Ahmet Ümit'in Kavim'i ne anlatıyor?

Nemrut'un mekân olduğu bir roman geldi Ahmet Ümit'ten: 'Kavim'. Bir Ahmet Ümit klasiği aslında bu roman. Geçmişle günümüzün iç içe geçtiği bir yapısı var romanın. Buna bir de akıcı dili eklediğinizde, keyifle okunan bir eser çıkıyor ortaya!

Ahmet Ümit'in Kavim'i ne anlatıyor?
Ahmet Ümit'in Kavim'i ne anlatıyor?
GİRİŞ 24.03.2006 15:23 GÜNCELLEME 24.03.2006 15:23

'Bu topraklardaki kültürel zenginliğin farkına varılmasını istedim'



 Polisiye mi? O her zamanki yerinde, asal merkezde durup, olayları örüyor! Ahmet Ümit, bu romanında daha çok, sahip olduğumuz kültürel değerleri bize hatırlatmak istiyor! Süryaniler, Arap Yahudileri, Kürtlerin kahraman olduğu bu roman için Ümit'in söylediği şu söz özetliyor romanı bir bakıma: 'Oysa bu ülkeyi sevmek, bu ülkeyi tarihiyle, içinde yaşayan farklı kavimlerle, farklı halklarla, farklı kültürlerle sevmek demektir.' Ahmet Ümit'le bu romanını konuştuk.





Erdem ÖZTOP


-Sevgili Ahmet Ümit, söyleşimize şöyle başlamak istiyorum, 9 Mart 2006'daki Cumhuriyet Kitap'ta Selçuk Altun'un notlarından birini aktarayım size; P.D. James şöyle der: 'Polisiye öyküler katilin değil düzenin sağlanmasının peşindedir.' Nasıl bir yorum getirirsiniz, James'in bu sözüne?



- 1929 Amerika'daki büyük bunalımdan sonraki dönem için geçerli olabilecek bir söz bu. Yahut, klasik polisiye dönemi için geçerli olacak bir söz. Çünkü polisiye roman aslında Poe'nun yazdığı Mor Sokağı Cinayeti ile başladı diyoruz ama değil; polisiye roman Tevrat'la birlikte başlamıştır. Tevrat'ta Habil-Kabil cinayeti ile başlamıştır. Dolayısıyla polisiye romanı böyle klişelere indirgemek doğru değildir. Polisiyenin çeşitli dönemlerinde böyle önermeler sunulabilir. Hatta bir ara Amerikalılar, polisiye roman yazmanın 10 kuralı gibi şeyler de ortaya attılar, bunlar aslında, polisiye romanın küçük görüldüğü, aynı zamanda polisiye romanın kavranmadığı döneme ait sözler ve tanımlardır. Bence polisiye roman tam tersine, suçu anlattığı için, sistemi çok iyi bir şekilde eleştirebilen, olanaklara sahip olan bir türdür. Belki de edebiyat türleri içinde en fazla sistemi eleştirmeye yatkın olan türdür. Çünkü suçu anlatır. Suçu incelediğimizde, bireyle toplum arasındaki çatışmayı görürüz. Bütün yazarlar muhalif ve aykırı olmak durumundadır, sadece politik aykırılık söz konusu değil tabii, aynı zamanda gündelik hayata karşı da aykırı bir tavır takınmak gerekir. Yazar suçu tanımlarken, öyle bir noktadan bakabilir ki, bu tümüyle devrimci bir bakış açısı olabilir. Çünkü suç belirsiz olan bir şeydir.



Konuyu biraz güncellersek, bakınız Kenan Evren çıkıyor, hâlâ diyor ki, 'ben bu ülkede darbe yaptım, yine yaparım.' Asıl suç bu şekilde işleniyor. Bu sözü ABD'de, Fransa'da, Yunanistan'da söyleseler adamı hapse atarlar. Fakat biz atamıyoruz işte! Ama 20 sene sonra belki de 'bu adam suçluydu, çünkü anayasayı silah zoruyla ortadan kaldırdı,' diyebileceğiz. Suç böyle belirsiz bir şey. O nedenle, suçu ele alan polisiye roman yazarları, çok sağlam/aykırı/muhalif metinler üretebilirler ki, Latin Amerika'da, Fransa'da, İspanya'da böyle yazarların olduğunu biliyoruz. Hatta son dönemde biliyorsun, Meksika'da Zapatista lideri Subcomandante Marcos, ünlü polisiyeci Taibo II ile ortaklaşa Huzursuz Ölüler (Agora Kitaplığı, 2006) diye bir roman yazdılar.


ORTAK BAŞLIK


- Taibo II'nin romanları genelde, siyasi polisiye alt başlığı altında yayımlandı, oysa siz siyasi polisiye türde yazsanız da bunu alt başlıklara bölmeden direkt polisiye ortak başlığında sunuyorsunuz okura... - Benim için fark eden hiçbir şey yok, ama bakınız Gülün Adı'na, o da siyasi bir kitap, aynı zamanda da felsefi. Keza, Suç ve Ceza; o da politik, diğer taraftan da felsefi bir metin. Ben de metinlerimi sınırlamıyorum. Birtakım insanlar, polisiye roman revaçta olunca, çıkıp konuşuyorlar, alıntılar yapıyorlar. Bunlar polisiye romana dair derin açıklamalar değil. Bu türden açıklamalar körlerin fili tarifine benziyor.- Peki öyleyse, yeni romanınız için kullanılan, 'cinayetle gerçekleşen adalet, adalet değildir' sözünü nereye koyalım?



- Hem insanlık tarihi boyunca, hem de günümüzde çok yaygın olarak görüyoruz bunu. Normal burjuva demokrasilerinde insanlar kendi haklarını hukuk yoluyla devlete teslim ederler. Devlet de bizim haklarımızı korur. Ama Türkiye'de bu söz konusu değil! Bunun yerine artık insanlar mafya ve birtakım silahlı gruplara haklarını devrediyorlar. Hatta kendileri silahlanarak bu haklarını bizzat kendileri savunmaya başlıyorlar. Son günlerde neredeyse her ilde yapılan çete oparasyonları bu söylediklerimi çok iyi anlatıyor. Ama sadece gündelik yaşamda değil, aynı zamanda televizyon dizilerinde de, örneğin Kurtlar Vadisi'nde insanlar kendi adaletlerini kendileri, cinayetle gerçekleştiriyorlar. Bu anlayış ne yazık ki Türkiye'de adeta meşru bir anlayış haline geldi. Bunun altına baktığınız zaman da hukuksuzluğu görünsünüz. Ama bazı insanlar için hukukun hiçbir önemi yoktur. Onlar için kendi milliyetçi düşünceleri önemlidir. Milliyetçi olmak onlara her türlü saldırganlığı, barbarlığı yapma hakkını veriyor. 'Ben Türk'üm, diğerleri benden değil, onları yok edebilirim, çünkü onlar da bizi öldürmek istiyorlar'a kadar uzanabilen bir mantık var burada. Oysa bu anlayış, ülkenin çok çeşitli, çok farklı kültürel yapısıyla çelişmektedir. Biz bu topraklarda yaşayan insanlar Türküz, İslam dinini seçmiş olabiliriz ama öteki kültürleri görmezden geldiğimizde, inkâr ettiğimizde yalıtlanmaya mahkûmuz. Sadece böyle baktığımızda biz, evrensel/insani bireyler olmaktan çok uzağa düşeriz. Çünkü bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti'nden önce Osmanlı İmparatorluğu var, ondan da önce Roma İmparatorluğu, Hititler, Frigyalılar var... Dolayısıyla biz bütün bunların mirasçısıyız. Ama aynı zamanda Türküz, Müslümanız; bununla da gurur duyuyoruz. Nasıl bir İngiliz, İngiliz olmaktan gurur duyuyorsa, ben de Türk olmaktan gurur duyuyorum elbette. Babam inanmış bir Müslümandı. Ona en az Hıristiyanlar, en az Budistler, en az Yahudiler kadar saygı duyuyorum, çünkü o dinlerden bir tanesi de İslamiyet. İşte böyle bir bakış açısı geliştirmemiz gerekiyor. Evet ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, ama aynı zamanda Osmanlıyım, aynı zamanda Doğu Romalıyım, Hititliyim, Frigyalıyım... Çünkü onların kullandığı kültürü bugün hâlâ kullanıyorum, Anadolu'da onların gelenekleri hâlâ devam ediyor.



Dinler birdenbire ortaya çıkmadı; Hıristiyanlık'taki kutsal üçleme aslında Hititler'de var; Baba Tanrı (Teşup), Ana Tanrıça (Hepat), Oğul Tanrı (Şaruma). Günah çıkartma da Hititler'de vardır. Hititler'in kullandığı teknikleri bugün hâlâ kullanıyoruz. Hititler'in bulduğu sazı hâlâ çalıyoruz. Şu anda Osmanlı Sarayı dediğimiz Topkapı Sarayı, Doğu Roma Sarayı üzerinde oturuyor. Bir zamanlar bu topraklarda Apollon Işığın Tanrısı'ydı, bugün Ayasofya'ya girdiğinizde İsa'nın elindeki İncil'in üzerinde 'Ben dünyanın ışığıyım' yazıyor... Yeni, eskinin içinde gelişiyor, kültürler birbirini devam ettiriyor. Bu muhteşem bir kültürel zenginlik. Niye reddediyoruz bunu? Türk, Ermeni, Kürt, Rum, Çerkez, Laz hep beraber yaşıyoruz. Bu bir zenginliktir, bundan korkacak bir şey yok! Bundan korktuğun zaman öldürmeye başlıyoruz, cinayet işlemeye başlıyoruz. Bunun alternatifi ise ayrılıkçı terorizm oluyor. Kürt milliyetçisi de çıkıp, 'ben de öldürürüm' diyor. Çözümsüzlük böyle başlıyor. Bu cinayetler hiçbir şekilde adaleti sağlamıyor. 'Cinayetle gerçekleşen adalet, adalet değildir' sözünün işte böylesi bir derinliği var.



- Peki o zaman, son dönemdeki hararetli gündemi eleştirmek adına 'bütünlük' mesajı veren bir roman çıktı ortaya...



- Sadece bugünü eleştirmek için değil! Ben Antepliyim, İstanbul'a okumaya geldim ve her yıl Antep'e giderim. Antep'te bizim Dülük Baba dediğimiz bir yer vardır. Orada mağara döneminin, Taş Devri'nin izleri var. Ondan sonra aşama aşama gelişmiş tüm uygarlıkları görüyoruz ve şu anda da orada günümüz insanlarının yaşadığı bir köy var. O köyü gördüğüm zaman, ne kadar zengin bir kültürün üzerinde yaşadığımızı fark ettim. Ama pek çok insan bu zengin kültürün farkında değil! Almanya'ya okumalara gittiğim zamanlarda Duisburg'da belediye başkanlığından yetkili bir kişi yanıma gelip, 'Bana Antep'i anlatır mısınız' dedi (Duisburg'la Antep kardeş şehir ilan edilmiş). Antep'teki tarihi zenginliği öğrenince, adamcağızın ağzı açık kaldı. Evrensel olmak için illa Avrupalı olmaya gerek yok, evrensel olmanın potansiyeli Anadolu'da zaten var. Yeter ki biz görmesini bilelim, yeter ki tarihi okumasını öğrenelim, yeter ki ulusal ve dinsel sekterlikten uzak durabilelim. Bu toprakların tarihine nesnel bakabilelim. Osmanlı olalım, Doğu Romalı olalım, Hitit olalım... Bunu başardığımız zaman, evrensel de oluruz. Benim 'Kavim'i yazmamın nedeni biraz da budur. Tabii bu temayı, bir cinayet kurgusu içinde anlatıyorum. Çünkü böyle yazmaktan hoşlanıyorum. Öyle sözcük oyunlarına filan girmiyorum, edebi-dilsel taklalar atmıyorum. Benim bir hikâyem var, ona en uygun dili bulup, o yalınlıkta anlatmaya çalışıyorum.


ÖNYARGININ NEDENLERİ


- Son dönemde şöyle bir eleştiri gündeme gelir oldu. Birer yıl arayla nasıl romanlar yazılıyor, malzeme nasıl bu kadar sürede toplanıyor? Bu kategoriye giren bir yazar olarak ne dersiniz?



- 'Kavim'i iki yılda yazdığımı belirteyim ilk olarak. Ama iyi bir kitap yazmak için 5 yıl/10 yıl gerekir gibi bir mantığı ben kabul etmiyorum, anlayabilmiş de değilim. Dashiell Hammett 'Sırça Anahtarı' adlı eserini 30 saatte yazmıştır ama bir başyapıttır. Ama adam bir romanı oturmuş on yılda tamamlamış, çöptür. Bunlar bence önyargıdan kaynaklanıyor. Bu önyargının haklı nedenleri de var. Çok satan yazarlara karşı baştan bir önyargı taşıyorlar. Yani çok satıyorsa, bu kötüdür deniyor artık. Bunu da anlamak mümkün. Çünkü, pek çok iyi yazar az satıyor. Okurla buluşamıyor. Gerçekten kaliteli ve değerli bir metin, ama o üslup geniş okuru yakalayamıyor. Ama iyi bir metin de geniş okuru yakalayabilir ki bu da kötü bir şey değil! Çok satan kitaplara baktığınız zaman gerçekten de bunların içindeki iyi metin sayısı daha azdır. Ama çok satıyorsa iyi değildir türünden bir önerme de doğru değildir. - En son bana göre Kukla'da derin devlet üzerine yoğunlaşmıştınız, aradaki Beyoğlu Rapsodisi, Aşk Köpekliktir'i atladıktan sonra, şimdi Kavim'de de bir anlamda tekrar aynı konuya dönüyorsunuz...



- Burada ana tema derin devlet değil. Kavim, Kukla'dan oldukça farklı bir kitap. Az önce söyledim, kimileri Türkiye'de sadece bir tek halktan, bir tek kavimden, bir tek kültürden söz ediyorlar. Bu kültürün dışındaki her kültüre kuşkuyla bakıyorlar. Farklı kavimlerin kültürleri söz konusu olunca, ülkenin bölüneceğinden söz ediyorlar. Ya sev ya terk et diyorlar. Oysa bu ülkeyi sevmek, bu ülkeyi tarihiyle, içinde yaşayan farklı kavimlerle, farklı halklarla, farklı kültürlerle sevmek demektir. Bu yeni romanımda, 'Kukla'dan farklı olarak bu yanlış zihniyetin kültür eleştirisini yaptığımı söyleyebilirim, bir anlayışın eleştirisini. Kavim' de Hıristiyanlığın Anadolu'daki kökenleri var, Arap Aleviliği var, Rumlar var...



- Peki ya Süryaniler? Onlar da dolayısıyla bu çokkültürün içinden çıktılar, değil mi?- Tabii. Anadolu, inanılmaz bir zenginlik taşıyor. Süryaniler de Anadolu kültürünü zenginleştiren halklardan biri. Süryaniler, Aram dilini kullanıyorlar. Kendilerini Nuh Peygamber'in torunları olarak görüyorlar. Nuh Peygamber'in torunu Aram'ın soyundan olduklarını söylüyorlar. Bu soyun içinden Hıristiyanlığı seçenlere Süryani deniyor. Uzun süreden beri Anadolu'da yaşamışlar. Hâlâ Antep'te olsun, Antakya'da, Mardin'de, Diyarbakır gibi illerde çok az da olsa varlıklarını sürdürüyorlar. Farklı bir halk. Ne Rumlara benziyorlar, ne Ermenilere, ne de Kürtlere... Tanırsanız çok seveceğiniz insanlar. Anadolu'nun öteki halkları gibi çok çalışkan, alçakgönüllü insanlar. Türkiye için çok önemli renklerden bir tanesi Süryaniler. Ben biraz da bu kaybolmakta/yok olmakta olan bu halkı da en azından kayda geçirmek istedim, tıpkı Beyoğlu Rapsodisi'nde kaybolmakta olan Beyoğlu'nu kayda geçirdiğim gibi....- Ve yine İstanbul ana mekân olarak karşımıza çıkıyor. Belki kitaptaki şu cümleyi, bunun sebebi olarak açıklayabilir miyiz: 'Bu şehirde işimiz hiçbir zaman bitmez.'?



- Evet.



- O ağır ağabeyimiz, başkomiserimiz Nevzat ise tekrar can buluyor bu romanda! Yoksa, emeklilik dönemiyle mi buluşacak bu romandan sonra?



- Nevzat'ın baş karakter olduğu, aldığı iki hikâyemi dizi film yaptık geçen dönem. Gerek izleyiciler, gerek yönetmenler, gerekse de Nevzat'ı canlandıran aktörler bana hep Nevzat'ı sordular. Bu karakteri ayrıntılı olarak anlatmam gerekiyordu. Bu yüzden Nevzat'ı seçtim. Peki, Nevzat tipinde bir polis olabilir mi? Çok az sayıda da olsa bence olabilir. Nevzat'ı kafamda canlandırırken, 12 Eylül öncesi öldürülen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul aklıma geldi. Adalete inanan, çok iyi bir adamdı. Karanlık güçler tarafından vuruldu. Bir de Nevzat karakterini yaratırken, çok sevdiğim 'Seven' (Yedi) filmi beni etkilemiştir. Orada oynayan Morgan Freeman'ın oynadığı dedektif rolü beni çok etkilemiştir. Artık suçla baş edemeyeceğini bilen ama elinden de başka bir iş gelmeyen polis! Dikkat ederseniz Nevzat, klasik polisiyenin tersine, tek başına çözmüyor olayları. Ali ve Zeynep yardımcı oluyor ona; kolektif bir biçimde çözüyorlar. Aynı zamanda Nevzat'a şunu da ekledim, cinayet masasının başında ama kendi karısının ve kızının katillerini bulamamış biri. Yani süper bir kahraman değil.



- Herkes Nevzat'ı merak ededursun, ben de ,bu romandaki Evgenia'yı merak eder oldum, kim bu Evgenia, bir yan motif belki de...



- Evgenia'yı yaratmamın nedeni çok açık, söyleşi boyu konuştuğumuz, o mozaikle ilgili. Kadın kahramanımı Rum olarak seçme sebebim bu. Çünkü ben Rumları tanıyorum, muhteşem insanlar, en az Türkler, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler kadar bu ülkede yaşamayı hak eden insanlar. Ama çoğu bu ülkeden gittiler. Bize de onların laneti kaldı. Ne demek istediğimi anlamlak için İstanbul'a şöyle bir bakın yeter. Yunanistan'a giden İstanbullu Rumlar çok mutsuz oldular. Çünkü onlar hiçbir zaman Yunanistanlı olamadılar. Gözleri hep geride kaldı. Böyle bir karakter yaratarak, onların acısını ve bizim kayıplarımızı da anlatmak gerekiyordu. Ben ülkemi seviyorum. Çünkü ülkem çok renkli, çok çeşitli kültürlere sahip. Günümüz uygarlığını yaratan kültürlerin temelini atan uygarlıklar bu topraklarda yaşamış. Benim ülkem, bu kültürlerle, bu insanlarla güzel. Tek sesli, tek renkli bir ülke nasıl güzel olabilir? Bu anlayış benim öteki romanlarımda da var. Patasana'da Hititleri anlatma sebebim de buydu. Bir sonraki romanımda, yine Hititler olacak, orada da yine bu büyük halkı yazmak istiyorum. Kadeş Savaşı temelinde Hititlerin yaşamını anlatacağım. Bir tür epik roman olacak. Sonra, Komegena Krallığı var sırada. Ama oradaki hikâye günümüzle bağlantılı olacak. İnsanların bunları bilmesini istiyorum. Osmanlı'dan öteye gidemiyoruz ne yazık ki. Oysa bu toprağın kültürü çok zengin. İnsanlar kültürsüz olsa da bu topraklar çok zengin, çok derin bir kültürü taşıyor bağrında.


EVRENSELLİĞİN KÖKENLERİ


- Herkesin dilinde Avrupa!.. Oysa bu toprakların tarihine, derinliğine baksalar, Avrupa'da aradıkları evrenselliğin kökenlerini bulacaklar. Halbuki...



- Çok haklısın! Burası üç bin yıl önce NewYork'tu bir anlamda. Mezopotamya dünyanın merkeziydi. Akadça konuşuluyordu. Uluslararası bir dildi Akadça! Uygarlık burada büyüyordu, buradan Antik Yunan'a geçti, sonra Ortaçağ ardından Rönesans. Ama önce Sümerler, Mısır, Anadolu uygarlıkları. Bunu biz bilmiyoruz, Batılılar ise unutturmak istiyor. Ama unutmayacağız, unutturmayacağız da.



- Son soru olsun; biliyorsunuz, diğer iki romanınız, Kukla ve Beyoğlu Rapsodisi'nde ben yemek kültürü üzerinde yoğunlaşmanız üzerinde durmuştum, Kavim'de de bu kez müzik kültürü ağır basıyor...



- Ee, Nevzat'a da bu yakışır. Alaturka bir İstanbullu. Balat'ta oturuyor. Osmanlı mutfağına düşkün. Tabii Türk sanat müziği dinleyecek. Ayrıca ben de Türk sanat müziğine bayılıyorum. Müzeyyen Senar'a hastayım. Bir de Nevzat'ın müptelası olduğu (ki benim de) rakıya çok yakışıyor Türk sanat musikisi. Bir gün inanıyorum ki, genç nesil de bu müzikten hoşlanacak. Çünkü çoğu şarkının güftesi şiir gibi. 'Şarkılar seni söyler/dillerde name adın/aşk gibi/sevda gibi huysuz ve tatlı kadın' Gün geçtikçe daha bir güzelleşiyor bu şarkılar. Tıpkı ülkemin saklı kalmış kültürel hazineleri gibi...



Kavim


Ahmet Ümit 


Doğan Kitap 


 


384 s


(Cumhuriyet Kitap)

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Bu arabaları sakın satın almayın! Dikkat! ocağınıza incir ağacı dikebilir...
İstanbul'un fethinin 572. yıl dönümü