Avrupa’nın Filistin meselesinde dönüşen tavrı

GÜVENSAM Genel Koordinatörü Cihad İslam Yılmaz AB'nin ABD’ye rağmen kendi diplomatik reflekslerini geliştirmesi ve stratejik özerklik söylemini giderek daha yüksek sesle dillendirmesini yazdı.

Avrupa’nın Filistin meselesinde dönüşen tavrı
Avrupa’nın Filistin meselesinde dönüşen tavrı
GİRİŞ 05.06.2025 09:55 GÜNCELLEME 05.06.2025 09:55

Cihad İslam Yılmaz'ın "Avrupa’nın Filistin meselesinde dönüşen tavrı" başlıklı yazısı şu şekilde;

Filistin soykırımı, yalnızca Ortadoğu’nun değil, modern uluslararası ilişkilerin en sancılı, en katmanlı ve en sembolik krizlerinden biri olarak 20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze uzanan bir süreklilik arz etmektedir. Bu çatışmanın kökeni, yalnızca toprak ihtilaflarına değil, aynı zamanda tarihsel travmaların, uluslararası hukuk ihlallerinin, etnik milliyetçiliğin ve sömürgeci mirasın iç içe geçtiği derin yapısal sorunlara dayanmaktadır.
1948 yılında İsrail devletinin kurulmasıyla başlayan süreç, yüz binlerce Filistinlinin zorla yerinden edilmesiyle (Nakba) birlikte, yalnızca bir devletin doğuşunu değil, aynı zamanda bir halkın sistematik olarak yurtsuzlaştırılmasını da simgelemiştir. Bu tarihsel kırılma, bölgesel savaşların, kitlesel göçlerin ve uzun soluklu bir direnişin başlangıcı olmuştur. 1967 Altı Gün Savaşı sonrasında İsrail’in Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’yi işgal etmesiyle birlikte, uluslararası toplumun “geçici” olarak nitelendirdiği işgal rejimi kalıcı bir sömürgeleştirme sistemine dönüşmüş; yerleşim politikaları, demografik mühendislik ve kaynakların tek taraflı tahsisiyle desteklenmiştir.

AB'deki 27 ülke desteğini resmen ilan etti! Filistin-İsrail kararıAB'deki 27 ülke desteğini resmen ilan etti! Filistin-İsrail kararı

Avrupa ülkeleri bu süreçte uzun yıllar boyunca, özellikle Soğuk Savaş döneminde, İsrail’e karşı eleştirel bir pozisyondan uzak durmuş, çoğunlukla Amerika Birleşik Devletleri’nin belirlediği siyasal hat üzerinden pasif bir diplomatik tutum benimsemiştir. Batı Avrupa’nın kolektif hafızasında Holokost’un yarattığı suçluluk duygusu, İsrail’e karşı eleştirinin “meşruiyet sınırlarını” daraltmış; bu durum, Filistinlilere yönelik sistematik hak ihlallerinin sessizce tolere edilmesine zemin hazırlamıştır.

Ancak zamanla, özellikle 1980'lerden itibaren Avrupa kamuoylarında yükselen insani duyarlılık ve hak temelli dış politika anlayışı, bu geleneksel dengeyi sorgulayan bir çizgi doğurmaya başlamıştır. 1980 tarihli Venedik Deklarasyonu, Avrupa Topluluğu’nun (bugünkü AB) Filistin halkının meşru haklarını tanıdığı ilk resmi belge olarak kayda geçmiştir. Bu belge, her ne kadar somut politik yaptırımlar içermese de, Avrupa'nın Filistin sorununa yaklaşımında sembolik bir kırılmayı ifade etmektedir.

21.yüzyıla gelindiğinde ise, İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri saldırıları – özellikle 2008, 2014 ve 2023 sonrası süreçler – Avrupa kamuoyunun ve kurumlarının tepkisini giderek daha görünür kılmıştır. Ancak bu tepkiler çoğunlukla söylem düzeyinde kalmış; siyasi yaptırımlar ya da somut dış politika değişiklikleriyle desteklenmemiştir. Avrupa’nın tarihsel tutumundaki bu çekingenlik, İsrail’in uluslararası hukuka aykırı uygulamalarının sürdürülmesine zımni bir rıza üretmiş, Filistin halkı açısından ise adalet duygusunun aşındığı bir uluslararası düzlem yaratmıştır.

Bugün gelinen noktada, Gazze’de yaşanan büyük ölçekli insani yıkım ve sivillere yönelik kitlesel saldırılar, bu tarihsel suskunluk geleneğinin sınırlarına ulaşmasını sağlamış görünmektedir. Özellikle 2025 yılı itibarıyla bazı Avrupa devletlerinin Filistin’i tanıma yönünde attığı somut adımlar, bu uzun tarihsel sürecin içinden filizlenen bir dönüşüm ihtimalini gündeme getirmektedir. Ancak bu dönüşümün kalıcı ve yapısal olup olmayacağı, Avrupa’nın kendi tarihsel bagajı ve jeopolitik sorumluluklarıyla nasıl yüzleşeceğine bağlıdır.

AKSA TUFANI: YENİ BİR EŞİK

Gazze Şeridi’nde 2023 sonbaharında başlayan ve günümüze dek süregelen yoğun askeri saldırılar, İsrail-Filistin çatışmasının yalnızca bir bölgesel mesele olmadığını; aynı zamanda küresel ahlak, hukuk ve siyaset düzenine dair köklü sorular ürettiğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bu kriz, yalnızca ölümlerle değil; insani yardımın engellenmesi, sağlık altyapısının kasıtlı olarak hedef alınması ve sivillerin zorla göç ettirilmesi gibi uygulamalarla bir “insanlık suçu mimarisi”ne dönüşmüştür. Uluslararası kamuoyu açısından bu dönem, İsrail'in sadece askeri değil, aynı zamanda yapısal ve sistematik bir yıkım politikası izlediği yönündeki kanaatlerin keskinleştiği bir eşiktir.
Hastaneler, okullar, sivil barınaklar ve Birleşmiş Milletler'e ait tesisler dahi doğrudan bombalanmış; yüz binlerce sivil ya öldürülmüş ya da zorla yerinden edilmiştir. Gazze’de yaşanan bu insani trajedi, medya çağının bütün çarpıcılığıyla dünyaya yansımış; özellikle sosyal medya, sivillerin yaşadığı gerçekliği engellenemez bir tanıklık aracı hâline getirmiştir.

Bu dönemde İsrail’in kullandığı dil ve strateji, yalnızca klasik bir güvenlik refleksi olarak açıklanamaz. Aksine, Filistin toplumunu “kolektif bir tehdit” olarak kodlayan, her yaş ve cinsiyetten bireyi potansiyel düşman sayan bir anlayışın kurumsallaştığına işaret eder. Bu durum, özellikle uluslararası hukuk uzmanları, insan hakları örgütleri ve Birleşmiş Milletler’in ilgili mekanizmaları tarafından “soykırım” tartışmalarını beraberinde getirmiştir.
İsrail’in saldırılar sırasında Gazze’yi tümüyle yaşanamaz bir alan hâline getirme stratejisi, savaş hukukunun temel ilkelerinden biri olan "ayrım gözetme" ilkesini açıkça ihlal etmiştir. Gazze’nin altyapısının yok edilmesi, su ve elektrik hatlarının kesilmesi, sağlık sisteminin çökertilmesi ve gıda yardımına ulaşımın engellenmesi gibi uygulamalar, askeri değil, toplumu tümüyle hedef alan sistematik bir yıkımın unsurlarıdır. Bu eylemler, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) ve İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi kurumların 2024 sonu itibarıyla “insanlığa karşı suçlar” kapsamında değerlendirdiği bir dizi suç fiilini içermektedir.

Bu krizin küresel ölçekte fark edilmesini sağlayan en önemli unsur ise artık yalnızca devletlerin değil, halkların da bu tanıklığa sessiz kalmaması olmuştur. Avrupa’nın büyük kentlerinde, 2023 sonbaharından itibaren yükselen Filistin yanlısı gösteriler, özellikle üniversite gençliği, akademisyenler ve sanat çevreleri tarafından desteklenmiş; bu dalga zamanla hükümetleri doğrudan etkilemeye başlamıştır. Kamuoyunun bu denli güçlü ve sürekli baskısı, devletlerin geleneksel diplomatik reflekslerini zorlamış; özellikle İspanya, Norveç, İrlanda gibi ülkelerde hükümet politikalarının köklü biçimde yeniden tanımlanmasına neden olmuştur.

Bununla birlikte, geçtiğimiz günlerde yaşanan bazı gelişmeler, krizin yalnızca ahlaki değil, aynı zamanda jeopolitik bir kırılma noktasına evrildiğini göstermiştir. Gazze dışındaki Batı Şeria’da, Avrupalı diplomatları taşıyan bir araca ateş açılması, Avrupa’nın “uzaktan gözlemci” konumunu dramatik biçimde sona erdirmiştir. Bu olay, Avrupa devletlerinin artık yalnızca üçüncü taraf değil, aynı zamanda sahada doğrudan hedef alınan aktörler hâline geldiği bir gerçekliğin başlangıcını işaret etmektedir.

Dolayısıyla Gazze krizi, hem şiddetin yoğunluğu hem de uluslararası sistemde yarattığı etkiler bakımından İsrail-Filistin çatışmasında yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu dönem, Avrupa'nın artık sadece izleyen değil, pozisyon alan ve sorumluluk üstlenen bir aktöre dönüşme sürecini hızlandırmıştır. Elbette bu dönüşümün kalıcılığı, kriz geçtikten sonra izlenecek politikalarla doğrudan bağlantılı olacaktır. Ancak şu açıktır ki; Gazze'de yaşananlar, Avrupa'nın vicdanı ve hukuki sorumluluk duygusuyla çelişen geleneksel “tarafsızlık politikasını” sürdürülemez hâle getirmiştir.

AVRUPA’DA TUTUM DEĞİŞİKLİĞİ

Avrupa’nın İsrail-Filistin çatışmasına yaklaşımı, uzun yıllar boyunca stratejik sessizlik, ölçülü kınama ve sembolik diplomatik jestler ile tanımlandı. Bu yaklaşım, İsrail’in güvenlik kaygılarını önceliklendiren ve çoğunlukla ABD ile uyumlu hareket eden bir çizgide seyrediyordu. Ancak 2023 sonu itibarıyla Gazze’de yaşanan büyük insani felaket, Avrupa'nın bu geleneksel dengesini bozan bir vicdan kırılması yarattı. Bu kırılma, yalnızca kamuoyunun baskısıyla değil; aynı zamanda diplomatik aktörlerin, hükümetlerin ve siyasi partilerin giderek daha cesur adımlar atmasıyla kurumsal bir nitelik kazanmaya başladı.

İspanya, bu değişimin en belirgin örneklerinden biri olarak öne çıkmıştır. Başbakan Pedro Sánchez’in, Gazze’de yaşananları “kabul edilemez ve orantısız bir şiddet” olarak nitelendirmesi, diplomatik literatürde alışılmadık bir açıklamaydı. 2024’te İspanya Meclisi’nde alınan kararla Filistin devletinin tanınması yönünde irade beyanı, İspanyol hükümetinin uluslararası hukuk ve insan hakları temelinde pozisyon aldığını göstermektedir. Üstelik bu yalnızca retorik bir çıkış değil; İsrail’e silah satışlarının askıya alınması ve Avrupa Birliği düzeyinde yaptırım çağrılarının desteklenmesi gibi somut adımlarla desteklenmiştir.

Norveç ise her ne kadar AB üyesi olmasa da Avrupa'nın diplomatik vicdanı olarak hareket etmiştir. Oslo sürecine ev sahipliği yapmış bir ülke olarak Norveç, Filistin’i tanıyan ilk Avrupa ülkelerinden biri olmuş; İsrail’in Gazze’deki eylemlerini “uluslararası insancıl hukuka aykırı” olarak tanımlamıştır. Norveç Dışişleri Bakanlığı’nın, bu tanım üzerinden İsrail’e diplomatik baskı uygulamaya başlaması, küçük ama etkili bir devletin küresel vicdan rolünü nasıl üstlenebileceğinin örneğidir.

İrlanda da bu süreçte benzer bir çizgi izleyerek Filistin halkının devlet olma hakkını tanımış, Gazze’deki saldırıların ardından İsrail büyükelçisini çağırarak sert bir diplomatik uyarıda bulunmuştur. İrlanda hükümeti, özellikle 2024 sonlarında yaptığı açıklamalarda, Avrupa Birliği içerisinde Filistin’e karşı “aktif koruma politikaları” geliştirilmesi gerektiğini vurgulamış; bu da konunun yalnızca tanıma düzeyinde değil, yapısal düzeyde ele alınması gerektiğini göstermektedir.

Fransa ve Belçika, daha büyük ve geleneksel olarak temkinli davranan ülkeler olmalarına rağmen bu dalgaya kayıtsız kalmamıştır. Fransa’da, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ilk açıklamaları oldukça çekingen olsa da, Fransız sivil toplumunun ve sol eğilimli siyasi partilerin baskısı sonucu hükümet söylemi değişmiş, 2025 başlarında yapılan açıklamalarda İsrail’in sivillere yönelik eylemleri açıkça “orantısız ve insan haklarına aykırı” olarak nitelenmiştir. Dahası Fransa’nın Filistin’i tanımaya hazır olduğu ifade edilmiştir. Belçika ise, özellikle yardım kuruluşlarına saldırılar sonrası İsrail'e yapılan AB fonlarının askıya alınmasını tartışmaya açarak, Avrupa Birliği bünyesinde hukuki mekanizmaların işlemesini talep etmiştir.

İngiltere, geleneksel olarak İsrail’e yakın duran dış politika çizgisinden yavaş yavaş uzaklaşan bir başka ülkedir. 2024 sonlarında İşçi Partisi’nin yükselişe geçmesi ve kamuoyunun güçlü tepkisiyle, İngiliz parlamentosunda Filistin’i tanıma yönünde çok sayıda tasarı gündeme gelmiş, diplomatik dilde önemli bir değişim gözlemlenmiştir. Ayrıca üniversitelerde ve kamu kurumlarında düzenlenen kitlesel boykot kampanyaları, hükümet üzerinde doğrudan bir baskı oluşturmuştur. İngiltere’de yaşanan bu süreç, sadece devletin değil, toplumun da dış politika yapımına doğrudan etki edebildiği yeni bir dönemin habercisidir.

Malta, yakın zamanda Filistin’i tanıyacak ülkeler arasında yer alıyor.

Bu ülkelerde yaşanan gelişmeler, Avrupa’nın homojen bir blok olmadığını, ancak ortak değerler etrafında yeni bir dış politika dili geliştirebileceğini ortaya koymaktadır. Söz konusu değişiklikler, yalnızca anlık tepkiler değil; uzun vadeli stratejik hesapların ve siyasal dönüşümlerin işaretidir. Özellikle kamuoyunun, medya organlarının ve sivil toplum kuruluşlarının etkisiyle şekillenen bu yeni tutumlar, Avrupa’nın sadece ekonomik ya da stratejik çıkarlar etrafında değil, etik ilkeler etrafında da siyaset yapabileceğine dair umut verici bir göstergedir.

Bununla birlikte, bu tepkilerin ne derece kalıcı olacağı, yalnızca Gazze’deki insani krizle değil; aynı zamanda Avrupa’nın kendi iç siyasal bütünlüğü, ABD ile ilişkileri ve uluslararası hukuku bir dış politika ekseni olarak ne kadar içselleştireceğiyle de doğrudan bağlantılıdır. Ancak şurası açıktır: Avrupa artık sessiz kalmanın, tarafsızlığın ve diplomatik dengeciliğin vicdani ve hukuki maliyetleriyle yüzleşmektedir.

TRANSATLANTİK İLİŞKİLERİN GEVŞEMESİ: ABD'DEN BAĞIMSIZ KARAR MEKANİZMALARI

Soğuk Savaş’tan bu yana Avrupa’nın dış politikasında Amerikan etkisi belirleyici olmuştur. Ancak son yıllarda ABD ile Avrupa arasında birçok alanda yaşanan ayrışmalar –Ukrayna politikası, iklim değişikliği, savunma harcamaları gibi– Transatlantik bağların eskisi kadar sıkı olmadığını göstermiştir. Özellikle Amerikan yönetiminin İsrail’e verdiği sınırsız destek, Avrupa kamuoyunda büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu noktada Avrupa’nın, ABD’ye rağmen kendi diplomatik reflekslerini geliştirmesi yönünde bir zemin oluşmuştur. Avrupa Birliği'nin stratejik özerklik söylemini giderek daha yüksek sesle dillendirmesi ve dış politikada kendi yolunu çizme arayışları, Filistin meselesinde de bağımsız ve daha ilkesel bir duruşun önünü açmaktadır. Bu, aynı zamanda Avrupa'nın küresel düzeyde kendi kimliğini inşa etme çabasının da bir parçasıdır.

 

KAYNAK: HABER7
Ramazan Yıldız Haber7.com - Haber Şefi
Haber 7 - Ramazan Yıldız

Editör Hakkında

1981 yılında Isparta'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Afyonkarahisar'da, lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde, yüksek lisansını Bahçeşehir Üniversitesi'nde tamamladı. Üniversitenin ardından bir süre özel sektörde araştırmacı, daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) farklı iştiraklerinde İngilizce öğretmeni, sosyolog ve idareci olarak çalıştı. İnternet haberciliğine ilk adımını 2015 yılında Türk Medya’da attı. 2020’de Haber7’de gece editörlüğüne başladı. Halen Haber7.com’da haber şefi olarak görev yapmaktadır.
YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Azealia Banks: Ben bir Siyonist'im, hiçbir siyahi Filistin'i desteklememeli
Düğün yolunda feci kaza: Anne ve baba öldü, 1'i bebek 2 yaralı