçte kızı vereceklerdi bana, fakat annemgil araya girerek kızı almadılar. Bir sürü düzenler düzdüler. İşte benim aşkım böyle devam etti hâlâ da devam ediyor.

> Sıla Gözleri kitabınızda "Beyler İznimi Verin" adındaki şiirinizin de enteresan bir hikâyesi var. Bir de onu anlatır mısınız?
> Biliyorsunuz ki biz âşıkların dili durmaz, her şeye şiir yazarız. İşte ben işletmeye de bir şiir yazınca beni sürgün ettiler. Ondan sonra da kahrettim. 70'ten 77'ye kadar izin kullanmadım. Bütün izinlerimi yaktım. 77'de ilk iznimi kullandım.

> Sıla Gözleri adlı kitabınızın önsözünde sizin için "Kerem ile Aslı, Tâhir ile Zühre gibi halk hikâyelerini dinlemiş, pek çok hikâye ve roman okumuştur" şeklinde bir ibare geçiyor. Bu hikâyeleri kimden dinlediniz, siz de halk hikâyesi anlatıyor musunuz?

>  Ben şimdi halk hikâyesi olarak sadece duyduklarımı anlatabiliyorum. Şah İsmail, Kerem ile Aslı, Tâhir ile Zühre gibi bazı hikâyeleri dinledim. Bunları tam olmasa da biraz anlatabiliyorum. Bu hikâyeleri genellikle köy odalarında dinledim. Birçok kitap okudum, özellikle tasavvuf kitapları okudum. Bunlardan bilhassa İmam-ı Rabbâni'nin kitaplarını daha çok okudum, polisiye romanları da çok okurum.

> Sizce şiir nedir?

> Hımm!.. Şimdi sen derin bir konuya girdin. Şiir; insanların duygularını, kederlerini, acılarını, zaferlerini, başından geçen olaylarını anlatan akıcı, üslûblu, kâfiyeli olsun, kâfiyesiz olsun kısa ve öz sözcüklerden meydana gelmiş yapıtlardır. Biliyorsunuz ki şiirin özel bir durumu var. Şiirler kısım kısımdır. Halk şiirleri var, divan şiirleri var. Halk şiirlerinin öykülüleri, öyküsüzleri var. Bildiğiniz gibi divan şiirleri aruzla yazılır. Şu anda aruzla şiir yazan var mıdır, yok mudur, varsa da bilmiyorum. Bu aruzla şiir yazma geleneği Âkif'le Yahya Kemal'le son bulmuştur; Ama halk şiirini yazan çoktur.

Bildiğiniz gibi halk şiirindeki divanlar da hecelidir. Bunu pek becererek yazmazlar. Belki tesadüfen ölçüye gelenler oluyorsa da bilemiyorum. Şimdi mesela saz çalan âşıklar vardır, saz çalmayan âşıklar vardır. İşte bu âşıkların arasında saz çalanlar; saz çalmayanları hafif dışlamak isterler. Diğer şairler de halk şairlerini dışlamışlardır. O zamanki Halk Edebiyatımızın şairleri mesela Seyranî, Emrah, Şenlik, Sümmâni, Ruhsati, Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi âşıklar biz de beceriyoruz diye yapmışlardır. İşte halk şiirine divan bu şekilde girmiştir. Yoksa Halk Edebiyatımızda divan pek kullanılmamıştır. Şiirin tanımını yaptık, ancak "Şiir nasıl olmalıdır" diye sorarsanız, şiiri ben şöyle düşünüyorum, "Yapmacık hareketlerden, laubâli konuşmalardan arınmış, öze dayalı ve ne bileyim temiz bir Türkçe ile kendi dertlerinden ziyade karşısındakinin de dertlerine değinen bir şiir olmalı; şair ise, yalnızca kendi duygularının şairi değil cihana, evrene mâl olmuş olmalıdır. Benim demek istediğim şu ki, şiirler yapmacık şeylerden ve riyâdan uzak, samimi, ihlaslı olarak yazılan sözlerdir. Şiiri yazarken şairlerin en çok dikkat etmesi gereken şey yapmadığını, yaşamadığını yazmamaktır.

> Peki âşık nedir?

>  Âşık seven kişidir yaa! Bunu bilmeyen yok. Yalnız aşk nedir dersen, Hakk-ı muhabbettir, yani aşırı sevgidir. Âşık, muhatabını nefsinden fazla seven, onun boyasına boyanan onun gibi olan insandır. Günümüzde saz çalan şairler çokça vardır ama âşığı zor bulursunuz. Bunlar âşık değil saz şairleridir. Ben onların bazılarını da "laf ebesi" diye vasıflandırıyorum. Âşık kendisini sevgisine adamış, yani nefsini onun nefsine adamış kişidir.

> Âşıklığın manevi getirisi ölçülemez bunu hepimiz biliyoruz, ama size maddi bir getirisi olmuş mudur?

> Şimdi efendim âşıkların hiç biri âşıklıktan doymuş değildir. Bu, taa eskiden beri böyledir. Yani âşıkların elinden tutan yoktur. Yalnız âşıklar da kendilerini bilmezler. Kendilerini ortaya bırakmışlardır; fakat haddini, hududunu bilen insanı takdir ederim. Bildiğiniz gibi âşıklardan pek fazla devlet sanatçısı olan yoktur. Sadece Şeref Taşlıova ile Çobanoğlu vardır. Zaten onlar da Namık Kemal Zeybek'in hemşerileri olduğu için devlet sanatçısı olmuşlardır. Halk ozanlarından değil de daha çok ses sanatçılarından vardır. Bunun dışında âşıkların şiir kitaplarına da pek rağbet olmuyor. Halk onların şiirlerini okumuyor. Eskiden okunurdu. Çünkü radyo yoktu, televizyon yoktu, plaklar yoktu, böyle ses sanatçıları yoktu. Pop müziği yoktu, "top müziği" yoktu diyen hesabı... Herkes ne yapıyordu o zamanlar? Bütün bunların yerine orta oyunları vardı, köy odalarında, kahvehânelerde halk hikâyeleri anlatıldı, onları dinliyorlardı. Âşıklar sazları omuzlarında diyar diyar geziyorlardı. Şimdi böyle gezen âşıklar da yok, çünkü gezmeye gerek yok ki...

>  Gerçi biraz önce bir bakıma bu sorunun cevabını aldık ama sizce günümüzde halk şairine ve şiirine gereken önem veriliyor mu? Bu konuda söyleyeceğiniz başka şeyler de var mı?

>  Şiir olursa verilir; ama şimdi bakıyorum arkadaşlara birbirinin devamı gibidir. Biri demiş, "Nadide çiçeğim, balın olayım"; öteki demiş, "Nadide çiçeğim kulun olayım"; ben demişim, "Gönül kovanları ballandı gitti"; o da demiş ki, "Gönül kovanları sallandı gitti" gibi taklitle oluyor. Bunların da tabii ki değerleri olmuyor. Bazen bir bakıyorsun adam kırk-elli yaşından sonra gelmiş, "Ben âşığım" diyor. Damdan düşen, aklını kaybeden, geri zekâlılar da "Ben âşığım" diyor. Bu âşıklara kıymet ondan olmuyor. Sonra kendi haddimizi de bilmiyoruz. Çıkıyoruz şurada burada çalıp çığırıyoruz. Halk bunları gayrı sevmiyor. Velhasıl, âşık haddini hududunu bilecek, yaşayacak, yaşamasını bilecek kısaca halka örnek olacak.

> Size göre halk şiirinde eğitimin yeri nedir; âşık, mutlaka mürekkep yalamış olmalı mıdır?
> Hımm! Çok güzel bir soru sordun arkadaş! Şimdi şöyle, halk şiirinde eğitim şart. Meselâ şöyle diyelim. Dut ağacı; bundan saz yapılıyor, oyuluyor, bir usta elinden geçiyor veya ceviz ağacından güzel mobilya yapıyorlar. O da usta elinden geçiyor. Bunun gibi âşığın mutlaka bir hocası olması, bir eğitimden geçmesi, şiir bilgisi, olması şart. Yani tahsili belirli bir tahsili belirli bir eğitimi olmayan âşığın şiiri her ne kadar olursa olsun mânâdan yoksun oluyor. Bence eğitimden geçmesi şart.

BİR ŞİİRİ:

OLMALI

Eğer bir gönüle aşkı verseler
Gece gündüz daim ünan olmalı
Gam yemezdi cehenneme sürseler
Yeter ki yanında canan olmalı

Az bulunur öyle ehli hal gibi
Yandı mecaziye kaldı kül gibi
Yedi sene bir salibe kul gibi
Yar yolunda Şeyhi Sanan olmalı

Elbette tan eyler bizleri nadan
Nasibini almadıkça sevdadan
Böyle naçar gelip gitme dünyadan
Kul Gazim arkandan anan olmalı

Âşık Kul Gazi

www.sanatalemi.net
 

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
WhatsApp uyarısı: Uygulamayı silin! Bilgileri İsrail'e gönderiyor! Meta'dan Jet cevap!
F-35'ler neye uğradığını şaşırdı! Çelik Kubbe'den büyük başarı