Cihan Aktaş: Kendime özgü feminzmim var

Cihan Aktaş, "Kendime özgü bir feminizmim var, fakat ‘Biz feministler’ diye başlayan bir cümle kurarak söze başlayacak şekilde cinsiyetçi bakmam dünyaya" diyerek dünyaya bakışını açıkladı.

Cihan Aktaş: Kendime özgü feminzmim var
Cihan Aktaş: Kendime özgü feminzmim var
GİRİŞ 26.02.2009 11:40 GÜNCELLEME 26.02.2009 11:40

Erdal Sarıçam'ın röportajı

>  Kültür ve edebiyat gibi toplumu her bakımdan ilgilendiren bir sanat unsuruyla hem hal olmuş biri olarak  “kültür, edebiyat, sanat ve sanatçı” kavramlarına nasıl bakıyorsunuz?

> Kültürü geniş olarak, insanın Adem ve Havva’dan bu yana bu dünyada bulduğu hayata kendi el emeği ve zihniyle kattığı yapı olarak tanımlıyorum. Kültürü oluşturan, ihtiyaçlarla ilgili bir tamamlama ve tamamlanma isteğidir. Hindistan’lı mimarlar yaptıkları binalarda mutlaka bir tuğlalık olsun bir eksik bırakırlarmış, hatasız bir kul yapısı olamayacağını anlatmak için. Kültür de işte, bir bakıma o eksik tuğlanın bıraktığı gediği tamamlama isteğiyle gelişen şeydir.  Edebiyat, bu katkının söz ve yazıyla ortaya konulan tarafıdır. Verili dünyanın ve ilişki biçimlerinin hayata ilişkin pek çok unsurla birlikte olduğu haliyle ve mevcut izahıyla bize yetmemesi nedeniyle edebiyata ve sanata yöneliriz.  Sanatsal faaliyetler ve edebiyat,  varoluşla ilgili bir yetersizlik algısının yol açtığı acıları kısmen de olsa dindirmenin bir yolu olabilirmiş gibi de görünür.  

DİNDAR YAZARIN YAZDIĞINI DİNDAR KADIN YAZDIĞINDA SORUN TEŞKİL EDEBİLİR

> Tanımladığınız kültür ve edebiyat kavramları paralelinde yaklaşacak olursak, günümüzde örneğin bir yazarın, düşünce ve eylem bakımından yeteri kadar özgür davranabildiğine inanıyor musunuz? (Hayır, ise), bunu neye bağlıyorsunuz?

> Bu sorunun cevabı yazarın seslendiği varsayımsal okuyucu ile arasında varsaydığı bağın niteliğine göre değişecektir. Bir şeylere bağlı mıyız, yoksu hiç bir sınır tanımıyor muyuz? Özgürlüğü herkesin kendine göre tanımladığı bir iklimde yazı yazıyoruz. 

İçinde ne varsa onu dışavurarak yazmak, yazarlık maharetine sahip olmak anlamına gelmez.  Seçimlerimin oluşturduğu bir filtre var. Çoğu yazar için olduğu üzere...

Bazen bakarsınız bir yazarın rahatlıkla kırabildiği bu tabuları, bir diğer yazarın kırması büyük suç telakki edilir. Bir de daha köklü tabu alanları var. Yenilerde Rasim Özdenören’in Toz isimli öykü kitabını bir kez daha okudum, bir yazı yazacağım için. Çok önemsediğim bir yazar Rasim Bey, neyi nasıl yazacağını da elbet çok iyi bilen bir yazar, usta bir öykücü. Aşk konusunda çok güzel öyküler var Toz’da, sınırları ustalıkla çizilmiş öyküler bunlar. Yine de o öykülerin kimilerini ben yazamazdım gibi geldi bana. Dindar bir erkek yazarın yazdığını dindar bir kadın yazdığında sorun edilecektir.

> Günümüzde yazarlar ve sanatçılar arasında (özellikle ressamlar ve edebiyatçılar) bir ahlak tartışması yaşanıyor. Sizce kültür ve sanat dünyamızda bir ahlak problemi var mı?

> Her şeyin daha kötüye gittiğine dair telakki her devrin meselesi. Günümüzde bu sorunu öne çıkartan, etik ve estetik arasındaki ilişkinin dengesinin bozulması olabilir. Eskiden “sanat sanat için midir, toplum için midir?” şeklinde yaygın bir tartışma vardı. Şimdi ise sanat çevrelerinde sanatın sanat için olduğu görüşü daha baskın olsa da, yaygın olarak kitlelerin beğenisini hesaba katan bir üretim var. Her iki yaklaşımda da eserin bir şeye, anlamlı bir şeye inandırma gayesinden söz edilemiyor. Sanatçının sorumluluğu da ahlâken sanki sadece sanata karşı. (Kitle sanatının kitleye yönelik sorumluluk duygusundan da söz edilemiyor.) 

Sanat elbette acı ve yoksunluklarla kışkırtılır, edebiyatta da bana kalırsa yarası olmayan kolay kolay yazmaz. Bu açıdan bakılacak olursa, belki halihazırda kültür ve sanat alanına hakim olan kolay tüketilebilir ürünlerin oluşturduğu rahatsızlığın ifadesi önem taşımalı gibi geliyor bana. Kültür (popüler haliyle) hayatımızı iyi veya kötü bir şekilde yönlendirmek için kullanılmıyor, daha ziyade tezlikle tüketilmek üzere üretiliyor. Kötülük ve çirkinlik prim yapıyor. Örnek, Recep İvedik filmleri...  Kitlenin onayı, gençlerin ilgisi bu tür filmleri meşrulaştırabilirmiş gibi bir yaklaşım var.

KENDİME ÖZGÜ BİR FEMİNİZMİM VAR

>  Cihan Aktaş, düşünce ve yazarlık mekanizmasını hangi temel ölçüler üzerine inşa ediyor?

> Gerçeği hakikate yönelik arayışımda dönüştürmeyi önemsiyorum yazarken. Yazdığım metin, hikaye ya da roman veya bir deneme iyiliğe inancı pekiştirsin, ama aynı zamanda sarssın okuyucuyu ve yeni pencereler açsın ufkunda.... Ölüm gerçeğini, hesap gününü unutmam, unutmamaya çalışırım. Bir açıdan modern, bir açıdan gelenekselim. Bir yanımla taşralı, bir yanımla şehirliyim. Bir yanımla bireyselliğimi kurcalarken yazıda, diğer yanımla toplumsal duyarlılığımı ihmal etmemeye çalışıyorum. Yurtdışında yaşama deneyimi nedeniyle, dilinde yurtlanmayı önemsemiş bir yazarım. Bu deneyim bir yanıyla sizi yersiz yurtsuz kılarken, aynı zamanda da doğduğunuz topraklara farklı bir şekilde bağlıyor.  Kendime özgü bir feminizmim var, fakat ‘Biz feministler’ diye başlayan bir cümle kurarak söze başlayacak şekilde cinsiyetçi bakmam dünyaya. Yoksul ve muhtaç insanların, mustazafların dünyasına uzak olmamaya çalışırken de bunu sadece yazıyla gerçek kılamayacağımı bilirim. Dindar bir insanın hayat tarzının varlık düzeyiyle ilgisi olmaması gerektiği gibi, kimilerine göre modası geçmiş bir düşüncem var. Yazıda duru olduğu ölçüde esrik bir anlatımı seviyorum. Her alana el atmaktansa belli izlekleri derinleştirmeyi daha anlamlı buluyorum. 

> Sizce edebi ve sanatsal ürünlerde, “edebi aheng”in ölçüleri neler olmalıdır? Günümüzdeki edebi ürünlerde o ahengi görebiliyor musunuz?

> Edebi ahengin ölçüleri gibi bir konuda kesin bir reçete vermekten yana değilim doğrusu. Eser, formuyla içeriği arasındaki bir uyumla oluşur, bir ahengi yakalamak, özelleşir böylelikle ve ahenk aynı zamanda formla içerik arasındaki dengelere bağlı olarak yeni tınılar, renkler kazanır. Yazarın bu alanda farklı keşifleri, denemeleri olmalı. Bazen o ahengi yakalamak için üstüste denemeler yaparız. Bazen de birdenbire gelir o, sizi çarpar ya da size çarpar. Tabii yalınlıktan ve açıklıktan yana olmuşumdur ben her zaman. Ağdalı üslupları sevmiyorum. Bana uygun görünen edebiyat dili için iki örnek vermek isterim, Türkiye’de. Rasim Özdenören’den yukarıda söz ettim. Mustafa Kutlu’yu da anmalıyım ayrıca. Öyküde Sabahattin Ali ekolüne yakınlık duyuyorum. Büyülügerçekçi bir üslup, işlenmiş bir olmuşluk, olabilirlik; aradığım budur.Knut Hamsun’un Göçebe’si, Behçet Necatigil’in o duru Türkçe’si ile, idealimdeki roman gibi görünürdü bana eskiden. Doris Lessing’i de çok beğeniyorum. Aynı zamanda epik anlatımı seviyorum. Bu bağlamda zikredebileceğim bir isim, Kazancakis.

> Bazı edebiyatçılarımız tarafından, ciddi bir bilgi kirliliğinin olduğu şeklinde bir düşünce ortaya atılıyor. Siz bu düşünceye katılıyor musunuz? “Evet/Hayır” ise, bir edebiyatçının bu bakımdan izlemesi gereken yol sizce ne/nasıl olmalı?

> Doğrusu bir bilgi kirlenmesi var, ama ne kadar salgın halinde olsa da bize bulaşması şart değil. Önlemler alabiliriz. Bu konuda büyük zorluk içinde olduğumuz açık. Zamanın bereketini yitirdiği yaygın bir şikayet. Hayatı, tabiatı, insanları okumaya fırsat bırakılmayacak neredeyse.  90’ların sonlarına kadar bir kitabın peşinde kitapçıları dolaştığımı söyleyebilirim. Son birkaç yıldır daha ziyade yazmaya yoğunlaştım ve seçerek okuyorum. Genç kuşakların edebiyatını, çağdaşlarınızı, öncüllerinizi okumanız, takip etmeniz gerekiyor. Buna bir de edebiyatın yanı sıra köşe yazarlığıyla da iştigal etmenin gerektirdiği izleme sorumluluğunu eklediğimizde, çok seçmeci davranmamız gerektiği çıkıyor ortaya. Gide gide ilgi alanımıza yoğunlaşmaya zorluyor bizi bu akış.

YAZAR VE ŞAİR KARAR VERİR VE GEREKİRSE BEDELİNİ ÖDER

> Toplumun değer yargıları bir yazarı nasıl etkiler? Bu etki, ürünlerine nasıl yansır? Bir yazar ya da şair örneğin, çalışmalarını ortaya koyarken bu değer yargılarına hangi mesafede durur?

> Bana kalırsa bir kültür insanının sürekli bir sorgulama içinde olması gerekiyor. Bu iki yönlü bir çaba ister. Bir ayağınızla konuştuğunuz zemine sıkı sıkı basarken, ötekiyle de mesafenizi oluşturmalısınız. O mesafeyi aslında kendinize karşı da koyabilmeli, kendinizi uzaktan ya da yılların ötesinden izleyebilmelisiniz. Yazı çok nadiren bugün için yazılır. Özellikle edebiyat eserinin varlığı asıl gelecekte yerli yerine oturur. Bir eserin gözetmesi gereken bağlam yok mudur? Buna da yazar ya da şair karar verir ve gerekirse bedelini öder. Okunmaz, sürgüne gider, lanetlenir. Önemli olan sahtekârlıktan uzak olmaktır gibi geliyor bana. Yani topluma yabancılaşmama adına toplum yaltakçılığı yapmak kadar,  evrensel ölçülerde sanat eseri vermek adına toplumunu görmeden üretmek de bana anlamsız geliyor.

> Yayın dünyamızda birçok sanatsal ürün yer almakta. Dergiler, gazeteler, gazete ekleri, kitaplar ve saire. Konuya özellikle dergiler bazında baktığınızda, ortada bir kültürel boşluğun olduğunu da var sayarsak,  dergiler tarafından bu boşluğun yeteri kadar doldurulduğuna inanıyor musunuz?

> Dergi yayıncılığı alanında iyi bir yerde olduğumuzu söylemek mümkün görünüyor bana. Çoğu derginin ömrü kısa süreli oluyor, bu doğru. Fakat gençlerin internet yayıncılığına yönelmesi ve ekonomik kriz dikkate alındığında, yine de dergi alanındaki canlılığı önemsemeliyiz. Bazı dergiler bir çizgiyi koruyarak farklı isimlerle kapanıyor ve açılıyor. Kırklar bir dönem sonra bir bakıma Derkenar ismiyle yayınını sürdürdü. Dergâh dergisinin 227. sayısında Mehmet Erdoğan’ın Hasan Öztürk’le yaptığı röportajda edebiyat dergiciliğinde taşra-merkez ayrımı üzerinde duruluyordu. Bakınız, Rize’de on yıldır Mavi Yeşil isimli bir dergi yayınlanıyor; bu çok güzel bir gösterge değil mi? Ve Dergâh’ın 227. sayıdır çıkıyor olması da bana çok önemli geliyor. Samsun’da Yolcu yayınlanıyor yıllardır.  Hakan Arslanbenzer Ankara’da Fayrap’ı yayınlıyor ve on yılı aşkın bir zamandır dergi yayınlamayı sürdürüyor Arslanbenzer. Şimdi ismini anamadığım sayısız dergi var ki yıllardır yayınını sürdürüyor.  Diyeceğim, dergi alanı bana canlı görünüyor. Kaldı ki sizin de içinde bulunduğunuz internet dergiciliğini de hesaba katmalıyız böyle bir değerlendirmede.

>  İnternet teknolojilerinin, insanlara, bilgiye ulaşmak notasındaki sağladığı kolaylığı inkâr edemeyiz. Bazı yazarlar, bu kolaylığın aynı zamanda bir bilgi kirliliğini de doğurduğunu savunuyorlar. Sizin kişisel görüşünüz nedir?

> Her nimetin bir külfeti var. Her şey yine insanda başlıyor ve bitiyor. Günah kapılarının fazlasıyla açık olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Fakat günah ne zaman tehdit etmemiş ki insanın anlam dünyasını... İnternetten yararlanan bir yazarım. Gazete okuyorum, araştırma yapıyorum, haberleşiyorum internet kanalıyla. Ayrıca bir internet sitesinde yazı yazıyorum. İnternetten olumlu anlamda yararlanmak da mümkün. Her şart altında yüreğimizi temiz, bilincimizi duru tutacak bir hayat sürdürmemiz mümkün. Hayat düz bir çizgi halinde ilerlemiyor. Farklı sınav kapıları açılıyor. Önemli olan yeni şartların zorluklarını kolaylığa dönüştürmek. Ayrıca bir de zamanın kıymetinin idrakidir önemli olan. Buradan da israf kavramına ulaşıyoruz. Müsrif ve tüketen, sadece tüketen insan olmaktan kaçınabiliyorsak, seçmeci davranabiliyorsak bir de ve iyi çalışan filtrelerimiz varsa, bilgi kirliliği sınırlı olarak etkileyebilir dünyamızı.

DELİ DOLU OYUNLARIN ELEBAŞISIYDIM

> Kendinize has ve samimi bir yazarlık kimliğinizin olduğunu biliyoruz. Bu maceranın biraz öncesinden başlayalım. Sizi yazmaya mecbur bırakan sebeplerden bahseder misiniz biraz? Neden kalem ve kâğıt?

> Bu sorunun cevabı aslında çok sadedir, fakat zaman içinde farklı cevaplarla genişler, dallanır budaklanır. Bir kendi içine sığamama, dışına da yerleşememe sıkıntısıyla kitaplara yönelir kişi, tuvale yönelir, kâğıda kaleme ve bazen de notaya yönelir. Kendimizden ve dünyadan memnun değilizdir, yolunda gitmeyen şeylere müdahil olmak istemişizdir. Örneklerin ve ortamın beni yazmaya yönlendirdiğini söyleyebilirim. Kitap okunan bir evde büyüdüm, çocukken bir kitapçının tezgâhının arkasında durdum, vitrinlerini düzenledim. Kitap kokusunu aldım, kitapların gösterdiği farklı dünyalara açıldı gözlerim. Sokaktan eve girmeyen bir çocuktum. Deli dolu oyunların elebaşısıydım. Yine de kitap okumanın zevkini tadabildim. Okuyup öğrenmek insanı kendi yetersizlikleri üzerine düşünmeye de zorluyor. Öğrenmek mutsuz ediyor, ama değerli bir mutsuzluk bu.   Fıtratımızda var bir eser kurmak, öykünmek, öykülemek... Mükemmel bir metin kurmak, sevdiğim yazarların dünyasına ait olmak, içime sığmayan duyguları, beynimi kemiren düşünceleri kendime ve insanlara anlatmak için yazmaya başladım. O mükemmel metine asla ulaşılmadığı için de yazmayı sürdürdüm.

> Yazarak, aslında yapmak istediğiniz şey tam olarak nedir?

> Kendimi yazıyla daha iyi ifade ediyorum. Yazı benim için hayatı sorgulamanın, kabullenmenin, tartışmanın ya da hayatla bağdaşmanın bir yolu. Yazı aynı zamanda paylaşmayı ve katılmayı sağlayan bir dost. Bu bir teselli de olabilir; yazarak tarihe tanıklık ettiğimi de var sayıyorum.  Yıllardır, hemen her gün saatlerimi ayırdığım bu uğraşıyı bir meslek olarak adlandırmıyorum. Çünkü yazı, özellikle de edebiyat alanında yazmak benim için zevkli bir uğraşı. Kendini bu yolla ifade edebilmenin büyük bir imtiyaz olduğuna inanıyor, bunun için Allah’a şükrediyorum. 

TÜRKÇE BENİM YURTLANDIĞIM ZEMİN

> Bir yazar penceresinden bakacak olursanız, Türkçeyi bir dil olarak yeterli görüyor musunuz? Duygu ve düşüncelerinizi kâğıda akıtırken, dil’in size dar geldiği oluyor mu bazen?

> Bazen yaygın olarak kullanılan yabancı kelimelerin Türkçe karşılığını bulmakta zorlandığım oluyor. Bunun dışında tabiidir ki Türkçe’yi çok seviyorum. Daha önce de değindiğim gibi, Türkçe benim yurtlandığım zemin.

> Her ne kadar okuma kültürü yoğun olan bir geleneğimiz olsa da, günümüzde bu maalesef pek geçerli değil. Günümüz insanı okumayı pek tercih etmiyor. Baktığınızda, günümüz Türk okuyucusunu çıtanın neresinde görüyorsunuz?

> Bu konularda genellikle bardağın dolu yarısını görme eğilimi içinde olurum. Yaşadığımız şu dönem, ardımızda bıraktığımız yüzyılın son çeyreği özellikle, gerek dünyadaki dengeler, gerekse de bilim ve teknoloji alanında birçok değişikliğe sahne oldu. Bu değişikliklerin kültürü de etkilemesi kaçınılmaz. Kültürel araçlar ve kanallar yeniden biçimleniyor. Böyle zor bir süreçte insanlar çok seçmeci ve temkinli olmalılar. Popüler kültür, ulaşılması kolay yollarla kitleleri yakalıyor. Fazla düşünmeyi veya emek vermeyi gerektirmeyen bir fastfood tarzı kültürel beslenme çok yaygınlaştı. Bunun geçici bir dönem olduğu görüşü hâkim bende. İnsana, insanın yeteneklerine inancımı koruyorum. İşte, taşrada insanlar neredeyse on yıldır bazı dergileri çıkartma mücadelesi veriyorlar. Kültürün kıyılarına itilmiş başörtülü kadınlar hikâye ve şiir alanında eserler veriyor, gazetelerde köşe yazısı yazıyor, resim sergileri açıyor, televizyon belgeselleri çekiyorlar. Kültür bir dalgalanmayla yeniden biçimleniyor. Bize düşen, ana kanallardan gerektiği kadar beslenmeyi başararak üretmeyi sürdürmek.

> Bir okuyucu kitlesinin “kalitesi” aynı zamanda o yazarın da “kalitesi” midir?

> Tabii ki öyledir. Fakat özellikle yazılanın kalitesi konusunda karar ve hüküm vermek de o kadar kolay değildir, gibi gelir bana. Zaman en iyi eleştirmendir.

> Yazarların, en önemli sorumluluklarından biri de “topluma karşı sorumlu” olmalarıdır. Sizce ülkemizde yazarlar, topluma karşı olan sorumluluklarını tam anlamıyla yerine getirebiliyorlar mı? Mesela Siz?

> Yazar olarak en önemli sorumluluğumun yalan söylemekten kaçınmak olduğunu düşünürüm. Yalandan uzak durmak ve sesi duyulmayanların sesi olmak... Kendini tekrarlamaktan kaçınmak ve okumayı, kitapları, tabiatı ve hayatı okumayı sürdürmek... Yazar olarak bu ilkelerim konusunda hassasiyetimi korumaya özen gösteriyorum.

> Kitap çalışmalarınızın süratle devam ettiğini biliyoruz. Yeni kitaplar, yeni projeler var mı? Biraz bilgi verir misiniz?

> Tabii... Yakın tarihlerde İran üzerine denemelerimden oluşan Yakın Yabancı isimli kitabım çıktı. Kusursuz Piknik isimli öykü kitabı da muhtemelen bu söyleşi yayınlandığında çıkmış olur. Bu iki kitap da son birkaç yılda yazılmış yazı ve öykülerden oluşuyor.  Bu senenin sonunda yolculuk konulu başka bir kitap yayınlamayı düşünebilirim ya da bu tasarıyı bir sonraki yılın başına aktarabilirim. Hâlihazırda üçüncü romanımı yazmaya yoğunlaştım. İlk iki romanım gibi ağır işçilik yapmamı gerektirmeyen bir roman bu. Yine de 2011 yılından önce yayınlamayı planlamıyorum. Kısmet.  

>  Sürekli küreselleşmekten ve iletişimdeki, bilgiye ulaşmaktaki gelişmelerden bahsediyoruz. Bu “küreselleşen dünya”nın kadına kazandırdıkları ve kaybettirdikleri hakkında neler söylersiniz?

> Genel olarak dünyadaki gelişmeler, kadının kültür ve sanat alanlarına katılımını destekleyecek yönde seyrediyor. Kuşkusuz sözünü ettiğim yazılı kültürdür, kayıtlanmış sanattır; yoksa elbette ki kadın kültürün, sanatın içindeydi, ama mesela felsefede adı geçmiyordu ve edebiyatta da sınırlı olarak yer buluyordu. Ya da şöyle: Resim sergileri açılıyordu da, kilim sergileri açılmıyordu. Resim duvarda, kilim yerdeydi. Ardımızda bıraktığımız bir-iki yüzyıl içinde insanlık bilginin yoğun dolaşımına sanki birdenbire açıldı. Düşünümselliğin göz ardı edildiği bir bilgilenme, kadın olsun, erkek olsun, herkes için ille de gelişme imkanı anlamına gelmeyebilir. Sizin de ifade ettiğiniz gibi, bir bilgi kirlenmesi, bilgi yağması söz konusudur artık. Hukuki planda da kadının kendini gerçekleştirmesi yönünde olumlu adımlar atılmış gibi görünüyor. Sorun şu ki, çağımızın idealleştirilmiş kadını, Batılı Beyaz Erkek Özne üzerinden tanımlanmış bir kadın. Bu kadın modelinin gerçekleştirilmesi yönündeki dayatmalar, pek çok kadını mutsuz ediyor. Söz konusu kadın tipini ideal olarak görmeyen kadınlar sanki daha az kadınmış gibi algılanıyor, bazen resmi ideolojilerin, bazen de popüler kültürün ifade kanallarında.

BENİM İNANDIĞIM ÖZGÜRLÜK HERŞEYDEN ÖNCE İÇSEL ÖZGÜRLÜKTÜR

> Günümüz dünyası kadına bir takım hakları, “özgürlük” adı altında sunuyor. Siz, “kadının özgürleştirilmesi” açılımlarına nasıl bakıyorsunuz? Sizce modern dünya, gerçekten kadına hak ettiği özgürlükleri sunabiliyor mu?

> Benim inandığım anlamda özgürlük, her şeyden önce içsel özgürlüktür. Kimse de kimseye böyle bir özgürlüğü gümüş bir tepsiyle sunmaz, bakır bir tepsiyle de sunmaz. Nesnel özgürlük şartlarını kazanmak için de bir mücadele vermeli, onu hak etmelisiniz. Kişiliğiniz geliştikçe, özgürlüğünüze bakışınız değişir zaten. Günümüz dünyasında kaidevi olarak kadınların görece daha özgür şartlara sahip olduğu söylenilebilir. Fakat özgürlüğe ilişkin yanılsamalı bir algı aynı ölçüde kadınların kendilerini geliştirme şartlarını ve ufuklarını tehdit ediyor. Özgürlüğün kazanımı sorumluluklardan uzak durmak şeklinde anlaşılmamalı. 

> Müslüman kadın kimliğinin, bir 10 yıl öncesine göre çok fazla mesafe kat ettiğini görüyoruz. Türban ve başörtüsü (tam olarak olmasa da) geçmişe oranla artık gayet doğal karşılanıyor. TV’lerde, gazetelerde türbanlı yazarlarımızın, programcılarımızın sayısı dikkat çekici. Bunu, ülkemizdeki özgürlükler adına bir gelişme olarak görebilir miyiz?

> Elbette. Başörtüsünü ilk örttüğüm 1980 yılında İstarbul’da, başörtülü bir genç kızın kendi adına seçme iradesine sahip bir birey olabileceği asla düşünülmezdi. Başörtülüler birileri tarafından kapanmaya zorlanan, dış güçlerin maşası, akli melekeleri, muhakeme güçleri zayıf kişiler olarak görülürlerdi. Aradan geçen yıllar içinde kamusal alan başörtülülerin katılımına büsbütün açılmış değil. Yine de başörtülüler alternatif kamuların açılımını zorlayacak ölçüde bir gücü, inancı ve kararlılığı temsil ediyorlar. Önemli olan iyiliğin, doğruluğun ve güzelliğin üretimidir. Hakikat yolunda, gerçeklerin dillendirilmesi, açığavurulmasıdır. Başörtülüler bu bağlamda yapabilecekleri kadar üretimde bulunamasalar da, yok da sayılamıyorlar. Ben elbette üretim derken, neşeli üretim olarak isimlendirdiğim bir üretim tarzını kastediyorum. Nedir neşeli üretim? Kişinin yeteneklerini açığa çıkartan, emeğini ortaya koyarken bir üretim tadı almasını sağlayan ve bunu etrafıyla paylaşmasını da mümkün kılan üretimdir. Yoksa, bir dairede günde birkaç dosyayı rafa kaldırıp indirme şeklinde anlatılagelmiş bir iş hayatını hiç anlamlı bulmuyorum. İnsanlar geçimlerini sağlamak için çalışmak zorundalar, orası öyle. Fakat geçimini sağlamak için çalışırken mutsuzlaşan ve zaten emeğinin karşılığını da alamayan  insan, Kur’an’da bahsi geçen “mustazaf” tanımı içinde görülmeye yatkınlaşabilir zaman içinde.

BAŞÖRTÜLÜ YAZARLAR MUHAFAZAKAR MEDYADA KOLAY YER BULAMIYOR

> Ülkemizde ciddi bir başörtüsü polemiği ve sıkıntısı yaşanıyor. Bu yaşananlar, başörtülü bir yazar olarak sizi nasıl etkiliyor?

> Bu konuda söylenecek çok söz var. Başörtüsü yasakları nedeniyle en az on yıl yazılarımı müslüman kadın ve yazabilme şartları üzerine yoğunlaştırdım, kılık-kıyafet bağlamında araştırmalar yaptım, kitaplar yazdım. Bu yasak çok akıldışı bir şekilde toplumumuzu kamusal alanda sembollerin görünürlüğü konusuna kitlemiş bulunuyor.

Başörtülü bir yazar olmak da ayrıca çok kolay yazamamak anlamına geliyor. Yine de ne kadar doluyuz ki yazmadan edemiyoruz. Ne yazık ki başörtülü yazarlar muhafazakâr medyada kendilerine kolaylıkla yer bulamıyor. Bu da kadın yazarları vitrin süsü olarak görme eğiliminin bir sonucu sanırım. Diğer taraftan başörtülü yazar olarak yazdığınızda, iki yönlü bir tepkiyle muhatap oluyorsunuz sürekli. Birileri, hep başörtüsü üzerine yazdığınızı öne sürerken, başörtüsünü yeteri kadar yazmamakla eleştirildiğiniz de oluyor. Sizi inancınızla vurmak isteyen kişi, başörtünüzü öne sürüyor, laik olsun, dindar olsun. Geçtiğimiz günlerde aşk üzerine bir yazı yazdım, başörtülü bir yazar aşk üzerine yazar mıymış, diye tepki veren mesajlar aldım. Bu mesajları yazanlar da dindar olmuyor her zaman. Ben benzeri yazıları Gerçek Hayat’ta yazdığımda, derginin okuyucularından bu tür tepkiler almazdım. Yani başörtülüler konusunda laikçilerin bilinçaltı ve üstü vehimlerle, hurafeyle dolu. Başa takılan örtünün kadının doğrudan hareme kapanma isteğinin göstergesi olarak okunduğunu şaşkınlıkla görüyorum. Oysa yirmibeş yıldır bu görüşü eleştiren yazılar yazıyorum, kitaplar yayınlıyorum. Laik ve ilerici olduğunu öne süren bir okur sizin aşk üzerine yazamayacağınıza karar verme konumunda görüyor kendini. Başörtülü bir kadının icazet almadan yazamayacağı hissi hâkim bazılarında. O icazet belgesinin de kendi ellerinde olduğunu sanıyorlar,  kulaktan dolma bilgileriyle.

TEK BİR BAŞÖRTÜLÜ YOK

>  Türkiye’de yaşayan başörtülü bir kadını, örneğin 10 yıl sonra nerede görüyorsunuz?

>  Tek bir başörtülü yok, bilirsiniz. Başörtüsünü nasıl bir inanç ve kaygıyla örttüğüne bağlı olarak değişir, bu sorunuzun cevabı. Yükseklerde bir yere bağlılığı hatırlatan başörtüsü, bugün neredeyse, yarın da oradadır. Hak yolunda ilerliyordur. Tabii somut olarak da bir şeyler öngörebilmem gerek, o başörtülü kadın için. Sanırım özgürce gelişme ve üretme imkânlarını ketleyen yasakların kalktığı bir ülke düşlüyoruz hepimiz. Türkiye’nin, Türk halkının iyiliği için ben de bunu diliyorum. Türkiye başörtüsü yasağı nedeniyle engelli bir ülke olmaktan çıkmalı. On yıl sonra başörtülü kadınları bir yasağın sorunlarıyla cedelleşmekten kurtulmuş halde, etraflarına ışık saçan aydınlık bireyler olarak görmeyi umuyor, diliyorum.

www.5hececiler.com

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Türkiye'den dünyanın en büyük ikinci rezervi için Çin ile işbirliği kararı
Selçuk Bayraktar'dan İran'daki helikopter kazasıyla ilgili son dakika açıklaması!