'Min selamûn kalben li Beyrut!'

“İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali tarafımız belli olsun” diyerek, acıları paylaşan Yıldız Yıldırım’ın Şam’dan yazdıklarını, o olağanüstü satırlarını okuyun...

'Min selamûn kalben li Beyrut!'
'Min selamûn kalben li Beyrut!'
GİRİŞ 03.08.2006 15:52 GÜNCELLEME 03.08.2006 15:52

“İsrailleşmeye” inat “Min selamûn kalben li Beyrut!”


Benim kelimelerim yetmiyor...


Sadece bütün dünyanın “israilleşmesinden” korkuyorum...

Uruguay’lı gazeteci-yazar Eduardo Galeano’nun yazdıkları içimi ürpertiyor:

“Demek ki bizler, karşılıklı birbirlerini öldürmekte uzmanlaşan bir hayvan türüyüz. (...) Daha ne kadar zaman ölüme böylesine âşık bir dünyanın mümkün olabilen tek dünya olduğunu kabul edeceğiz?”

Sadece bu topraklarda “israilleşmek” için can atanların yazıp, çizip kustukları laflar midemi bulandırıyor...

Bu “israilleşenler”, İsrail’in işlediği cinayetlere karşı gelmenin ilk adımının kendi topraklarında ölümden bahsetmekten vazgeçmek olduğunu görmek istemiyorlar... Kürt meselesi “bizim meselemiz” diyen, “silahsız külahsız insanca düşünelim şu meseleyi” diyenlere karşı gene, hâlâ, inatla “hain” demek için yırtınıyorlar...

Ama görmüyorlar İsrail’i... Baktıkları İsrail’i görmüyorlar...

İsrail “akıllı bombalar” atıyor “düşman çocukları” yer altında bile bulabilmek, onların kafalarını, bacaklarını koparabilmek, simsiyah kömür haline getirebilmek için... Taş taş üstünde bırakmıyor... Gözleri dönmüş vaziyette; çevre mevre dinledikleri yok; televizyon ekranlarına canlarını kurtarmaya çalışan katrana bulanmış yengeçler; bombalarla yakılmış, ezilmiş ağaçlar yansıyor...

Bu manzaraların kaçınılmaz olduğunu mu söylüyor bize “israilleşmek”?

Hiçbir gerekçe bu vahşeti doğrulayamaz! Ama her gerekçe sadece “israilleşmenin” gerekçesidir! Çünkü Galeano’nun dediği gibi, “İsrail daha önceki istilalarda Lübnan’ı yakıp yıktığında Hızbullah yoktu.”

Vahşetleriyle yeni “gerekçeler” yaratıyorlar; bugün artık Hızbullah var... Eskisinden daha güçlü...

Yıllar sonra bir arada yaşamayı başarabilmiş o cânım Lübnan’ın halkı “terörist” Hızbullah’ın ve Nasrullah’ın arkasında birleşiyor... Hızbullah’ın “şeriatçılığından” şeytan görmüş gibi korkması gereken dekolte kıyafetli genç kızlar, ellerinde Hızbullah liderinin fotoğrafıyla sokaklarda haykırıyorlar: “Hepimiz Hızbullah’çıyız! Hepimiz Nasrullah’ız!”

Ve bugün İsrail’in ortalıkta yıkacağı bina, köprü, ev, yuva, okul kalmadığı zaman, öldüreceği Hızbullahçı kalmadığı, cinayetlerine son vermek zorunda kalacağı gün Hızbullah çok daha güçlü olarak küllerinden doğacak... Bugün öldürülenlerin ruhları yerin yedi kat altından çıkacak...

İsrail’e karşı çıkanların “anti-semitizm”le suçlandığı palavralar da katillerin yönettiği bu ülkeye artık fayda sağlayamıyor... Çünkü gene Galeano’nun dediği gibi, İsrail’in vahşetine karşı çıkan, Filistinlilerle bir arada barış içinde yaşamak isteyen, Filistinlilere, Lübnan’lılara karşı savaşmak istemedikleri ve askerlik yapmayı reddettikleri için devletleri tarafından “hain” ilan edilen İsrail vatandaşlarını kimse kalkıp “anti-semit” olmakla suçlayamıyor...

Artık sadece İsrail ve cinayetleri var...

Ne utanç verici, bir ülkenin adının katillikle özdeşleşmesi!

Ve nasıl gurur verici bir şey olmalı, katillere katillerin dilinden cevap vermemeyi başarabilen bir ülke olabilmek! Gücünü öldürmemekten alabilen bir ülke olabilmek! Ve katil bir ülkeye tam da bu duruştan cevap verebilmek!

İsrail’e karşı direnmek onun kullandığı dilin ne kadar iğrenç ve sadece katillerin dili olduğunu söylemekten geçiyor... Katillerin diline karşı cevap vermenin yolu sadece o dili yeniden üretmemekten geçiyor... Bu iğrenç, küstah katillere karşı çıkmanın yolu burada “israilleşmemekten”; az ileride de sanki pek matah bir şeymiş gibi ulus-devlet olmaya, ABD’nin uzantısı İsrail gibi olmaya özenmemekten geçiyor...

Ne saçma bir şey bütün bu insansızlık hali karşısında yazı yazmaya çalışmak... Ama gene de inatla yazmak, konuşmak, söylemek gerek...

Çünkü, silahlar, bombalar İsrail’e ve “israilleşenlere” ait olsa da, Lübnan’dan bir grup Şii, Sünni, Ermeni, ve Maronit’in birlikte kaleme aldıkları mektupta söyledikleri gibi, “Hiçbir ordunun karşı koyamayacağı, hiçbir katilin öldüremeyeceği ‘zaman’ bize yani her yerin insanlarına ait... Sınırları olmayan, kimsenin yıkamayacağı söz, şiir, şarkı, müzik, görüntü, gözyaşları ve gülümsemeler, ölülerin hafızası ve yıkılmış kentlerin, yakılmış toprakların ağıtları, yaşam sevincinin timsali çocuklar bize ait...”

Hafızamızı, acımızı, sesimizi, soluğumuzu bir yerlere anlatmak, kayda geçirmek gerekiyor... “İsrailleşmenin” yarattığı korkuya direnebilmek için...

Benim anlatamadıklarımı anlatan ve “İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali tarafımız belli olsun” diyerek, acıları paylaşan Yıldız Yıldırım’ın Şam’dan yazdıklarını, o olağanüstü satırlarını okuyun en iyisi...

28 Temmuz, Şam

Annemin şarkısını dinliyorum.
Özlemden bahsediyor.. evladın anneye, annenin de evlada olan özleminden.
Annemi özledim.
Fakat gitmek istemiyorum.
Dönmek istemiyorum Türkiye’ye.
Burada kalıp ve belki de buradan gidip acılara ortak olmak istiyorum.
Filistinli, Lübnanlı, Iraklı anneler de özlüyorlar çocuklarını.
Ve çocuklar da özlüyordur annelerini.
Ne kadar büyümüş olursa olsun insan, hep çocuktur ve anneye ihtiyacı vardır.
Burada kalıp zulme rıza gösterenlerden uzak olmak istiyorum.

Çocuğunu kaybeden anneye teselli olabilmeyi , teselli edebilmeyi ne kadar da çok isterdim.
Ve çocuklar.
Ah içim parçalanıyor.
O kimsesizliği o yetimliği nasıl da taşıyabiliyorlar yüreklerinde.

Nasılda eziliyor ruhum insanlığın umursamazlığı altında.
Nasılda utanıyorum insanlıktan.

Filistin yıkılıyor!
Irak yıkılıyor!
Lübnan yıkılıyor!
Ve dünya bunu seyrediyor.
Elimden bir şeylerin gelmesini çok isterdim.
Kahrolası ben bu kadar tembel olmasam belki de şimdi kimseye bağımlı kalmaz ve kendi işimi kendim görürdüm...

Mülteci kampını ziyaret etmeliyim.
İnsanlara yardım etmeliyim.
Ablam telefonda sana ne diyor. Her şeye burnumu sokmamalıymışım. Türkiye’ye dönmeliymişim.
Bunu cidden böyle düşünüyor olması ne acı.
O insanların yerinde biz de olabilirdik. Sevdiklerimiz de olabilirdi.
O insanların yerinde değilim. Ama ben o insanları seviyorum.
Kardeşim gibi seviyorum onları.
Yeğenlerim, dostlarım gibi seviyorum.

İnsanların yürekleri insanlık melekelerini kaybetti.
Müslüman olduğunu söyleyenler ise tamamen yalancı!
Kimse bana Müslüman olduğunu söylemesin.
Alçaklığın adı İslam olamaz asla.
Ve kimse Müslüman değil artik.

İçim acıyor.
Allah’ım beni zalimlerden uzak tut.
İçim acıyor.
Bombalar yüreğimin orta yerine düşüyor.

İnsanlık öldü Allah’ım. İnsanlık öldü.
İnsanlar kör, sağır ve dilsizler güruhuna dönüştü.
İnsanlıktan çıktık Allah’ım.
Hayvandan da aşağıyız artık.
Zulme rıza gösteren şeytanın uşaklarıyız.

İnsanlık öldü Allah’ım.
Kalan mazlumları da iblisler her gün biraz daha yok ediyor.
Zevk ala ala.
Tadına vara vara.................................

2 Ağustos...

(...)
Çaresizlik hele de yakınında olunca daha bir başkalaşıyor.
Hastaneler, okullar, yurtlar mülteci dolu.
Hergün yanlarından geçip gidiyorum sessizce.
Bazen ağlıyorum tuhaf bakışlar altında.
Çaresizliğim beni zayıflatırken diğerlerini, yani savaşı, yıkımı ve göz yaşını yaşayanları güçlendiriyor.

(...)

Sabah gözlerimi “Min selamûn kalben li Beyrut” ile açtım.
(Selam sana yüreğimin derinliklerinden Ey Beyrut!)
Saldırılar başladığından beri dilimde dönüp duruyor.
Acılı ama sevgi dolu söylüyor Feyruz...


Ferhat Kentel / Gazetem.net / 03.08.2006 Perşembe


ferhatkentel@gazetem.net

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek: Türkiye sahalara döndü
Diyarbakır Barosu petrol arama çalışmalarının iptali için dava açtı