İpek ve Baharat'a alternatif Kral Yolu!
İpek ve Baharat Yolu toplumsal hayatın ticari yönüne seslenen güzergahlarken 'Kral Yolu' kültürel yönüyle her konakladığı medeniyetin zenginliğini taşıyor...

Edebiyat üzerine yazılar ve eleştiriler kaleme alan Ali Görkem Userin'in Profil Yayınları'ndan çıkan kitabı Kral Yolu raflardaki yerini aldı.
Farklı dergilerde yayımlanan yazılardan oluşan Kral Yolu kültürel süreklilik meselesinden eleştiriye, edebiyat dünyasının öncü yazarlarından Türkçe edebiyat dünyasında iz bırakan kitaplara uzanan bir çeşitliliğe sahip. Dünya Bülteni'nden Asım Öz, Ali Görkem Userin'le Kral Yolu'nu konuştu...
Kral Yolu ilk kitabınız, hayırlı olsun diyerek başlayalım. Kitabın adını ilk önce yadırgamıştım. Önsöz bunu giderdi. İlk eleştiri kitabınıza niçin Kral Yolu adını verme gereği duydunuz?
Sağolun, eksik olmayın. Hayırlara vesile olur inşallah. Doğrudur, kitabın adı ilk bakışta bir inceleme-eleştiri eserinden çok kurgusal türde bir eseri andırıyor. Fakat kitabı oluşturan yazıların temel derdi ve ortak noktası beni o isme götürdü. O isimde bir yazı da yer almıyor kitapta.
Önsözde de işaret edildiği gibi, eleştiri ve incelemeden anladığımın karşılığını "kral yolu" ifadesi kadar iyi yansıtan başka bir isim yoktu. Ayrıca, özgünlüğü ve ahengi açısından da isim olmaya çok müsaitti. Öte yandan aksi de gayet mümkün: İsmin cazibesine kapılıp tüm bu rasyonel gerekçeleri sonradan uydurmuş da olabilirim.
İŞARET ETMEK VE NİTELİKLİ OLANIN ALTINI ÇİZMEK
Farklı isimlerin farklı eserlerinden/yazılarından hareketle yazılan yazılardan oluşuyor kitabınız. Çalışmanızda yer alan isimlere en çok hangi açıdan yaklaşmayı denediniz, yaklaştınız?
Zaten yazıların tümü bir esere odaklanıyor da sayılmaz. Kiminde bir cümle çıkış noktası oluyor, kiminde bir kitap ya da bir dergi. Ben isterim ki, okuyanlar yazılara değil, işaret ettiklerine baksın. Hangi açıdan yaklaştığıma gelirsem, bu konuda derdim iyi olana işaret etmek ve nitelikli olanın altını çizmekti.
Nitelikli olan aynı zamanda duruşu itibariyle de sağlam olandır. Benim yaptığımsa basit bir okur gibi, anlama çabasıyla yaklaşmaya çalışmaktı çoğunlukla. Bunu yaparken de kusur bulmaya, zayıflığı öne çıkarmaya değil iyi ve güzel olanı öne çıkartmaya çalıştım.
Günümüz Türkiye'sindeki kültürel ortamın temel meselesi olarak kültürel süreklilik daha doğrusu süreksizlik sorununu merkeze alıyorsunuz. Niçin?
Kültür dediğimiz şey gelenekten bağımsız değil. Gelenek ise İhsan Fazlıoğlu'nun sıkça ifade ettiği gibi gelene eklenmeyle oluşan bir birikimdir ve toplumun sürekliliğini sağlar.
Kültürel ortamı bir kenara bırakırsak, esasında ülkemizin ve toplumumuzun temel derdi sürekliliktir. Sürmeyen, devam etmeyen hiçbir durum yaşayamaz, kalıcı olamaz. Kendinden öncesiyle irtibat kurabilen her adım yükselir, ilerler.
Bu anlamda süreklilik bir olgunlaşma, kâmil olma halini beraberinde getirir. Örnek vermek gerekirse, bugün Türk şiirinin bulunduğu nokta bu şiirin önceki asırların şiiriyle irtibatından veya girdiği çatışmadan aldığı güçle kaimdir.
Yani İsmet Özel'i İkinci Yeni'den, Garip Şiiri'ni Yahya Kemal'den, Yahya Kemal'i Şeyh Galib'den ve Fuzûlî'den bağımsız değerlendiremeyiz. Değerlendirmeye kalkarsak da doğru bir konuma oturtamayız.
METNİN VE ESERİN ARKA PLANI
Eleştirinizi var eden ve besleyen dinamikler nelerdir?
Eleştiri, metnin ve yazarın kurdu olmayı gerektiriyor. Bu yolda beni en çok besleyen dinamik ise merak ve anlama çabasıydı. Metnin ve eserin arka planında yatan bağlantılar ve bunların resmi adeta yeni bir boyut, yeni bir evren gibi duruyordu karşımda. Bu boyuta, bu evrene dahil olma gayretidir benim çabam.
Kitabınıza aldığınız/dahil ettiğiniz yazıların tümü daha önce farklı edebiyat anlayışı olan dergilerde yayımlandı. Eleştiri alanında/türünde dergilerin yerini nasıl görüyorsunuz?
Dergiler yaşayan edebiyatın mekânı. Kale falan değil tabii bunlar artık. Bir kısmı gecekondu, bir kısmı apartman dairesi. Fakat bu yaşayan edebiyatın ürünlerine farklı ömür süreleri biçmek mümkün. Kimi doğduğu gün ölüyor, kimi kitaplaşamasa da bir şekilde kalıyor, yaşıyor. Demem o ki, dergilerde varolmak bu varoluşun devamını asla garantilemiyor.
Dergiler çeşitlilikleri içinde bir hareketliliğe sahip olsa da bunun olumsuz sonuçları da olabiliyor. Özellikle eleştiri cephesinde daha günlük kaygılarla yazılmış, tanıtım amaçlı ve polemiğe meyyal ürünlere sayfa açıyor çoğu dergi. Ses getirip dikkat çekmenin veya reklam toplayıp dergiye malî imkân sağlamanın bir yolu da bu.
Bir yıl boyunca dergilerde yayınlanan eleştirel metinlerin ciddi bir kısmı ertesi yıl çöp oluyor. Polemik amaçlı metinleri dışarıda tutarsak daha çok dosyalar üstünden yürüyor dergilerde eleştiri. Bu da, sipariş edilerek yazdırılan paket yazıları doğuruyor. Bu yazılarsa sadece dergi sayfalarının boş kalmamasını sağlıyor. Bu açıdan baktığımda çoğu derginin bencilce hareket ettiğini ve yazarlarını manipüle ettiğini söyleyebilirim.
TÜKENEN DERGİLER
Peki, merhum Ramazan Dikmen'in "Çoğalarak Tükenmek" başlıklı yazısı çerçevesinde bugünün dergi dünyası nasıl görülür?
Ramazan Dikmen dergilerimizin çoğaldıkça kan kaybettiğini, bölündüğünü ve tükendiğini ifade ediyordu. Bugüne baktığımızda çoğalmanın hızlanarak devam ettiğini görüyoruz. Fakat bir fark var. O da, günümüzde tükenen, ölen dergilerin de yayınlarını sürdürmeleri. Makyaj yaparak diri gibi görünmeye çalışan cesetlere benziyor bu dergiler, yaklaşıp elinize aldığınızda ise leş kokusu genzinizi yakıyor.
Dergiler kişi merkezli olma durumunu aşabildiler mi?
Dergiler bağlamında, kişi merkezli olmanın alternatifi kadro dergisi olmak gibi görünüyor. Fakat biliyoruz ki kadroyu bir araya getiren ve tutan da yine bir kişi oluyor. Dergicilik geleneğimizde kaydadeğer bir iz bırakan dergilerin tamamı bir usta ve çevresinde halkalanan şairler, yazarlar tarafından çıkartılmıştır. Durum bu şekilde tespit edilince dergilerin kişi merkezli olması da sorun olarak görünmüyor.
ELEŞTİRİ VE DENEME
Eleştirmenlerin başlangıçta şiir, öykü, roman yazmaya koyuldukları, bu türlerde başarı gösteremeyince eleştiriye yöneldikleri kanısı yaygındır. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Öykü ve romanı ayrı değerlendirmek lazım ama yazıyla iştigal eden herkes hayatının bir döneminde illaki şiiri denemiştir. Bunda da şiirin edebiyatın merkezî ve gözde türü olmasının payı büyük. Ben yazmaya düzyazıyla başladım.
Daha sonra çok kısa bir süre şiiri denediğim de oldu. 2000'lerin başında Ali Günvar Yedi İklim'in şiir editörüyken yanlış hatırlamıyorsam iki şiirimi seçip yayınlamıştı. Bu şiirlerden biri Sezai Karakoç için yazılmıştı ve geçen yıl Kültür Bakanlığı'nca yayımlanan Sezai Karakoç kitabına da alınmış. Kitabı ne zaman görsem yüzüm kızarıyor.
Bana kalırsa, eleştirmenin kalem oynatabileceği ikinci tür deneme olabilir. Eleştiriyle denemenin birbirine en yakın türler olduğunu düşünüyorum. Hem birbirlerini beslediklerini söyleyebiliriz.
Eleştirinin hakkını verebilmenin yollarını anlatır mısınız, ustalardan örnekler vererek?
Eleştirinin hakkını vermekten anladığım metnin hakkını vermektir. Buna elbette yazarın hakkı da dahildir. Buradan, eleştirinin bir hak hukuk meselesi olduğu sonucu da çıkarılabilir. Çıkarılmalıdır da. Hakka ve hukuka riayet etmeyen kişi ne kadar engin bir kuramsal birikime sahip olsa da âdil ve yerinde bir eleştiri inşa edemez.
YENİ BİR ELEŞTİRİ AHLAKI
Kültürel dünyanın yeni bir eleştiri ahlâkına ihtiyacının olduğunu belirtiyorsunuz. Değinilen bu gereksinimi biraz ayrıntılı açıklayabilir misiniz? Sizi bu eleştirel tavrın gerekliliği düşüncesine yönelten, birtakım nedensellik veya özel birikimlerden söz edilebilir mi?
Sadece kültürel dünyanın yeni bir eleştiri ahlâkına ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Bu ihtiyaç bugünün insanının temel eksiklerinden biridir. Kişilerarası ilişkilerde de bu eksikliği sık sık görüyoruz. Kültürel bağlama dönersem, bir kere ahlâklı eleştiri kişiden önce esere yönelir.
Eseri anlamlandırıp yorumlamamızı kolaylaştıracak bir unsur olarak yazarın eleştiriye girişini ayrıca ele alabiliriz. Eleştiriyi edebî eserin ömrünü uzatacak, onu dinçleştirecek bir imkân olarak almamız da bu ahlâkın gereğidir. Yeni bir eleştiri ahlâkı fikrinin iyi eleştirmenleri ve metinleri okurken doğduğunu da eklemek lazım.
Günümüzde eleştirmenlik kolay mı? Kimileri eleştiriyi tam zamanlı kalifiye bir okuma ve araştırma faaliyeti olmaktan kolaya mı indirgedi? Eskiden nasıldı?
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bugün eleştiri daha çok tanıtım yazıları ve basın bültenlerine emanet. Bir de polemikler var. Ki, bunların ömrü de sabun köpüğü kadar. Alt başlığı kitap dergisi olan dergiler bile yayınevi ilanlarıyla birlikte gelen kitap tanıtım metinlerini yazı diye yayınlıyor. Böyle bir ortamda eleştiri ve eleştirmen muhatabını arıyor.
Eski dönemlerle mukayese ettiğimizde ise geçmişte en azından reklam ve PR faaliyetlerinin edebiyat ve yayın dünyasını bugünkü kadar etkisi altına almadığını görüyoruz. Bir de bugün en zoru okur kalabilmek. Yazmak ve yayınlatmak bile okur kalabilmek kadar zor değil artık. Eleştirmenliğin ilk şartının iyi okurluk olduğunu hatırlarsak işin zorlaştığını görmek kolaylaşacaktır.
ELEŞTİRİ VE İDEOLOJİ
Necmiye Alpay özelinde eleştirinin politik olandan kolay etkilenen ideolojik olana kolay tav olan duygusal yanından söz ediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Necmiye Alpay, iyi bir dil uzmanı, titiz bir mütercim ve mühim bir eleştirmen. Fakat hepsinden önce, 12 Eylül günlerinde tutuklanmış ve üç yıl Mamak Cezaevi'nde kalmış bir insan. Bunu şunun için söylüyorum:
12 Eylül'ü görmüş, hayatının üç yılını mahpus geçirmiş bir insanın ideoloji ve politika mevzubahis olunca duygusal olması kimseyi şaşırtmamalı. Yaklaşma Çabası'nda, iki Nâzım yazısından başlayarak birçok yazıda yazarın ve eserin siyasal etkiler açısından ele alındığını görüyoruz. Fakat beni bu yargıya götüren asıl durum, Alpay'ın Cezmi Ersöz'ü biraz abartarak benzersiz bir yazar konumuna yerleştirmesiydi.
Felsefî şiirle ideoloji ve dünyagörüşü şiiri ayrımı yapan, ideoloji ve dünya görüşüne karşı felsefî şiir poetikasını savunan Yücel Kayıran bu ayrımında tutarlı bir seyir izliyor mu? Sözgelimi sadece Denizlerin İdamı konusunda yazdıklarını merkeze almak bile onu kolaylıkla eleştirdiği ideoloji meselesinin toprağına çekmiyor mu?
Haklısınız, o yazıda Yücel Kayıran Denizlerin idamının Türk şiirine etkisini mercek altına yatırır ve özellikle toplumcu gerçekçi şiiri başarısızlıkla suçlar. Başarısızlığın nedeni ise Kayıran'ın ifadesiyle bu şiirin Denizlerin idamını Türk şiiri içine koyarak yazmayı başaramamasıdır. Öte yandan bahsi geçen bu yazının felsefî şiir poetikasıyla irtibatı da ayrıca tartışılacak bir konudur.
AKİF VE KARAKOÇ
Sezai Karakoç'un İkinci Yeni adıyla bilinen şiir akımını Yeni Gerçekçi Şiir olarak tanımlamasının / anmasının sebebi nedir?
Sezai Karakoç, İkinci Yeni'ye dair ilk yazılarını 1957-1960 yıllarında Pazar Postası ve Diriliş'te yazar. Bu yazılarda Garip Şiiri "Gerçekçi (Realist) Akım", İkinci Yeni ise "Yeni Gerçekçi (Neorealist) Şiir" olarak adlandırılır. Karakoç'a göre İkinci Yeni'nin temel iddiası gerçekliğin yeniden kurulması yönündedir.
Ona göre İkinci Yeni bu şiirin "vaftiz adı"dır. Cemal Süreya'nın Üvercinka şiirinde tramvayın "Laleli'den dünyaya doğru" gitmesi Karakoç'a göre yeni bir gerçeklik yaratmaktadır. Bu yüzden Yeni Gerçekçi Şiir der bu şiir hareketine.
Akif'in mektuplarına odaklanan yazının "Akif'te buluşmak" fikrine de değinen bir yanı var. Bu yıl Mehmet Akif yılıydı. Akif hakkında yazılan yazılarda, yapılan etkinliklerde onun büyük şairliğine vurgu yapıldı.
Öte yandan Akif'in gerek döneminde gerekse sonraki kuşaklar üzerinde şiir bakımından bir etkisinin olmamasından dolayı Akif hakkında büyük şair odaklı olarak yapılan değerlendirmelerin onun samimiyetine vurgu yapan bir yanının olduğu da dile getiriliyor. Bu çerçevede Akif'in şiiri hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Kurtuluş Savaşı bu millet için ne anlama geliyorsa Mehmet Akif'in şiiri de o anlama geliyor. Türk milletini onun kadar kucaklayan ve aynı şekilde milletin sevgi ve ilgisine de onun kadar mazhar olan ikinci bir şair var mı acaba? Ondan önceki şairlerden de Yunus Emre bunu başarmıştır. Yine Türk şiirine toplumsal meselelerin ve milletin girişi de Akif sayesinde gerçekleşmiştir. Bu yüzden Akif ve şiiri önemini muhafaza etmeye devam etmektedir.
Son yıllarda yazılan Türkçe şiirde Akif etkisinden söz edilebilir mi?
Spesifik olarak şiirler ve şairler üstünde Akif'in somut bir etkisini tespit etmeye çalışmak ne kolay ne de doğru. Zaten Akif'in poetik mirası da bu tarz somut bir etkiden çok duyarlılık ve yaklaşım açısından devam edecek bir öz sunuyor Türk şiirine. Bu öz millete ve meselelerine yabancı olmamayı öncelemektir.
TANPINAR'IN KARAKTERİ
Tanpınar'ın günlüklerini nasıl karşıladınız?
Tanpınar'ın günlüklerinin yayınlanması 2000 sonrasının en önemli kültür hadiselerinden biridir. Mektuplarıyla birlikte en kapsamlı Tanpınar fotoğrafını günlükler sunuyor. Bu fotoğraf hem uzun bir zaman diliminde pozlanmış hem de geniş açılı bir lensle çekilmiş.
Tanpınar'ın karakteri, sıkıntıları, tereddütleri, dengesizliği, eserlerinin arka planı, dost çevresi vb ne ararsanız bu fotoğrafta bulmak mümkün. Hiçbir biyografik çalışma bu denli zengin bir malzeme sunamaz Tanpınar'a dair.
Günlüklerin hemen herkesi hayal kırıklığına uğratışını eleştiren Nurdan Gürbilek'in yaklaşımı hakkında ne söylersiniz?
Bu konuda Nurdan Gürbilek'e katılmamak elde değil. Gürbilek Tanpınar'ın günlüklerde yansıyan halini "büyük tıkanma" olarak tespit edip bu tıkanmanın nedenlerine, dinamiklerine kafa yorulmasını tavsiye ediyordu. Zaten Tanpınar da günlüklerinde bunu soruyordu kendine. "Neden bir yerde tıkandım kaldım?" diyordu. Nurdan Gürbilek'in yaklaşımını bir Tanpınar savunusu değil anlama gayreti olarak görüyorum ben. Eleştirmenin vazifesi de bundan başkası olamaz.
Peki, günlüklerin yayımlanma biçimi hakkında Enis Batur'un eleştirilerinde haklı bulduğunuz yönler var mı?
Enis Batur kitabın editoryal zayıflıklarına getirdiği eleştirilerin neredeyse tamamında haklı. Ben de yazıda birkaç örnek vererek bu titizlik eksikliğine işaret etmeye çalışmıştım. Fakat kusurları sayıp dökmenin marifet olduğuna inanmadığım için kısa kesmiştim o faslı. Günlüklerin ilerleyen baskılarda daha düzgün bir edisyona kavuşmasını temenni ediyorum.
GÖZLERİ KÖR EDEN NOSTALJİ
Edebiyat dergisini değerlendirirken çok tartışmalı ama aynı zamanda farklı siyasal içerimleri de bulunan yerli edebiyat kavramından hareket etmek 'sıkıntılı' değil mi?
Edebiyat dergisi en büyük savaşımını yabancılaşmaya karşı vermiştir. Bunu da yerli bir edebiyattan yana konum alarak yapmıştır. Hâl böyleyken dergiyi yerli edebiyat cephesinde anmakta bir beis göremiyorum. Yerlilik başka bağlamlarda muğlak ve sıkıntılı bir kavram olabilir. Ama Edebiyat dergisinin duruşuna ve tavrına bakıldığında kastedilen netleşmektedir.
İtalyan Türkolog Anna Masala'nın 1984'te Nuri Pakdil'e yazmış olduğu mektupta "insanlar sizi iki bin yılından sonra anlayacak" dediğini aktarıyorsunuz. İki binli yıllarda Nuri Pakdil'e dönük ilginin bir yanıyla geçmişe sığınan ama geçmişin duyarlıklarını bugüne taşımaya çalışmayan nostalji duygusuna hapsedildiğini düşünüyorum. Sizce iki binli yıllarda edebiyat/düşünce dünyasında nasıl bir Pakdil algısı var?
Suskunluk döneminde yükselişe geçen Nuri Pakdil miti 2000'lerden sonra yeniden harekete geçti. Pakdil etrafındaki hâle etkisi son on yılda daha da gözleri kör eden bir hale geldi.
Üstelik yeniden basılan kitaplarına ve Edebiyat dergisinin tıpkıbasımının yapılmasına rağmen böyle oldu bu. Çok boyutlu bir eylemci yazar olmasına rağmen yalnızca yüzeysel bir boyutuyla ve sloganik ifadeleriyle tanınıyor artık Nuri Pakdil. Çünkü, hayran sayısı arttıkça okurları azalıyor.
Hayranları ise anlamak ve kavramak değil sadece kutsamak ve mitleştirmek istiyor. Pakdil'e dair yazanların bile onu yeterince okumadığını düşünüyorum. Sorunuzun başına dönersem, Anna Masala'nın fazla iyimser bir tahminde bulunduğunu söyleyebilirim.
Rasim Özdenören ve Mustafa Kutlu kitapları hakkındaki yazılar da dikkat çekiyor kitabınızda Her iki yazarın son öykü/hikâye kitapları arasında biçimsel benzerlikler kurulabilir mi?
Biçimsel açıdan bakıldığında ikisinin de kısa öykü olması bir benzerlik gibi görünüyor. Fakat teknik açısından Rasim Özdenören sürekli deneycilikten yana duran bir modern öykücü. Mustafa Kutlu ise işin teknik kısmında deneyler yapıp yeni formlar geliştirmenin peşinde değil.
Onun kendine has bir teknik meczi var. Ve bu teknik daha çok klasik anlatıya, geleneksel hikâyelere yaslanıyor. İki kitap arasındaki bir diğer biçimsel benzerlik de, yazarlarının eski kitaplarındaki kimi hikâyelere dönüşler yapılmasıdır.
Özdenören Hastalar ve Işıklar'da yer alan birkaç kısa öyküyü kırk sene sonra İmkânsız Öyküler'e alırken Kutlu da Hayat Güzeldir'e daha önce Arkakapak Yazıları'nda ve Huzursuz Bacak'ta yer alan iki hikâyesini ilave etmiştir.
Tabii bir de Kutlu'nun Hayat Güzeldir'le uzun hikâyeden kısa hikâyeye dönmesi bu iki ustayı ortak bir noktada buluşturmuştur.
KİTAPLA İLGİLİ SİPARİŞ ŞARTLARI VE TEKNİK AYRINTILAR İÇİN TIKLAYINIZ!!!