İlk romanını kahvede yazdı

''Yeraltı Edebiyatı''nın önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen yazar Hakan Günday, ilk romanını okuduğu okulun karşısındaki kahvede yazdı.

İlk romanını kahvede yazdı
İlk romanını kahvede yazdı
GİRİŞ 28.04.2011 13:02 GÜNCELLEME 28.04.2011 13:02

Türk edebiyatında 1990'lı yıllarda bir akım olarak yerini alan ''Yeraltı Edebiyatı''nın önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen yazar Hakan Günday, 23 yaşındayken ne yapacağını bilemediğinden okulunun karşısındaki bir kahvehanede yazdığı ilk romanı ''Kinyas ve Kayra'' ile meslek olarak kendine yazarlığı seçenlerden.

AA muhabirinin sorularını yanıtlayan Günday, romanlarında karakter yaratma sürecinde onu en iyi ifade etmek adına bir karakterin öncelikle olası reflekslerini düşünmeye çalıştığını söyleyerek, ''Aynı olaylar karşısında verdikleri tepkilerin farklılıkları, karakterlerin ortaya çıkmasında ve birbirlerinden ayırt edilmesinde çok önemli olabiliyor'' dedi.

Karakter yaratma sürecine ilişkin yolculuğunu, ''Ben asla bir yazar olacağımı düşünmüyordum 23 yaşıma kadar. Dolayısıyla incelemek belki farketmeden yaptığım bir şey. Çünkü incelemek çoğunuzun fark etmeden ve mutlaka içinizden birilerini anlamak adına kullanabileceğiniz bir şey. Bu süreç mutlaka ayna ile başlar. Yani mutlaka kendinizle göz göze geldiğiniz zaman başlayan bir iştir. Önce bir kendi göz rengini anla, önce kendini bir parçala. Kişinin kendisi inceleme konusu olabilecek en iyi laboratuvar. Çünkü hayat boyu hiçbir yere kaçmayacak. Hayat boyu seninle aynada duracak ve sürekli değişecek'' şeklinde değerlendiren Günday, dolayısıyla bakış açısının kendini paramparça etmekle başlayacağını ve bu bakış açısının zaman içinde yazarın gördüğü her şeye yansıdığını savundu.

Hakan Günday, yarattığı romanı baskıya verene kadar tekrar tekrar okuduğuna, sonrasındaysa bakmamaya çalıştığına dikkati çekerek, ''Çünkü mutlaka eksik ya da yanlış bulduğum bir taraf görürüm. Bu nedenle de derhal yeni bir hikayeyle ilgili çalışmaya başlarım. O sözünü ettiğim tekrar okuma döneminde değişiklik yaptığım ya da tamamen attığım çok bölüm olmuştur'' ifadelerini kullandı.

Romandaki bir sahneyi kağıda dökme halini ''Önce zihnimde bir fotoğraf görüyorum. Oradaki fotoğrafı dondurup o sahnenin her yerine dikkatle bakarak (O sırada cam açık mı? Herhangi bir yerde örümcek ağı var mı? Kapı ne kadar aralık vs.) anlatmaya başlıyorum. Yani ben o sahneden her bir unsuru alıp kağıda dökmeye çalışıyorum. Her yönüyle alıp kağıda dökmek mümkün değil. Çünkü aynı sahneyi sürekli zihninizde aynı biçimde tutmak mümkün değil'' cümleleriyle tanımlayan Hakan Günday, hikayenin emrindeyken başka hiçbir otoritenin hükmüne girmenin kendisi için mümkün olmadığını vurguladı.

Günday, bir romanı yazmaya başlamadan önce mutlaka başlangıçla ilgili bir çalışma yaptığını ve olayların nasıl gelişeceğine ilişkin çok muğlak notlar tuttuğunu anlattı. Özellikle yazmaya ara verdiği uyku öncesinde küçük notlar aldığını ifade eden genç yazar, ancak her şeyin yazarken ortaya çıktığını dile getirdi.

Eserlerinde bir stil arayışı olmadığını aktaran başarılı yazar, ''Çünkü zaten stil, istemeden hayata bakışınızın bir izdüşümü olarak karşınıza çıkıyor. Benim stilimse herhalde daha çok şüphecilik üzerine kurulu. Şüphecilik ve her anı, olayı her açıdan değerlendirme çabası'' diye konuştu.

Yazmaya başladığı zaman bunu kimseye söylemediğini anlatan Günday, ancak roman bitince çevresinin bundan haberi olduğunu ve özellikle ablasının bu süreçte büyük desteğini gördüğünden bahsetti.

Eserlerinde kahramanların erkek olmasının bildiği sorudan başlamakla açıklanabileceğini söyleyen Hakan Günday, şöyle devam etti:

''Temeli başkaları tarafından atılmış bütün kavram ve düzenekleri sorgulama isteğinin herhangi bir cinsiyeti olmadığından bunun da bir önemi yok. Şiddetse, çoğunlukla bu kavram ve düzeneklerin birer duvardan ibaret olmasından kaynaklanıyor herhalde. Bu da insanda yumruklama isteği uyandırıyor.''

Eserlerinde mutlaka otobiyografik yanlar bulunduğunu ancak bu durumun kesinlikle bilinçli bir tercih olmadığının altını çizen Hakan Günday, ''Aslında isimlerden, karakterlerin özelliklerinden ziyade otobiyografik olan kullandığım dil galiba. Hikayeyi anlatış biçimim. Ben romanlarımda kendimi en çok cümlelerimin kuruluşlarında görüyorum'' şeklinde konuştu. Günday, şöyle devam etti:

''Ben yazma sürecinde fark ettim ki yazıyla her şeyi yapabiliyorsunuz. Yani (dünya düzdür ve bir satranç tahtasıdır, 64 karelidir ve üzerinde 64 devlet vardır) desen ve devamını getirsen 400 sayfa, son sayfaya kadar bizim için dünya bir satranç tahtası olacak. Yazının böyle bir gücü var. Onun için bunu denemek ve hissetmek adına kişisel olarak kendi adımı romanımda karakterin adı olarak kullandım. Çünkü oraya 'Hakan' yazdığın anda o artık senden çıkıyor ve bir karaktere dönüşüyor. O Hakan korkunç işler yapabilir, başına felaketler gelebilir veya benimle hiç ilgisi olmayan işler yapabilir ve bütün bunların beni, yazan birisi olarak, asla etkilememesi gerekir. Ben asla (Onun adı Hakan, ben onu biraz daha düzgün kahraman yapayım) diye düşünmemeliyim. Bu, böyle bir şey yapılamayacağını bilakis bu parçalama oyununa belki de kendi isminle başlaman gerektiğine dair bir çabaydı aslında. Ve ayrıca ne kadar kurgularsan kurgula, bildiklerinden ve öğrendiklerinden kaçamıyorsun ve onlar daima içinde oluyor yazdıklarının.''

Bir yazar olarak yalnızlığı yolculuk olarak tanımlayan Günday, bunun kişinin kendine yaptığı bir yolculuk olduğunu yalnızlık duygusununsa bu yolculuğun bir anısı olduğunu belirterek, ''İnsanın peşini bırakmayan bir anı. Ayrıca yalnızlık duygusunun varlığı insanı, hayat karşısında soğukkanlı tutabilirken, hayata karşı gittikçe bir soğukluk hissetmesine de neden olabilir. En nihayetinde kullandıkça keskinleşen bir bıçaktır yalnızlık ve kime saplanacağı belli olmaz. Başkalarına mı, kişinin kendisine mi?'' dedi.

Eserlerinde sosyal problemleri vermek gibi bir amacı olmadığını vurgulayan genç yazar, ancak anlatılan her hikayenin sosyal olduğundan ve adı geçen her karakterin, aslında içinde bulunduğu toplumun bir ürünü ve sonucu olarak, o toplumla ilgili bilgi verdiğinden, toplumsal aksaklıklar ve hikayelerde kendiliğinden ortaya çıktığını anlattı.

Roman yazmaya karar verene kadar sadece 4 yıl boyunca bir dostuna düzenli olarak mektup yazdığını belirten başarılı yazar, bunun dışında ne bir günlük tuttuğunu ne de bir şiir yazdığını söyledi.

-BİR ARAYA GELMEYE ÇALIŞAN 'A VE Z'NİN HİKAYESİ-

Yeni bir yaratım sürecine doğru kelimeyi bularak başladığına işaret eden Günday, yeni romanı ''Az''da o kelimenin tabii ki ''Az'' olduğunu aktardı. Hakan Günday, 'Az'ın aralarındaki alfabeyi yıka yıka birlikte okunmak için bir araya gelmeye çalışan A ve Z harflerinin hikayesi olduğunu dile getirdi. Günday bu romanında ilk kez bir kadını yazdığına dikkati çekti.

Dört arkadaşın öyküsünü anlatan ''Piç'' romanı Selim Demirdelen'in yönetiminde ve Ümit Ünal'ın senaryolaştırmasıyla sinemaya uyarlanacak olan Hakan Günday, sinemaya hayranlıkla baktığını ve etkilendiği kitap kadar film olduğunu dile getirdi.

Yeteneksizliği ölçüsünde müzikle uğraştığını da söyleyen Günday, ''Yeteneksizliğimin ölçüsü de, basitliğin ve hatta estetik bozukluğun baştacı edildiği Punk olmuştur. Kötü müzik yaptığınızın çok zor anlaşılabileceği bir tür olduğu için daha çok Punk'la ilgilenirim'' diye konuştu.

Türk edebiyatında 1990'lı yıllarda bir akım olarak yerini alan ''Yeraltı Edebiyatı''nın önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen yazar Hakan Günday, 23 yaşındayken ne yapacağını bilemediğinden okulunun karşısındaki bir kahvehanede yazdığı ilk romanı ''Kinyas ve Kayra'' ile meslek olarak kendine yazarlığı seçenlerden.

AA muhabirinin sorularını yanıtlayan başarılı yazar, hem okurken hem de yazarken tekrar tekrar aynı şarkıları dinlediğini anlattı. Günday, ''Bunun haricinde de herhangi bir yerde yazabilirim. Kalabalıkta, yalnızken.. Sonuçta yazmaya bir kıraathanede başlamış olmamla ilgisi var herhalde. İki ay boyunca o gürültü ve karambol içinde oturarak yazmıştım Kinyas ve Kayra'yı'' dedi.

Yalnızlık ve açık yaralar olarak gezme halinin hemen hemen yazdığı bütün karakterlerde olduğunun ve bunun üstadının da Oğuz Atay olduğunun altını çizen Günday, ''Onun her yazdığı eser de zaten bunu anlatır. 'Her uyumsuz kişi kendisi dahil her şeyi tüketmek zorundadır' diye bir laf vardır. Bunu çok iyi anlatır Oğuz Atay. Dolayısıyla ister istemez benim de çok etkilendiğim bir anlatım biçimi o. Okuyorsun, etkileniyorsun ve onu başka bir şeye dönüştürüyorsun ve bunu farkında olmadan yapıyorsun. Ona bir şeyler eklemeye çalışıyorsun veya eksiltiyorsun. Sonuçta bu bir mücadele. O mücadelede edindiğin aksesuarlar aslında senin okumayı öğrendikten sonra gözlerinin üzerinden geçtiği her metin, her şey var orada'' dedi.

Edebiyat serüveninin Louis Ferdinand Celine adlı yazarı okuyarak başladığını ve sonra diğer yazarlarla yol aldığını dile getiren Günday, ''Herman Hesse, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal Beyatlı, Rıfat Ilgaz, ve yüzlerce isim daha. Ayrıca tabii ki Oğuz Atay. Zaman içinde sadece okumak değil yazmanın da nasıl küçük bir mücadele olduğunu bilerek, onların nasıl farklı tekniklerle yazabildiklerini gördüm'' diye konuştu.

''Malafa'' adlı eserini sahneye koyan özel tiyatro DOT'la birlikte çalışma ayrıcalığını büyük bir keyifle yaşamaya devam ettiğini anlatan Günday, şöyle devam etti:

''Onların isteği ve benim de onları çok uzun zamandır takip etmemin akabinde bir aracı sayesinde tanıştık ve ben onların bir oyununu izledim. DOT aslında sahnede benim yazarak yapmaya çalıştığım her şeyi yapıyordu. Onlar sadece üstü kapalı ama yine de bir sokak gibi duran sahnede bir sokak gösterisi düzenliyorlardı. Bu sokak gösterisi anidir, ne zaman çıkacağını bilemezsin, hızlıdır, birden başlar birden biter ve en nihayetinde daha önce gördüğün bir sahnede üretilen bir sürü şeyle de bir ilgisi yoktur. DOT'ta sahne yok, herkes aynı zeminde. İzleyici ile oyuncu arasında sadece bir metre var. Çok rahatsız edici bir anlatım biçimi oluyor ve aynı zamanda bir hikayenin izleyiciye bir ok gibi saplanmasını da sağlıyor. Ondan etkilenmemek ve hayran olmamak mümkün değil.

Romanlardan birini uyarlayabilir miyiz diye konuştuk. Benim açımdan da sıfırdan başka bir işe girişmek gibi oldu. Kendimi de eğitmek adına ''Malafa''yı yazdım ama önce kitabı alıp iki parçaya bölüp çöpe atıp boş bir kağıtla başlaman gerekiyor. Ben de öyle yaptım. Onun için kitapla oyunun tek ortak yanı karakterlerin ve oyunların isimleri.''

-''YAZMAK HER HALİ VE ANI BİRBİRİNDEN FARKLI BİR SÜREÇ''-

Yarattığı karakterlerin ayrı bir boyutta, hayal dünyasında yaşadıklarını ve kendisiyle tek ilişkilerinin yazım aşamasında olduğunu belirten Günday, ''Çünkü haliyle bir şeylerden etkilendiğimiz zaman kafamızı kaldırıp üreticiye bakarız. Aramızda sadece bir hayal ilişkisi oldu o karakterlerle'' ifadelerini kullandı.

Bugün ekranda daha çok görünmesinin nedeninin yazmaya devam etmesi olduğunu ve bu süreçte daha çok insanın kendisini tanıdığını söyleyen genç yazar, şunları söyledi:

''Önemli olan üslubun aynı kalması. Eğer seni daha fazla insan okusun diye üslubunda bir farklılık oluyorsa zaten o zaman o kitaptan bir ses, gürültü olarak gelmeye başlar, bunu anlarsın. Celine 'hikaye palavradır' der. Önemli olan tarzdır. Önemli olan bir şeyi nasıl anlattığındır. Bütün kitaptaki yalnızlığı, kırılganlığı, şiddeti, nefreti alıp sana bir masal olarak anlatabilecek insanlar tanıyorum ben. Dolayısıyla belki de her şey o üslup ve üslup aynı kaldığı sürece sonrası belki de kendiliğinden geliyor.''

Yazmaya başlarken ilk cümlenin belki de üzerinde en çok düşünülen cümle olduğunu vurgulayan yazar, ''Yazmaksa her hali ve anı birbirinden farklı olan bir süreç. Birbiri ardına dizilmiş sayısız kaydırakta ilerlemek gibi. Merdivenleri tırmanmak, ardından kaymak, sonra yeniden tırmanmak sonra yeniden kendini bırakmak...'' şeklinde konuştu.

Hakan Günday, hem yazar hem de okuyucu olarak üreticiyle ilgilenen birisi olduğunu okuduğu kitabı, dinlediği müziği ortaya çıkaran yaratıcının nasıl birisi olduğunu hep merak ettiğine dikkati çekti. ''Hayatta ne kadar kimliklerden, isimlerden, görünümlerden, yaşlardan ve fiziki olan her belirleyici kimlik unsurundan birbirimizi yargıladığımızı ve her işimizde aslında bu önyargıyla faaliyette bulunduğumuzu anladım'' diyen Günday, şöyle devam etti:

''Aslında biz gün içinde her durumda birbirimizi kimliklerimizle ve sıfatlarımızla algılıyoruz. İstedim ki bir dünya olsun, orada kimliğe dair hiçbir tanım bulunmasın ve orası sadece düşüncelerden ve hayallerden kurulu olsun. O dünya bana sanat olarak görünüyor. Bunu insanların üstünde bir bulut olarak düşünün. Arada yağmur yağar, altında kalırız, bir şeyler öğreniriz ama o bulut her zaman orada var ve aslında bütün bu işlerin temeli anonimdir. Aslolan da hikayenin kendisidir. Çünkü sen hikayeyi üreticiden doğru yola çıkarak anlamaya veya araştırmaya çabalarsan mutlaka üreticiyle ilgili önyargıların buna engel olacaktır. Biz eğer Beethoven'ın aslında döneminin yöneticileriyle biraz dalkavukça bir ilişkide olduğunu biliyorsak belki 9. senfoniyi dinlerken o kadar da iyi niyetli olmayabiliriz. Çünkü ahlak yapımıza uygunluğu veya değilliği üzerinden birden aklımıza gelen bütün sanatı yargılayabilirsiniz. Ama biz bunu zaten hayatımızda uyanıştan uyuyuşa kadar yapabiliyoruz. Bari burada yapmayalım ki düşünce her şeyden bağımsız olarak ilerleyebilsin.''

İlk kitaplarında daha çok benzer karakterlerin farklı durumlardaki hallerini anlattığını söyleyen Günday, ''Çünkü ben o dönemde kişinin temelleri kendisinden önce atılmış, maddi-manevi, somut-soyut bütün değerlerle herhangi bir uyumsuzluk yaşarsa, doğduğu dünya kendisine uygun değilse ve bunu anlarsa vereceği tepkileri anlamaya çalışmak adına beyin jimnastiği yapıyordum'' dedi.

KAYNAK: AA
YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Ülke bu sözleri konuşuyor: Biz batarsak dünyanın yarısını yanımızda götürürüz!
Diyanet sadece “Tuvalet kâğıdına” fetva versin istiyorlar!