O kınalı parmaklar da saz çalıyorlar

Kadının âşık değil maşuk olduğu bir kültüre sahibiz. Ama geleneğe başkaldırıp, saz omuzda şehir şehir, ülke ülke dolaşmaya devam eden kadın aşıklarımız da var.

O kınalı parmaklar da saz çalıyorlar
O kınalı parmaklar da saz çalıyorlar
GİRİŞ 29.03.2006 09:39 GÜNCELLEME 29.03.2006 09:39

Sivas’ta bir âşıklar bayramı. Sene 1964. Orduevinde toplanan âşıkları ilk selamlayan 59. Tümen Komutanı Tümgeneral Fuat Doğu olur. Az sonra sahne alacak âşıkların yüzlerinin yanık ve derin çizgili, kıyafetlerinin ise yadırganacak bir yoksulluk içinde olduğunu hatırlattıktan sonra sorar çevresindekilere: “Nasıl oluyor da karanlık, ışıksız köylerde ve tezek kokuları içinde bu kadar engin duygulu şairler yetişiyor?” O gecenin anısına çekilen fotoğraf karesinde Fuat Doğu iki âşığın arasında oturur. Âşık Veysel ve ‘Derdimend’ mahlaslı Fatma Oflaz. Başında yün atkısı, yüzünde yaşmağı, elleri dizlerinde oturan 70’lerindeki bu kadın, şölende saz çalmaz; fakat bir şiirini okur: “…Derdimend’im asla hilaf sözüm yok/ Çok şair var provada arzum yok/ Ümmiyim efendim elde yazım yok/ Adaletli gördüm sultan Sivas’ı…”

Fatma Oflaz, ‘Er meydanı’ diye nitelenen âşıklar şölenine katılan ilk kadın âşık; ancak son değil. Dadaloğlu’nun, Pir Sultan’ın, Âşık Veysel’in izinde yürüyen kadın âşıklar 2000’li yıllarda da çalıp söylemeye, saz omuzda şehir şehir, ülke ülke dolaşmaya devam ediyor. Kadının âşık değil maşuk olduğu bir kültürde, çoğu zaman beşerî bir âşka düştüklerini de gizleyerek şiir söyleyen ve saz çalan kadınların hikâyeleri birbirinden ilginç. Sümmani’nin, Sefil Selimi’nin, Çobanoğlu’nun, Mahzun-u Şerif’in terk-i dünya ettiği, Reyhani’nin sustuğu şu çağda ‘âşıklık geleneği’ kadınlara nasıl bir rol biçiyor? Üç eteklerini, şalvarlarını giyerek ‘er meydanı’nda saz ve söz yarıştıran kadın âşıklar nasıl bir hayat sürüyor, ne tür sıkıntılar yaşıyor. Hâsılı, aşka düşen kadın, bedelini nasıl ödüyor?

Şiir yazan ve saz çalan kadınlar önce babalarının, sonra eşlerinin ve erkek meslektaşlarının “kadından âşık mı olur?” engeliyle karşılaşmışlar. Hemen hepsinin geçmişinde bir “saz kırılma” hadisesi var. Kiminin babası kırmış kiminin kocası. İşte bu yüzden çoğu yalnız yaşıyor. Meslektaşlarının kimi “kadın âşık” fikrine direnip er meydanının ciddiyetine halel geleceğinden korksa da destekleyenler çoğunlukta. Geleneğin şart koştuğu usta-çırak ilişkisi, kadın âşıklar için de geçerli mesela. ‘Ağabey’, ‘baba’ dedikleri usta âşıkların dizinin dibinde yetişen kadınları Âşık Veysel’in yanında otururken, elini öperken gösteren bir fotoğraf karesi çok şey anlatıyor: “Biz hep buradaydık, geleneğin içindeydik, ustalarla çalıp söylerdik…”

Anadolu turnelerinde kaloriferi bozuk minibüslerde titrerken de Almanya kahvelerinde işsiz Türklerden üç kuruş bahşiş beklerken de beraberlermiş. Şimdi, eskisi kadar sık hatırlanmadıkları için küskün oturdukları evlerinde, şölen alanlarını, konser salonlarını, sazları ve millî giysilerle dolu valizleriyle çıktıkları yolculukları özlüyorlar. Sünni âşıklar “kapalı kalsın” dedikleri beşeri aşktan Allah aşkına doğru yürümeye gayret ediyor, geleneğin tasavvufî yönüyle ilgilenmeyen Alevi âşıklar ise toplumsal meselelere vurgu yapıyor. Onları birleştiren sazın tınısı ve âşıkların toplumu güzel değerler etrafında topladığına dair inançları. Hepsi de aynı şeyi söylüyor: “Biz daha görünür olsaydık, pop kültür bu kadar yaygınlaşmazdı.”


ÂŞIK SARICAKIZ: KENDİ KENDİME SAZ ÇALIYORUM, BÖYLE OLMAZ Kİ!

Gerçek adı İlkin Manya. Emekli öğretmen olmasıyla diğer kadın âşıklardan ayrılıyor. Çocukken rüyasında çok iyi saz çalarken görürmüş kendisini. Ailesinde de saz çalan, türkü söyleyenler hep varmış. “Ben Anadolu insanıyım.” diyor; “Eskişehir’de doğdum, Ankara’da büyüdüm. Köy hayatını evlenince gördüm; ama hep kilim heybeler taşır, yün çoraplar giyerdim. Folklor hep hayatımdaydı.” Âşık Veysel’in son demlerine yetişmiş. Eyüp’teki evinin duvarında madalyalar ve plaketlerden başka onu Veysel ile gösteren iki fotoğraf duruyor. Öğretmen okulunda radyolardan dinlediği âşıklarla ilk defa 1971’de Konya Âşıklar Bayramı’nda tanışmış. Bu hayatının dönüm noktası. “İlk gün, bir çal, söyle bakalım” teklifiyle çıktığı sahnede “türkü dalı” birincisi olunca, çiçeği burnunda öğretmenliğine bir de âşık unvanı eklenivermiş. Birincilik madalyasını da dönemin Kültür Bakanı Talat Halman’ın elinden almış. Âşıklık bu kadar kolay olamaz elbette, ustalara kulak vermek, onların gittiği yerlere gitmek gerek. Sarıcakız da “geleneğin içinde olabilmek” için çırpınırken aldığı bazı kararlardan şimdi pişmanlık duyuyor: “Gençliğimde Yenimahalle’de Âşık İhsani ve eşi Güllüşah’ı görürdüm. İkisi de omuzlarında sazlarıyla yürürlerdi. Güllüşah’a saz çalmayı İhsani öğretmişti. Onlara çok özenirdim.”

İşte bu hayalin peşinde yürüyen Sarıcakız, önce adından hâlâ saygıyla söz ettiği Âşık Reyhani, sonra Âşık Emircan ve Güllüşah’la çalıp söylemesini hayranlıkla seyrettiği İhsani’yle evlenmiş. Hepsi de hüsranla sonlanan üç “âşık” evliliği… “Onlarla, âşık geleneğinin dışına itilmekten korktuğum için evlendim; ama beni daha çok ittiler. 57 yaşındayım; fakat hayatımın toplam sekiz yılını evli geçirebildim. At üstünde gelin gitme hayali kurardım. Gelinliği fotoğraf stüdyosunda sadece beş dakika giyebildim.” İlk sazı da evlilikleri yüzünden kırılmış işte, Reyhani ile evlenmesine sinirlenen babası o öfkeyle ikiye ayırmış sazı. “Ailemde büyük yıkımlara sebep oldu evliliklerim.” diyor Sarıcakız, “Evlendiğimi hep gazetelerden öğrendiler. Halbuki benden çok şey bekliyorlardı, beni kimselere lâyık görmüyorlardı.”

Farklı bir bakışla âşıklık ona kaybettiğinden daha fazlasını vermiş aslında. “Sıkı bir solcu” ve ateist olarak girdiği yolda teslim olmayı öğrenmiş. Şimdi, “Tamamen inançsızdım, Allah’ım affet!” derken gözleri doluyor: “O günlerin bedelini ödedim. Müthiş bir boşluk içindeydim. Bir dostum, seher vakti kalkmamı ve dua etmemi tavsiye etti. Öğretmen okulundan öğrendiğim bir iki duayla namaz kılmaya başladım. Çok şükür Allah’ıma.”

Sırf kafiye uygun geldiği için olur olmaz sözlere muhatap olmaktan korkan Sarıcakız, Reyhani ve İlhami dışındaki âşıklarla atışmamış; ama bir gerçeğin de farkındaymış: “Bana terbiyesizlik yapamazlardı. Reyhani’yle evlendikten sonra onların yengeleri oldum. Reyhani’yi seven herkes beni de seviyordu. Bir de Âşık Şeref Taşlıova’nın çok desteğini gördüm.”

Atışmalardan korksa da Avrupa’da kahvelerde çalıp söylemekten çekinmediğini anlatıyor. İki erkek âşıkla katıldığı son Almanya seyahatinde konser için gereken çoğunluk toplanamayınca Giresunluların, Erzurumluların, Karslıların ve Trabzonluların kahvelerini dolaşmış. Fakat elleri boş kalmış: “Kimsede para yoktu, moraller bozuktu. Niye böyle diye oturduk konuştuk. Büyük fabrikalar krizden dolayı ya kapanmış ya da Balkan ülkelerine taşınmış. Kahvelerde oturan Türkler çay içmeye korkuyor, bize nasıl para versin.” Başka bir sebep de popüler kültür karşısında gözden düşmeleri. “Yıldız Tilbe gelseydi koşarlardı.” demiş içlerinden biri. Âşık tarzı türkünün tadına varanlarsa şimdi namazında abdestinde ihtiyarlar. Onlar da kahvelere çıkmıyor artık.

HACCA GİTTİ SAZI BIRAKTI: ÂŞIK NURŞAH

Âşıklık bırakılabilir mi? Elbette hayır. Nurşah sadece saz çalmayı bırakmış. Âşık tarzı türküler yakmaya devam ediyor yine. Sazıyla vedalaşması da kolay olmamış. “Arafat’ı yaşadım yavrum. Onu gören saz çalamaz.” diyor. Yine de çok kararsız. Bir yandan “Sazım benim evladım gibi, onu hep bağrımda taşıdım. Yanlış bir yolda kullanmadım.” diyor, diğer yandan “Beni ondan ölüm ayırır.” dediği sazını artık eline alamayacağını söylüyor: “Müftülere danışıyorum; ama boşuna. Şimdi biri dese ki ‘Sazı çalabilirsin, günahı yoktur’ yine de çalmam. Vicdanım bırakmıyor. Rüyalarıma garipler giriyor, ölen âşıklar giriyor ‘çalma’ diyorlar. Kimilerine göre ben vesvese yapıyorum; ama sazı çalmaya bir niyetlendim arkamdan araba çarptı, bir daha niyetlendim gece kendimi uçurumdan düşerken gördüm. Cenab-ı Hak uyarılar gönderiyor.” Rüyalarında bağrından telleri koparken gördüğü sazını bir yılın sonunda duvardan indiriyor ve görüyor ki, telleri hakikaten kopmuş… Sonrasında eşine şöyle demiş Nurşah: “Hacı, sazım duvarda kalacak. Ekmek teknem benim. Onun parasıyla Hacca gittim.”

Dedik ya, âşığın kafası karışık diye, şimdi de “Aslında sazın gövdesi ağaç, telleri teneke onda bir günah yok; ama ya kadın sesi? Onu araştırıyorum.” diyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bir fetva gelmiş; “Amme hizmeti veriyor, talebelere çalabilir.” Bir başkası, “Erkekleri tahrik edecek şekilde söylemiyorsan sorun yok.” demiş; ancak Eskişehir müftüsünün, “Yiyecek ekmeğin varsa, ulu orta söyleme.” sözüyle bir kez daha derin düşüncelere dalmış Nurşah. “Vicdanım beni öyle kilitledi ki… Türkülerim bir tarafta kaldı, eskisi gibi okullarda çalamadığıma üzülüyorum. Kime kulak vereceğimi de şaşırdım. Hocanın birine denk geldim, ‘Sakın ha, çalmazsan o saz senden hesap sorar.’ dedi, öteki ‘Sakın kapıdan dışarıya çıkma, otur.’ dedi. Şimdi âşıkları toplu halde görünce içim gidiyor.” diyor. Nurşah’ın âşıklar âleminden kopuşuna vaktiyle onu dinlemiş hayranları da üzülüyor. Adı ilk duyulduğunda, “Kim bu? Gazinocu mu?” diye soran köylüler şimdi arayıp “Niye bıraktın?” diye sitem ediyorlarmış. Aleviler de İstanbul’dan haber salmışlar, toplantımız var, gelsin aramızda çalsın diye… Âşığın cevabı net olmuş: “Kusura bakmayın, sazı bıraktım.”

Nurşah, kendini “bâdeli âşık” olarak tanımlıyor: “Bâdemi, rüyamda çeşmeden su olarak içtim. Önceden de saz çalıp söylüyordum; fakat bu rüyadan sonra irticalen atışmaya başladım.” Atışma konusunda o da kadın meslektaşları gibi düşünüyor; “Biz mümkün olduğunca erkek âşıklarla atışmamalıyız.” Esprileriyle meşhur bir âşıkla atışmasını ise şöyle anlatıyor: “Konya Âşıklar Bayramı’ndaydık. Ben sözü Yunus’a, Mevlânâ’ya, ilâhi aşka getirince, karşımdakinin planları suya düştü.” Nurşah, âşık olup da evli kalabilen nadir kadınlardan. Sazı ve sözü zaten bırakmış olmasının bir rolü olduğu akla gelse de, âşıklık yaptığı dönemlerde de kocasından destek gördüğünü hatırlatmak gerekir. Sazı eline aldığı ilk günler bildik sıkıntıları o da yaşamış elbette; “İlk çaldığım saz, komşumuzundu. Eşim kızar diye saklıyordum. Halk Eğitim’e nota öğrenmeye gittiğimi söyleyince eşim hiddetlendi. ‘Ekmek bıçağını al, beni öldür; ama sazıma dokunma.’ dedim. Kalbine bir yumuşama geldi, ‘tamam’ dedi. Sonra baktı ki Yunus Emre haftasında, Mevlânâ etkinliklerinde çalıp söylüyorum, rahatladı.” Halk Eğitim’deki nota hocası da “Sen kadınsın, çok dedikodu olacak, üzüleceksen hiç başlama.” diye uyarmış. “Mücadeleyi kazandım.” diyor Nurşah, “Konya Âşıklar Bayramı’nda 80 âşık arasında tek kadındım. Ayağıma dikenler battı; ama sonunda ‘âşık ana’ ‘âşık abla’ diye elimi öptüler.”

“Âşıklıktan para kazanılır mı?” sorusuna her âşık Nurşah gibi olumlu cevap veremiyor: “Allah sazdan ekmek yedirdi yavrum.” Gurbetçilerin halk âşığına hasret kaldığı yıllarda sazına takılan dolarlarla bir araba bile almış. Ancak bir noktaya dikkat çekiyor: “Hiçbir zaman fiyat biçmedim. Huzurevlerinden, sağır-dilsiz okullarından hiç para almadım. Kimi zaman bir köye giderdik. Bakardım ki cami için yardım topluyorlar. Yanımda para yoksa ‘Bana vereceğiniz parayla caminin ihtiyacını karşılayın.’ derdim. Keşke şimdi de sazımı çalabilsem, camiler, okullar yaptırabilsem…”

Sivaslı Gülçınar için ‘yeni âşık’ diyorlar. Aslında o da diğerleri gibi ‘doğuştan’ âşık; fakat sazı eline geç almış. Sebep yine aynı: “Çocukken o tellerin tınısını duyduğumda tüylerim diken diken olurdu; ama Sünnî olduğumuz için köyde kızların saz çalmasına hoş bakılmazdı. Ne zaman ekonomik bağımsızlığımı kazandım, kendime saz alabildim. Çoğunu da eşim kırdı, çalmayayım diye. Boşandım, iki çocuğumu kendim yetiştirdim.”

Gülçınar’ın gerçek adı Ayten Çınar. Erkeklerde yaygın olan ‘kul’ mahlasının karşılığı kadınlarda ‘gül’ olunca, soyadının önüne bir ‘gül’ eklemekle yetinmiş. 5-6 yıldır âşıkların peşinde, onların meclislerinde yetişmeye, kaybettiği yılları telafi etmeye çalışıyor. En sevdiği âşık, hemşehrisi Veysel. Yine Sivaslı olan Sefil Selimi’nin elini öpemediğine üzülüyor. Yaşayan birçok ozandan feyzaldığını; ama özellikle Musa Merdanoğlu’dan ve Mihmani’den çok destek gördüğünü söylüyor. Reyhani’ye ise hayranlık besliyor. Ona göre bu yolun sonu yok, ‘oldum’ demenin mümkünü yok.

SAZ SORUMLULUK İSTER

Peki, nasıl düştü aşk yoluna? “Ben birine âşık olmuştum.” diye başlıyor söze, “Eli elime, gözü gözüme değmedi. Belki beni hiç bilmedi. Önce onun için şiirler yazmaya başladım; ama sonrasında toplumsal aşk daha önem kazandı. Yaşın getirdiği olgunluk mu, bilinç mi?” Âşığın türkücüden ayrıldığı nokta da işte burası: “Toplumun söyleyen dili, gören gözü” olmak. “Saz sorumluluk ister.” diyen Gülçınar, âşıklara prim vermeyen medyaya da kızgın: “Halk bizden bir şeyler duymak istiyor. Ana sevgisi, aile bağları, vatan, bayrak sevgisi. Medyada bu tür konular işleniyor mu?” Beşerî ve toplumsal aşk tamam, peki ilahi aşk? “Daha vakit var.” diyor Gülçınar, “Oraya doğru gidiyoruz.” Âşıklıkta ‘rüya motifi’nin önemini hatırlattığımızda ise, “Mesajlı rüyalar görüyorum; ama paylaşmak istemiyorum.” diyor.

Âşık şölenlerinde her zaman en ilgi çeken bölüm ‘kadın-erkek atışmaları’dır. Gülçınar’ın da atışmaya ilişkin bir hatırası var: “Manisa’da Âşıklar Şöleninde Osman Feryadi ile atıştım, altta kalmadım. Yerel televizyonda tekrar tekrar vermişler o sahneyi. Kişiliğini bilmediğim insanla atışmam. Dünyalar verseler kadınlık gururum daha önemli. Orada sadece kendimi değil tüm kadınları temsil ediyorum.”

DENİZ GEZMİŞ’E AĞIT YAKAN AŞIK

1970’lerdeki kaset kapaklarında ‘Şahsenem Bacı ve Oğlu’ yazıyor. Fotoğrafta oğul Yavuz Bingöl ve Şahsenem yan yana. Gün oldu, devran döndü, vaktiyle annesinin sazını taşıyan Bingöl şöhretle tanıştı ve şimdi anne, oğlu üzerinden tanınır oldu. “Yavuz, oğlum olmasaydı, kasetlerini dinlemezdim.” diye serzenişte bulunsa da “Yavuz Bingöl’ün annesi” olarak anılmaktan rahatsız değil.

Ozan ile âşık çoğu zaman birbirinin yerine kullanılan iki kavram. Âşıkların birçoğu, şairlere de ozan dendiği için bu kelimeyi ötelese de Şahsenem Bacı ozanlığın âşıklıktan daha kuşatıcı olduğunda ısrar ediyor. Ona göre ozan daha modern bir kavram; köyü, muhafazakârlığı ve dinden beslenen geleneği çağrıştırmıyor. Sol ideolojinin söylemlerinin dillendirilmesine imkân tanıyor: “Ozan radikal bir çıkış yapandır. Başı diktir, hiçbir partinin malı değildir, bireyseldir; çağdaşlıktan, Kemalizm’den, Cumhuriyet’ten yanadır.” Ama sonunda, “Âşık da ozan da bir kaynaktan çıkan pınar suyu gibidir.” diyor, hatta âşıklığın alameti olan irticalen söyleme becerisinin kendisinde de olduğunu söylüyor.

Onun aşkı, sazına ve şiirlerine… TRT’de sözleşmeli sanatçı olduğu yıllarda Deniz Gezmiş için yaptığı ‘Ağıt’ adlı kaseti toplatılınca kadroya alınmamış. Ama kimin umurunda? “Gençken karakola düşsek de gazeteler bizi yazsa.” diye bekliyormuş; “O zaman polisin götürdüğü ozan ünlü oluyordu. Ankara’da Murat Çobanoğlu ve Cem Karaca ile konser veriyoruz. Spor salonu tıklım tıklım. Gencim, heyecanlıyım, ortalığı yıktım. Polis sahneden kalkmamı istedi. ‘Programım bitsin alıp götürün.’ dedim; ama gençler arka kapıdan kaçırdılar beni. Şimdi o yüreği bulabilir miyim acaba?” 1970’lerde “etnik kimliklerle barışalım” çağrısı yapan Türkeş aleyhinde yazdığı bir şiir yüzünden başının sürekli belaya girdiğini söyleyen Şahsenem, ne gariptir ki dara düştüğü yerde bir Türkeş sevdalısı âşıktan yardım görmüş: “Antalya festivalindeyiz. Bir gece önce beni dinleyen Fikret Hakan, Tarık Akan ve Erol Taş’tan tebrik aldım, çok mutluyum. İkinci gece tam sahne sırası bana geldi, sazım kırıldı. Köylüm olan bir âşık vardı; ama sazını vermek istemedi.

KÖPRÜDEN ATILAN REYHANİ

Reyhani ise ‘Sazım sana kurban olsun.’ dedi.” Reyhani’nin, tam da Şahsenem Bacı’nın savunduğu değerleri yerden yere vuran bir türküsü yüzünden dövülüp bir köprüden aşağı atıldığını bilen var mıdır acaba?

Alevi kültüründe sazın kutsal olduğu, kadın ya da erkek saz çalmaya meraklı herkesin teşvik gördüğü bilinir; ancak Şahsenem Bacı’nın bağlama ile tanışıklığı hiç de kolay olmamış. Sorun, ailesinde değil köyünde imiş; “4-5 yaşlarındayken kepçenin sapını bıçakla çizer, don uçkuru geçirirdim ve lastiğin tınısına ağlardım. Af buyurun, annem-babam öküzlerin önünde ağlarken bulurdu beni. 13 çocuktan sonra yaşayan tek çocuk olduğum için şımartılıyordum. Babam, keçisini satıp bana bir saz aldı ve köy, birbirine karıştı. Kimi ‘Bu kız mecnun.’ dedi, kimi ‘Rüyasında bâde içmiş.’ Hiçbirine aldırmadım.”

YA SAZ, YA BULAŞIK

İlginçtir, öğretmen olan eşi de Alevi olmasına rağmen, çalıp söylemesine şiddetle karşı çıkmış. Ve beklendiği üzere sazını kırmış, bununla da kalmayıp şiirlerini yakmış. Ayrılıkla biten süreci şöyle anlatıyor: “Gönülden gönüle gider yol gizli gizli” türküsünü dinlerken duygulandım, ona benzer ‘Gel gizli gizli’ diye bir şiir yazdım. Eşim, ‘Sen kimi çağırıyorsun gizli gizli.’ diye dayak attı. Sonra şiirlerimi saklamaya başladım. Bu kez de sakladığına göre bir iş karıştırıyorsun diye söylendi. Bir süre bıraktım çalıp çağırmayı, sonra da boşandım.”

Şahsenem Bacı, diğer kadın âşıklarla aynı sıkıntıyı yaşıyor. Tam da olgunlaşmışken gözden düşmek… “Ben eski yıllarımı yaşamak istiyorum dolu dolu.” diye giriyor söze, “Nasıl desem bir başağı sularlar, büyütürler, danelerini alır gerisini çöpe atarlar ya. Zaman zaman kendimi öyle görüyorum. 64 yaşındayım, şimdi kendim için çalarım sazımı. Dinleyiciye gerek yok. Kimsenin duymadığı yeni türkülerim var. Sazımı elime aldığım zaman köpeğim Zorba ve kedilerim Minnoş ile Yumoş oturur dinlerler.”

Arzu Yiğit ile Adana Kozan’daki evinde görüştük. Biraz gergindi; çünkü son kasetinden bir türküsünü izinsiz okuyan Dilberay’a ihtarnâme göndermişti. Üstelik ikisi de aynı firmanın sanatçısıydı ve Arzu Bacı firmadan ayrılmak zorunda kalabilirdi. Tam da yeni bir kaset çalışmasına hazırlanırken… Âşıkları sazlı, sözlü diye ayıranlar var, bir ayrım daha yapılacaksa o da ‘kasetli âşık’ olmalı. Her aşığın kaseti, CD’si var; ama 17 kasetle rekor Arzu Bacı’da. Unkapanı’na önceleri eşiyle beraber gidermiş; fakat şimdi tek başına yolculuk yapıyor. Arzu Bacı, tıpkı Nurşah gibi eşi tarafından desteklenen ve evli kalabilen talihli âşıklardan. Onun âşıklık öyküsünde köy cenazelerinde ağıt yakan annesinin mührü var. Çocukluğunda değneği saz diye çalarmış. Gerçek bir bağlamaya ise ancak evlendikten sonra kavuşabilmiş.

KEŞKE HACCA GİTSEYDİM

Eşinin öğrenemediği sazı kendi gayretiyle konuşturmayı başarınca, keşfedilmesi uzun sürmemiş: “Evde, türkülerimi kasete okuyordum. Sonra benim amatör kasetlerim sağda solda dinlenmeye başladı. Köylüm Âşık Hacı Karakılçık bir gün beni çağırttı ve sonrasında birlikte konserlere gittik.” O gün iki âşık arasında geçen diyalog pek şenlikli; “Sazı al, bir türkü söyle bakayım.” “Ben utanırım.” “Utanma hemşerim, seni konserlere götüreceğim. Başarırsan devam, olmazsa gider evde bulaşığını yıkarsın.”

Arzu Bacı, başarmasına başarmış; ama 1990’larda gördüğü ilgiden mahrum olduğu için yine evde bulaşıklarını yıkıyor. Üstelik şimdi daha usta, daha güzel türküler yazıyor, sazı daha iyi çalıyor. Eskiden bir konserden ötekine koştururken eve giremezmiş, şimdi, en son ne zaman çalıp söylediğini hatırlamıyor. “Kısa bir zaman önce birkaç düğüne gittik. Orada da âşık tarzı çaldım. Düğünün orkestrası hareketli parçalar çalıyor zaten, biz özel istek üzerine arada çıkıp türkümüzü okuyoruz.” İlgisizlikten başka, kaçırılmış bir hac treni de üzüyor Arzu Bacı’yı. İlk kasetini çıkardığı Çakır Plak’ın sahibi, hacca gidip Unkapanı piyasasından çekilirken, “Bacım, bırak bu işleri, hacca göndereyim seni.” demiş; ama yeni heves çalıp söyleyen âşık, teklifi geri çevirmiş. “Şimdi dese, bırakırdım belki de. Gönlüm geçti galiba. İçimde Allah’a daha yakın olma arzusu var.”

Arzu Bacı’nın Âşık İmami ve Gül Ahmet’le beraber doldurduğu iki atışma kaseti var. Atışma dediysek, danışıklı dövüş, zor durumda kalmamak için sözlerin önceden belirlendiği atışmalara katılıyor Arzu Bacı. Ancak bu konudaki temkini, başka tür söylentilerin önünü kesememiş. Kaset doldurduğu ve konsere gittiği her âşıkla arasında ‘aşk’ olduğuna dair dedikodular dolaşmış etrafta. “Allah’a şükür bitti, yoruldular çünkü.” diyor, “O zaman anne tarafımdan dedikodu yapanlar şimdi kızlık soyadımı kullanmamı istiyor.” Kimi zaman eşinin iteklemesiyle âşıklığa devam eden Arzu Bacı’nın ‘saz kırılma’ hikâyesi de kendine göre elbet. “Sazı düşürdüm, kırıldı. Oturdum ağlıyorum. Eşim de o sıralar ciddi bir rahatsızlık geçirdi. İçinden demiş ki, ‘Ben ölmeye ölürüm, bari şu kadına bir saz alayım da ekmek parasını çıkarsın.”

SİNEM BACI: SÜNNİ BACILARIMIZ SAZ ÇALMAYI BİZE BORÇLU

Sinem Bacı, Zara’nın Alevi köylerinden Gürpınar’da doğup yetişmiş. Cemevinin kapı eşiğinde, saz çalan dedeleri dinleyen, rüyasında bilinmeyen türküler okuyan küçük bir kız çocuğu… Ehl-i Beyt sevgisi, Pir Sultan aşkı, babasından dinlediği ‘tevhid’lerde adı geçen imamlar… “Bu kız, Pir Sultan’ın kız kardeşi.” derlermiş hep. Köy evlerinin damlarında verdiği konserlerin plakçılara uzanması zaman almamış. İlk ustası ünlü Alevi âşık Davut Sulari, sonrasında Musa Pervani. İlk 45’liğini de 1972’de henüz 17 yaşındayken Pervani Plak’tan çıkarmış. Önceleri sadece türkü okurken zamanla kendi türkülerini yazmaya başlamış; ama saz çalamıyormuş. Beşinci 45’liği çıktığında yurtdışına davet edilen şöhretli bir âşıkmış artık.

Bağlama’yı eşi Âşık İhsani’den öğrenmiş. Vaktiyle Güllüşah’ın ve Sarıcakız’ın da eşi olan İhsani… Ne hikmetse bu evlilik de yürümemiş. “İhsani’yle evlendiğimde 19 yaşındaydım. Eşim ön plana çıkmamı istemiyordu; ama halk beni sevdiği için sazı öğretmek zorunda kaldı. Boşanana kadar kendime ait bir sazım olmadı.” Ama neticede onun sazı da duvardan düşüp kırılmış. Alevi kültüründe saz kutsal, kırılsa bile atmak olmaz; sapı hâlâ duvarda asılı. “Bizde saz çalmak, ibadetle eş değer.” diyor Sinem Bacı ve ardından iddialı bir söz söylüyor: “Sünni bacılarımız saz çalıyorsa bunu Alevi kadınlarına borçlular. Bizde baskı yoktur, destek vardır, saygı vardır.”

O, ne çektiyse erkek meslektaşlarından çekmiş. Boşandığında, “Şimdi tek başınasın, gör bakalım konserlere çıkabilecek misin?” diye meydan okuyanlar bile olmuş. Sinem Bacı zamanla kendisine bir komplo kurulduğuna inanmaya başlamış: “Kapılar kapandı bir türlü açılmıyor. Davet edildiğim yere bir başkası gidiyor. Sünnilerin hazırladığı şölenlere çağrılmıyorum. TRT’de söylediğim bir türkü yüzünden bir dönem yasaklanmıştım. Hâlâ onun sıkıntısını yaşıyorum. En son plağım 1979’da çıktı. Belki de öldükten sonra değerim bilinecek. Kaderim nasıl yazılmış bilmiyorum.”

Gerçek adı Filiz Yurdakul olan Sinem Bacı, hâli hazırdaki durumun parlak olmadığını kabul etmekle beraber, ‘âşıklık öldü!’ diyenlere meydan okuyor: “Şimdi daha donanımlı, daha bilgiliyiz, asıl şimdi daha aktif olmamız gerekir; ama bu iş daha bitmedi. Âşıklığın ölümüne tarih karar verir.”

ÂŞIĞIN KARNI EKMEĞE DOYMAZMIŞ

Kadın âşıkların hepsi de çilesiz aşk olmayacağına inanıyor. Onlara göre zenginden âşık çıkmaz, âşık dediğinin karnı ekmeğe doymaz. Arzu Bacı, güzel bir hikâyeyle konuyu özetleyiverdi: “Zamanında bir köye tilki dadanmış. Köyde hiç tavuk bırakmamış. Yakalamışlar; ama nasıl bir ceza vereceklerini bilememişler. O sırada karşıdan omzunda sazıyla bir âşık geliyormuş. ‘Bu çok geziyor, tilkinin cezasını o versin.’ demişler. Âşık sırtından sazı çıkarmış, tilkinin sırtına bağlamış. ‘Sen ne yaptın ya hu, sazın da gitti, tilki de’ demişler. Âşık gayet sakin, ‘Sırtında saz olduğu sürece onun karnı ekmeğe doymaz.’ demiş.”

ATIŞMA

Doğan Kaya, atışmayı şöyle tanımlıyor: “Aşıkların söz oyunlarıyla rakibinden üstün görünmeye çalışmasıdır. Seyirciye hoş gelecek çarpıcı ve mizahi sözlerle, alaycı ifadelerle ve tuhaf benzetmelerle seyirci karşısında küçük düşürülmek istenir.”

POPÜLER TEZ KONUSU: KADIN ÂŞIKLAR

Kadın âşıklar hem Türkiye’de hem de yurtdışında üniversite tezlerine ve kitaplara konu oluyor. Amerika’dan bir profesörün ziyareti onlar için alışıldık bir durum. “Yıllarım röportajda geçti yavrum.” diyen Âşık Nurşah, Viyana, ve Brüksel’de üniversite gençlerine çalıp söylediğini anlatıyor. Yerli, yabancı 15 öğrenci onun sayesinde kep giymiş. Japon Devlet Televizyonu’nun çektiği “Tarihin Altın Çağları” adlı belgeselde Murat Çobanoğlu ile beraber rol almış. Konya Selçuk Üniversitesi’nden bir öğrenci, Arzu Bacı’nın hayatını kitaplaştırmış. Sinem Bacı’nın İlgi Yayınları’ndan çıkan ‘Benim Özetim’ adlı bir kitabı var. Şiirlerini ‘Söz Nereye’ adlı bir kitapta toplayan Şahsenem ise Ege Üniversitesi’ne tez konusu olmuş. Sarıcakız bir adım ileri giderek, Cumhuriyet sonrası yaşamış kadın âşıkların şiirlerini ‘Halk Şiirinde Ana Sesi’ adıyla derlemiş.

Konu tezden açılmışken, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin doktora öğrencisi Sevilay Çınar’ı ayrı bir yere koymak gerekir. Âşıklarla görüşmek için gittiğimiz Kozan, Eskişehir, İzmir ve Ankara’da onun adına rastladık hep. Bizden önce dolaşıp, bütün belgeleri toplamıştı. Sivaslı olması dolayısıyla doktora tezi için âşıkları seçmesi anlayışla karşılanan Sevilay’ın önemli tespitleri var: Kadın âşıklar, birbirlerine destek olmuyor hatta hiç bir araya gelmiyor. Devlet tarafından görevlendirilmiyorlar, Kültür Bakanlığı madem sınavı geçen âşıkları kayıt altına alıyor, o zaman onları maddi olarak da desteklemeli. Her şehirde bir âşık şöleni olmalı. Azerbaycan’daki ‘Âşıklar Okulu da iyi bir örnek olarak incelenmeli. Değişime ayak uyduramıyorlar ve yeni yetişen âşıklar, çevrelerinde usta bulamayınca geleneği yozlaştırıyor.

Sevilay Çınar’a göre, âşıkların misyonlarını tamamladığından söz edilemez. Evet, şimdi köy kahvelerinde televizyon seyrediliyor; ama kültürü müzikle taşıyan bir haberci henüz çıkmadı.

RÜYADA BADE İÇMEK

Aşıklıkta iki yol vardır; bir usta yanında yetişmek ya da rüyada bade içmek. Bade, kimi zaman şerbet ya da sudur kimi de elma, nar, ekmek, üzüm gibi bir yiyecektir. Pir elinden bade içen aşık rüya sonrası daha özel yeteneklere kavuştuğuna inanır.


(Aksiyon)

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Bakan Tekin: Soru hazırlama havuzunun yarısı öğretmenlerimizden seçilsin istedik
Milas’ta iki minibüs çarpıştı: 4’ü ağır 14 yaralı!