Aşk'ın 2 vatanı neresi, 3 hali nedir?

Gerçekten de Doğuda Aşk Bir Başka mıdır? Neden doğu? Batıda hiç aşık yok mu? 'Aşkın iki vatanı vardır' diyen yazar Yusuf Çetindağ'a göre bu iki vatan neresi? Aşkın halleri nelerdir? Eşeği insana Yusuf gösteren nedir?

Aşk'ın 2 vatanı neresi, 3 hali nedir?
Aşk'ın 2 vatanı neresi, 3 hali nedir?
GİRİŞ 30.05.2008 13:37 GÜNCELLEME 23.11.2019 12:09
Bu Habere 5 Yorum Yapılmış
Seher Kadıoğlu'nun röportajı

 

 

 

 

Emre Yayınlarından neşredilen Doğu'da Aşk Bir Başkadır adlı kitabın yazarı Yusuf Çetindağ ile kitabı ve aşkın tüm halleri üzerine uzun uzun konuştuk... Aşka değer verenlere ve Aşıklar hariç herkese yer yer yorucu gelecek ama aşk gibi adı bile insanın içini okşayan bir kavram için kaçınılmaz bir sohbet olduğuna inanıyorum.

 

 

 

 

 

> “Mevlana, aklın aşktan anlamayacağını söyler : “Akıl aşkın şerhinde çamura saplanmış merkep gibi aciz kaldı, aşkın da aşıklığın da şerhini yine aşk söyledi. Akıl bütün gidilecek yolları bilse de aşk yolunu bilmez. Peygamberimizin yolu aşk yoludur, aşk annemizdir biz aşktan doğduk” Bu konuyu biraz açabilir misiniz?

 

 

 

 

 

Akıl Ateşse Aşk Nurdur

 

 

 

 

 

> Akıl-Aşk karşıtlığı Şarkın en eski tartışma konusudur. Bu karşıtlık bazen felsefesi-mutasavvıf, bazen Cebrail-Refref ve bazen de Bayezid-Hz. Muhammed ile vurgulanır. Antik Yunan’dan itibaren felsefeciler aklı, mutasavvıflar aşkı, ehl-i sünnet ulaması ise akılla beraber nassı öne çıkarır. Tabi bu arada aşırı uçlarda olan bazı yorumlara da rastlarız.

 

 

 

 

 

Mesela felsefeyi kutsallaştıran bazı felsefeciler adeta akla taparlar ve akılla elde edilen bilginin, vahiyle elde edilen bilgiden daha üstün olduğunu, dolayısıyla felsefecilerin peygamberlerden üstün olduğunu söyleyecek kadar akıllarına, yani benliklerine tapınırlar. Diğer taraftan tasavvufu kutsallaştırıp da vesilelikten çıkaranlar aşırıya gidip kendilerinin manevi alemde peygamberleri geçtiklerini iddia edecek kadar hal sarhoşu ya da halin kulu olurlar. Yani manevi alemdeki makamların ağırlığını taşıyamayarak kendilerini kaybederler ve ağızlarından olur olmaz şeyler dökülür.

 

 

 

 

 

Nassda aşırıya gidenler ise hem aklı, hem aşkı, hem de müteşabihi inkar

 

 

ederek işin içinden çıkmaya ya da bu tür düşüncelerden kaçmaya  çalışırlar. Orta yolun yürüyücüleri ise hem aklı, hem aşkı ve hem de nassı kabul eder, birini diğerine düşman bellemez, aksine üçünü de birbirinin tamamlayıcısı olarak görürler. Bu konuyu Necmeddin-i Kübra’nın örneğini uyarlayarak anlatacak olursak; nassı gemi, aklı deniz, aşkı da dalgıç elbisesi olarak düşünebiliriz. Hedef; inciye, yani Mutlak Hakikate ermek olunca bu üçünden birisi olmadan yola çıkmanın bile imkansız olduğu açıktır. Ya da gemiden denize dalarken gemiyi yakalım, yok edelim, artık ona ihtiyacımız kalmadı dersek bu yanlış olur, çünkü inciyi aldıktan sonra onu korumak için yine gemiye ihtiyaç olacaktır.

 

 

 

 

 

Yani ne Yunan mistikleri ve onların İslam dünyasındaki talebeleri gibi “Ben her şeyi akılla anlar ve hallederim” diyeceğiz ve ne de Hristiyan ve Hindu rahipleri gibi “Ben aklı iptal edip sadece sezgiyle ve aşkla giderim” diyeceğiz. Akıl ateşse, aşk da nurdur, her birinin görevi farklıdır ve ikisi birlikte olursa gönül evi daha iyi aydınlanır ve gönül gözü daha iyi görür.

 

 

Ancak şu da bir gerçek ki akılla gidilecek yol vardır, aşkla gidilecek yol vardır. Akılla gidilecek yolu aşkla gitmek ne kadar büyük bir hataysa, aşkla gidilecek yolu da akılla gitmek o kadar büyük bir hatadır. Bu yüzden aklın müdahil olduğu aşktan hayır beklenmez, denmektedir. Diğer bir ifadeyle Akıl Cebraili’nin gideceği yol bir noktaya kadardır ve o noktadan sonra yola devam etmek istiyorsanız Aşk Refrefi’ne binmelisiniz.

 

 

 

 

 

> Bu kitap alışılmışın dışında seçkin, çeşitli okumalara açık, zor, ayrıntı zengini titiz bir çalışma. Aşk’a bakış, kelimenin etimolojisinden başlıyor; beşeri aşk, Hz Muhammed (sav) ve ashabının verdiği hükümlere varıncaya kadar sorgulanıyor. Mutasavvıflar, filozoflar, bilim adamları, kutsal kitaplar ne diyor? İbrahim Hakkı Hazretleri, İmamı Gazali, Mevlana, Yunus, Eflatun, İbn Sina, Keykavus, Kuşeyri Nietzsche aşk denilen muammanın sırlarını veriyorlar. Hem hiç bilinmeyen hem çok bilindik kavram her yönüyle inceleniyor.   Beşeri ve ilahi aşk en ince kuytularıyla sayfalarda açımlanmış. Mesnevilerde aşk, Klasik Türk Edebiyatında Aşk, Kanuni’den aşk şiiri. Hint, Yunan, Iran, Mısır, Mezopotamya, Yunan, Batı felesefeleri aynı masadalar. Evrensel yorumlarla karşılaşılıyor.        

 

 

 

 

 

Aşk’ın Alametleri, Aşk’tan Korunmanın Yolları Ya da Tedavisi, Kaç Çeşit Aşık Vardır, Aşk mı Muhabbet mi? Allah Aşkının Mahiyeti Nedir? Beşeri Aşktan İlahi Aşka Yol Var mı? Aşkın Felsefesi, Felsefi ve Bilimsel Aşkı Anlatanlar, Aşkın Metafiziği, Tasavvufi Aşkı Anlatanlar kitaptan bazı konu başlıkları.

 

 

 

 

 

Aşk’ın Künhüne Vakıf Olmak İsteyenler Okusun

 

 

 

 

 

> Doğru söylüyorsunuz. Bu kitabın yelpazesi çok geniş. Çok güzel yakalamışsınız; aşk hakkında herkesin söyleyeceği bir şeyler vardır, ancak aşk nedir derseniz, birkaç beylik lafın dışına çıkan da olmaz. Ben aşk konusunu böylesine geniş bir perspektiften alırken; her şeyden önce kendimi düşündüm. İşin aslına bakarsanız, okuyucu ne düşünür? Avamın seviyesine göre yazsak daha çok mu satar? Ya da hazırlamış olduğum bir eser çok satsın, birkaç baskı yapsın, meşhur olsun, vb. şeyleri hiç mi hiç aklıma getirmedim. Şimdilerde bu konuda ve başka konularda hazırlanan birçok çalışma gibi yukarıda saydığım türden kaygılardan dolayı cafcaflı birkaç bölümle çalışmayı sınırlandırabilir ve basitleştirebilirdim. Ancak az önce de dediğim gibi bunu yapmadım. Dolayısıyla ben hazırlarken çok emek çektim ve okurken okumanın da çok emek istediğini gördüm. Okuyucularıma şöyle seslenmek istiyorum: Bu kitap kolay bir kitap değildir, popüler hiç değildir, sakın ola ki adına bakıp süslü püslü tumturaklı birkaç beylik konunun tekrarından oluşan bir kitap da zannetmeyin. Bu kitabı sadece ve sadece aşkın künhüne vakıf olmak isteyenler ve zorlanarak okuma emeğini göze alanlar okusunlar.

 

 

 

 

 

Aşk’ın Karşılaştırmalı Olarak Değerlendirilmesi

 

 

 

 

 

Çünkü okuyucu bu kitapta aşkın iki ayrı haritasını bulacaktır. İlki Aşkın geniş ölçekli dünya haritası, ikincisi ise Aşkın dar ölçekli doğu haritası. Ayrıca doğu dediğimiz zaman bir tane doğu yok, birkaç tane doğu var. Hind de doğuda, Çin de doğuda İslam da doğuda. Bu yüzden kitap hem içerik hem de hacim olarak çok dolu. Girişte daha çok aşkın irdelendiği, karşılaştırmalı olarak değerlendirildiği görülür. Daha sonra sırasıyla felsefecilerin, mutasavvıfların ve alimlerin aşka bakışları anlatılır, son bölümde ise Şarkın en meşhur sekiz aşk mesnevisi karşılaştırmalı olarak işlenir ve bölüm bölüm aşk açısından değerlendirmeye tabi tutulur. Sonuç olarak bütün bu konuların bir kitapta işlenmesi kitabın birçok açıdan dolu dolu olmasına vesile oldu.

 

 

 

 

 

> Sizce Doğu insanı aşkı daha farklı, daha güçlü yaşıyor ki bu görüşünüzü kitabınıza ad olarak almışsınız. Hangi tespitleriniz sonucunda bu kanıya vardınız? Batı dünyası, duygularını daha rahat ifade etmez mi?

 

 

 

 

 

Aşk’ın İki Vatanı

 

 

 

 

 

> Aynen dediğiniz gibi düşünüyorum. Gerçekten de “Doğuda Aşk Bir Başkadır”. Bana göre aşkın iki vatanı vardır: Doğu ve Gönül. Neden doğu, batıda hiç aşık yok mu? Ya da Batılılar, Doğulular kadar aşktan söz etmemişler mi? İşin aslına bakarsanız, insan her yerde insandır ve gönlü olan her insan aşık olabilir ve aşk çoğu zaman da gayr-i ihtiyari gerçekleşen bir haldir. Ancak ister mecazi olsun, isterse hakiki, Batılılar aşka her zaman mesafeli durmuş ve hatta aşağılamışlardır. Çünkü onlara göre aşk gelirse akıl gider, bir evde iki düşmanın aynı anda kalması imkansızdır. Bunu onların aşk için yaptıkları tanımlarda da çok rahat görebilirsiniz. Mesela Batılıların yaptığı birkaç tanıma bakalım: Aşk boş kalbin hareketidir, ticaret ve zanaat sahibi olmayan aylakların kalplerindeki cehalettir, deli ve belalı bir efendidir, gözün kör olmasıdır, patolojik bir hastalıktır, aşk ruh hastalığıdır, cinselliğin zirvesidir, vb. Bir de Doğuluların tanımlarına bakalım: Aşk Musa’nın Tûru, İsa’nın nefesi, noktası bin kitap, zerresi güneş, iğne deliğinden on sekiz bin âlemi seyretme, vb.

 

 

 

 

 

İşin aslına bakıldığında doğuda olduğu kadar batıda da aşkla ilgili bazı düşünce ve görüşlere rastlıyoruz. Hatta bazı batılı düşünürlerin –Thales, Sokrates, Eflatun ve Plotinus gibi- konuyla ilgili görüşleri Doğuluları derinden etkilemekle kalmamış, Ortadoğu merkezli bir din olan ve sevgiye haddinden fazla vurgu yapan Hristiyanlık Batı medeniyetinin temelini oluşturmuştur. Bütün bu gerçeklere rağmen batı, Aristo’dan sonra metafizikten hızla uzaklaşmış, kendini fizik dünyanın, yani duyulabilen dünyanın, gözle görülebilen dünyanın sınırları içinde kalmayı ya da hapsolmayı bilinçli bir şekilde tercih etmiştir. Bu süreç Rönesans, Reform, Sanayi İnkilabı ve nihayet Pozivitizmle had safhaya çıkmış; aşk, gönül, sevgi, aşk, metafizik ve hatta Allah inkar edilmiş ve Batılı sadece baş gözüyle görebildiğine inanmış, onun dışındaki her şeyi Ortaçağ karanlığının safsatası ya da en masum ifadeyle fantezi olarak görmüş.

 

 

 

 

 

Doğu ise Musevilik, Hristiyanlık, Mecusilik, Hinduizm ve İslamiyet gibi dinlerle fizikten ziyade metafizikle, sezgiyle, hayalle ve aşkla her zaman iç içe olmuş; fizik ve akıl her zaman ikinci planda kalmış, aşkın ve metafiziğin ise hiçbir zaman tahtı sallanamamış. Biz doğu derken daha çok İslam medeniyetini kastettiğimizden kısaca bu dönemdeki aşka bakacak olursak; Kur’an’da ve hadislerde, sevgiden ve özellikle de Allah sevgisinden az da olsa bahsedildiğini görüyoruz. Ardından ilk zahitleri görüyoruz ki bunlar da sevgiden pek fazla bahsetmemişler, bunun yerine Allah korkusunu vurgulamışlardır. Tasavvuf döneminden itibaren, yani Hicri III. yüzyıldan itibaren ise korkuyla birlikte sevginin de dillendirildiği görülür ve nihayet Vahdet-i Vücud döneminde tasavvufun tam anlamıyla aşk kesildiği ve mutasavvıfların aşkla oturup aşkla kalktığı görülür.

 

 

 

 

 

Ancak sevginin ve aşkın sadece tasavvufla sınırlı olduğunu düşünmek yanlış olur. Medeniyetin tamamen sevgi eksenli örgülendiği, sanattan edebiyata, tasavvuftan felsefeye her alana sevginin hakim olduğu görülür. Bu yüzden İslamiyete Aşk dini, Hz. Muhammed’e aşk peygamberi, Kabe’ye aşk kıblesi, tasavvufa aşk mezhebi, miraca aşk miracı, şiire aşk şiiri, kısacası İslam dini etrafında örgülenen bu medeniyete Aşk Medeniyeti denmiştir. İşte bendeniz de bu yüzden diyorum ki aşkın iki vatanı vardır: İlki Doğu, ikincisi de Doğuluların gönlü.

 

 

 

 

 

> Aşk’ı anlayan, açıklayan alimlerin, mutasavvıfların, düşünürlerin, filozofların sözleri, kutsal metinler, sanat eserleri hep eskiye ait. Eskiden aşklar da bir başka mıydı?

 

 

Günümüzde yaşanan beşeri aşklar kitabınızda da yer alan unutulmaz aşklara hiç benzemiyor. Sanki ayrı kavramlar söz konusu. Dünyanın her yerinde her anlamda özgürlükler genişlemiş; Birliktelikler, evlilikler çabuk bozuluyor; olmayınca yeniden başkasıyla başlıyor. Mesela toplumumuzda nişanlılık çok ciddi bir süreç olarak kabul görüyordu. Şimdilerde bu sosyal kurum pek işlemiyor. Fazla serbesti, fazla seçenek, sevgi enflasyonunu mu doğuruyor?   

 

 

 

 

 

Aşk Sürgün Yemiştir

 

 

 

 

 

> Evet, maalesef bu kitapta eskilerin aşkları ve aşka dair düşünceleri anlatılmaktadır. Çünkü yenilerin destanlaştıracak ya da kitaplara konu edilecek bir aşkları olduğuna inanıyorum. Bütün güzellikler gibi güzel aşklar da bir elyazması eser gibi geçmişin tozlu raflarında kaybolup gitmiştir. Diyorum ki aşk her iki vatanından da yani Doğudan da Gönülden de kovulmuş, sürgün yemiştir. Diğer bir ifadeyle öz vatanında gurbet yaşamanın hüznünü yaşamaktadır. Yediği bu ağır sürgünlerden sonra aşk, bir daha toparlanamamış ve Kaf Dağı’nın arkasına çekilmiştir. Buna rağmen günümüz insanının bu kelimeyi eskilerden daha çok kullandığını ve her duyguyu, her ilişkiyi aşk olarak nitelediklerini görüyoruz. Bendeniz şahsen aşkın –kendisi olmasa da- kelimesinin bile bu hallere düşmesine çok üzülüyorum. Elimden gelse bu kelimeyi geçici olarak sözlüklerden sildirir ya da sadece geçmişte yaşanan aşkların anlatılmasında kullanılmasına izin verirdim. Aynen bugün yürürlükten kalkan bir kanun gibi, ya da geçmişte varolan bir gelenekten bahseder gibi.

 

 

 

 

 

Önce Aşk Vardı

 

 

 

 

 

Aşkın doğudan sürülmesi vatansız kalmasına sebep oldu, keşke gönülden sürüldüğünde de sadece vatansız kalmak gibi bir sonu yaşasaydı. Bana göre aşk gönülden sürülence vatansızlığı bile arayacak bir zillete maruz kaldı. Hatta o, keşke binlerce kez vatansız kalsaydım da bu durumlara düşmeseydim diyecek bir konuma düştü. Zira gönülden sürülen aşk belden aşağıya ve hatta ayağa düştü. Belden aşağıya yani şehvetin kucağına düştü. Ya da bir yanılsamayla şehevani duygular aşk zannedildi. Herhalde insanlık varoldu varolalı hiçbir duygu veya düşüncenin başına böylesine korkunç bir bela gelmemiş, böylesine ağır bir zillete maruz kalmamıştı, desek yanlış olmaz.

 

 

 

 

 

Zira Şarklılar hiç bir şeye aşka verdikleri kadar değer vermemişler, onu en kutsal yere yerleştirmişlerdir. Mesela varlık içinde ilk yaratılanın aşk olduğunu “Önce aşk vardı” ve “Aşk, yaratılışta Hz. Muhammed’e eş tutuldu” sözleriyle onun değerini anlatmaya çalışmışlardır.

 

 

 

 

 

> Beşeri aşk serbestisi içinde olanlar sürekli aşık oluyor, ayrılıyor sonra kendi tabirleriyle “Yeni aşklara yelken”açıyorlar. İşte Hollywood starları…   Engelleri yok. Yaşlanana kadar aşık oluyorlar, sürekli partner değiştiriyorlar. İnsanoğlu çekincesiz hissedince, bu duygunun “gem”i yok. Buradan bakınca bu duygu çok da asaletli görünmüyor. İşin içinden nasıl çıkılır? Beşeri aşk yaşayanlar, hissettiklerini, kutsal, çok özel bir duygu olarak nitelerken, hangi noktada ahlak erozyonuna düşebilir?

 

 

 

 

 

Şehvet Eşeği Hz. Yusuf Gösterir

 

 

 

 

 

> Bu konu aşk-şehvet-kadın üçgeninde ele alınmalıdır diye düşünüyorum. Burada iki büyük yanılgıdan bahsetmek istiyorum. İlki daha önce de söylediğim gibi aşk&şehvet yanılsamasıdır. Yani insanlar belden aşağıda yaşadıkları şehevani duyguları, vatanı gönül olan kutsal aşkla karıştırıyorlar. Bu büyük gözbağcılığını ve kandırmacayı Hz. Mevlana’nın “Şehvet, eşeği  Hz. Yusuf gösterir” vecizesiyle dikkatlere bir kez daha arz etmek istiyorum.

 

 

 

 

 

“Dünyadan Bana Üç Şey Sevdirildi”

 

 

 

 

 

İkinci büyük yanılsama ise aşkın maruz kaldığı talihsizliği yaşayan, yüce makamından indirilip şehvet metaı haline getirilen kadın yanılsamasıdır. Batının kadınla ilgili karnesi bir kere çok bozuktur. Batılılar Aydınlanma sonrası Romantizme kadarki dönemde kadını bir çeşit üreme objesi olarak görmüşlerdir. Halbuki kadın, hem Şark-İslam medeniyetinde, hem de tasavvufta çok yüce bir makama layık görülmüş; baş tacı kabul edilen bir eş veya fatihleri doğuran kutsal anne nazarıyla bakılmıştır. Tasavvufta ise çok daha özel ve felsefi bir yaklaşımla karşılaşırız. Mesela İbn Hazm kadını sevmeyi arifliğin delili olarak görür. İbn Arabi, Hz. Muhammed’in “Dünyadan bana üç şey sevdirildi, bunlardan birisi kadındır” hadisinden hareketle kadın sevgisinin bir tür ilahi sevgi olduğunu düşünür. Hatta kadının, erkeğin eğri eğe kemiğinden yaratılmasını, erkeğe olan meyline ve sevgisine yorar. Ayrıca kadının doğurganlığı, şefkati ve muhabbete yatkınlığı; Allah’ın bazı isim ve sıfatlarını sadece onun yansıttığı şeklinde yorumlanır ki bu da onun Allah’ı yansıtma konusunda daha mükemmel bir ayna olabilecek potansiyele sahip olduğunu gösterir.

 

 

 

 

 

Şimdi günümüz açısından düşünülecek olursa böylesine manalar yüklenen iki mefhumun, yani aşkla kadının bugün düşürülmek istendiği durum ve algılanma biçimi insanı hayrete düşürmektedir.

 

 

 

 

 

Bu felsefi değerlendirmelerden sonra daha pratik bir hakikate gelecek olursak; kadın ve erkek hayatın iki vazgeçilmez unsuru. Şark-İslam kültüründe Hz. Âdem ne kadar kutsalsa Hz. Havva da o kadar kutsaldır; ya da Hz. Ebubekir, Hz. Ali, Hz. Hüseyin ne kadar önemliyse Hz. Fatıma, Hz. Meryem, Hz. Hatice, Hz. Aişe ya da Hz. Hacer o kadar önemlidir ve hiçbir zaman birbirinden ayrı düşünülmemiştir.

 

 

 

 

 

> Aşk çok da yabana atılır bir duygu gibi de gelmiyor. Din alimlerinin mutasavvıfların bu duyguyu mecaz olarak da olsa dillendirdiklerini görüyoruz. Mecazi aşkı nasıl görmeliyiz?

 

 

 

 

 

> Böylesine derin ve evrensel bir konuya bir röportajın sınırları içinde cevap vermek çok zor, anlatılacak o kadar çok şey var ki hangisinden başlasam ya da hangisini anlatsam bilemiyorum. Sorunuzda mecazi aşktan, yani beşeri aşktan söz ediyorsunuz. Bu yüzden öncelikle aşk çeşitlerine değineceğim.

 

 

 

 

 

Tabii Aşk- Ruhani Aşk- İlahi Aşk

 

 

 

 

 

Aşk, kabaca mecaz ve hakikat olmak üzere ikiye ayrılır ve Allah’tan gayrısını sevmeye mecaz denir. Ancak mutasavvıflar aşkı üçe ayırır: tabii, ruhani ve ilahi aşk. Bunlardan ilahi olan, kulun Allah’ı, Allah’ın da kulu sevmesidir ve bu sevgi kulun olgunlaşmasıyla mümkündür. Yani kul, nefsin terbiyesi, ruhun tezkiyesiyle gönül aynasını cilalar, gönül evini temizler ve yüceler yücesini oraya davet eder. Bu bir hal meselesidir ve sırlı bir gerçektir, yani sadece yaşayan bilir, bilenin de anlatma izni ve yetkisi yoktur. Gelelim ruhani ve tabii aşka: Ruhani aşk, sevenin sevdiğini sevdiği için sevmesidir, bu sevgide seven her yerde sevdiğini görür, kendisi yoktur, sadece sevdiği ve sevdiğinin iyiliği sözkonusudur. Tabii aşkta ise sevenin kendisi ve kendi hazları vardır. Sevilenin hiçbir önemi yoktur; o, sevenin hevesleri için bir vasıtadan başka bir şey değildir. Bunun literatürdeki diğer ismi ide hayvani aşktır. Yani bu kadarını hayvanlarda başarır, ya da bu seviyede kalan aşk hayvanları taklit sonucu yaşanan aşktır. Bu aşkta esas olan sevenin nimetlenmesi, fayda görmesidir. Seven nimet gördükçe sevmeye devam eder. Aynen bazı hayvanların nimet gördüğü sahibine sadakatte kusur göstermemesi gibi.

 

 

 

 

 

Şimdi tasavvufta ve şarkta aşk kutsanmıştır diyoruz, ancak hangi aşkın kutsandığını, hangisinin yerildiğini söylemiyoruz. Aslında tabii aşk da ruhani aşk da aslında beşeri aşk sınıfına giren aşklardır. Ancak tabii aşk hiçbir yerde övülmez ya da hoş görülmez. Çünkü bu aşkın asil bir tarafının olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu yüzden Sinan Paşa tabiattan gelen aşka, aşk demenin hayvanlık; şehvetten gelen sevgiye de aşk demenin cahillik olduğunu söyler. Ancak beşeri aşk sınıfına giren ruhani aşk, aynen ilahi aşk gibi kutsanmış ve değer verilmiştir. İşte aslında ilahi aşka dönüşmesi mümkün olan aşk da budur.

 

 

 

 

 

Beşeri aşk nasıl hakiki aşka ulaşma yolunu açar?

 

 

 

 

 

Varlık Sevilir mi?

 

 

 

 

 

> Mecaz hakikatin köprüsü olduğu için mecaza köprülük vazifesini hakkıyla yerine getirdiği sürece saygı duyulmuştur. Diğer taraftan da hakikate ulaştırmayan mecazdan da Şeytan’dan Allah’a sığınıldığı gibi sığınmak gerektiğini düşünüyorum. Bilindiği gibi zulmet, karanlık demektir ve karanlık olanın sevilmesi mümkün değildir; ancak diğer taraftan da bu karanlık, öylesine değerli bir karanlıktır ki Mutlak Hakikatin nuruna aynalık yapmış bir karanlıktır. İşte Şark-İslam dünyası masivaya, yani varlığa bu zaviyeden bakmıştır. Hal böyle olunca varlık sevilir mi sorusu akla gelir. Biz de deriz ki sevilir, ancak onu icat edenin hesabına sevilir. Eğer o bağlantı kurulmadan sevilirse, varlığın güzelliğe ya da sevgiye layık olması veyahut da sevilmesine sebep olan nurunun kaynağı bilinmeden sevilirse bu sevgi çok tehlikeli bir sevgi haline gelir ve seveninin başını yer. Her ne kadar bazı mutasavvıflar insan Allah’tan gayrısını farkında olmadan, nurun kaynağından habersiz bir şekilde sevse de aslında Allah’ı sevmiştir, dese de bu bize göre çok aşırı ve zorlama bir yorumdur. Orta yolun mutasavvıfları sevgide farkındalığın ve sevilenin hakkettiği kadarıyla sevilmesi gerektiğini düşünürler. Ölçü kaçarsa elmas kadar kıymetli olan sevgi bir anda kömürleşir ve kararır.

 

 

 

 

 

Hadisenin diğer yönüne, yani beşeriden hakikiye geçişe geçecek olursak; bazı mutasavvıflar beşeri aşkın, hakikiye çıkmada bir nevi model görevi göreceğine işaret ederler. Yani beşeri aşkı yaşamış olan bir insan, aşkın tadını bildiği için ilahi aşkın hem değerini daha iyi bilir, hem de nasılına az veya çok vukufiyet kesbeder.

 

 

 

 

 

> Kuran-ı Kerim’de Yusuf ve Züleyha’nın hikayesine değiniliyor. Aslında aşkı ilk duyan Züleyha. Karşılık veren Yusuf Peygamber. Bu aşkın sırlarından Allah indindeki yerinden bahseder misiniz?

 

 

 

 

 

Züleyha’nın Aşkı, Önce Ruhaniye Yükselir

 

 

 

 

 

Bana göre Yusuf u Züleyha aşkı ya da kıssası sadece Şark-İslam dünyasının değil, tüm şarkın hem en eski aşkı, hem de tüm şarkı temsil eden yegâne aşk. Bu aşktan ilk olarak Tevrat’ta bahsedilir ve hem Museviler, hem de İseviler bu aşkı bilirler, ardından Kur’an’da bu aşka ya da kıssaya en güzel kıssa denir. Demek ki bu aşk tüm Semavî din mensuplarının bildiği ve benimsediği bir aşktır. Ancak İsrailî kaynaklarla İslam kaynaklarının ya da Şark-İslam dünyasının nakillerinde bazı farklılıklar vardır. Bu farklılıklar iki farklı medeniyetin aşka bakış farkının da ipuçlarını vermektedir. Mesela bu farklardan en önemlisi Züleyha ile ilgili olanıdır. İsrailî kaynaklara göre Züleyha, evliyken Hz. Yusuf’a aşık olduğu için kötü bir kadındır ve bu kötülüğünün sonucu olarak hem saraydan kovulmuş, hem de Hz. Yusuf’u kaybetmiştir. Şark-İslam kaynaklarında ise Züleyha, Hz. Yusuf’a evli olarak aşık olur, ancak kocasıyla asla birlikte olmamıştır, çünkü kocasının erkeklik sorunu vardır. Zaten Züleyha da onunla gördüğü bir rüya üzerine evlenmiştir, yani burada da suçu yoktur. Hikayeye göre Züleyha bir hükümdar kızıyken ve güzelliği dillere destanken kendisini isteyenleri reddeder ve bir gece rüyasında Mısır azizini, yani Hz. Yusuf’u görür ve aşık olur. Bir süre sonra da Mısır azizi Züleyha’yı ister. Züleyha, rüyasının gerçek olacağı düşüncesiyle hemencecik kabul eder. Mısır’a büyük bir aşkla gelir, ancak evlendiği kişinin Hz. Yusuf değil de ondan önceki aziz olduğunu görür, geri de dönemez, bundan sonra onu zorlu günler beklemektedir. Bu arada Hz. Yusuf, köle tüccarları tarafından Mısır’a doğru getirilirken namı önden gelir ve bütün Mısır halkı gibi Züleyha da onu görmek için köle pazarına gelir ve rüyasında gördüğü kişinin Hz. Yusuf olduğunu görür ve onu satın alır. Aşkı, yani tabii aşkı –çünkü henüz bu mertebededir- gözünü kör eder, onu yanlışlara sevkeder. Sonra Hz. Yusuf suçu olmadığı halde medrese-yi Yusufiyyeye, yani zindana, Züleyha da çileye düşer. Bu süreçte her ikisi de çile doldurur. Özellikle de Züleyha’nın aşkı, önce ruhaniye yükselir. Nereye baksa Hz. Yusuf’u görür ve onun aşkıyla tutuşur. Bu mertebede Hz. Yusuf’un rahatı onun için daha önemlidir. Bu süreç tam 18 yıl sürmüştür. Nihayet bir gün Mısır’a aziz olan Hz. Yusuf’u yolda görür ve kendisine bir kez bakmasını ister. Bu bakıştan sonra aşkı ruhaniden ilahiye döner. Hz. Yusuf’un kalbine Züleyha’nın aşkı düşürülür. Hz. Yusuf, aşktan perişan olan, Züleyha’ya dua eder, Züleyha gençleşir ve ardından vuslat gerçekleşir. Ayrıca o, başlangıçta puta taparken, sonraları Hz. Yusuf’un dinini de kabul etmiştir.

 

 

 

 

 

Şimdi bu hikayenin birkaç önemli noktasına daha temas etmek istiyorum. Hikayenin kahramanlarından Hz. Yusuf, en başından itibaren İlahi aşkla hemhaldir ve bu yüzden hem Yakub’un, hem de Züleyha’nın aşkına duyarsızdır. Hz. Yakub, sevgisine gelince o, Hz. Yusuf’taki İlahî nuru gördüğü, yani Yusuf aynasından yansıyanı gördüğü için ona karşı şiddetli bir sevgi beslemiştir. Ancak bu aşk onu daha da olgunlaştırmıştır. –çünkü kemalin sınırı yoktur- Bunun delili ise aşkın başında kuyudaki gömleğin kokusunu alamazken, sonunda ta Mısır’dan yola çıkan gömleğin kokusunu almasıdır. Züleyha’ya gelince bizim kaynaklarımız, İsrailî kaynakların yaptığı gibi Züleyha’yı bir çırpıda yokluğa mahkum etmemiş ve ona hüsranı layık görmemiştir. Aksine onu Yusuf’a layık görmüşlerdir. Bunun sebebi ise aşka duyulan saygı ve aşkın kutsallığı olsa gerektir. Onun 18 yıl süren olgunlaşma süreci çok çilelidir, ancak mutlu sona vesile olmuştur. Zaten hikayenin sonunda da Hz. Yakup, Hz. Yusuf ve Züleyha vuslata ehil hale gelmişlerdir.

 

 

 

 

 

>  Karşılıksız aşk olur mu? Bunun kaynağı nereye uzanmaktadır?

 

 

 

 

 

> Tabii ki karşılıksız aşk olur. Zaten aşkın büyüğü hayalde yaşanır, somut bir şey değildir. Aslında bu karşılıksız aşk meselesi, felsefi bir konudur ve ta Platon(Eflatun)’a kadar uzanır. Bu yüzden halk arasında bu tür aşklara platonik(Eflatonik) aşk denir. Halk karşılıksız aşklara kısaca Platonik aşk der geçer. İşin aslına bakıldığında konunun çok girift olduğunu görürsünüz. Mesela Şarklıların aşkı beşeri ve ilahi şeklinde ayırırken Eflatun’dan esinlendikleri görülür. Eflatun aşkı somut ve soyut diye ikiye ayırır ve somut aşkı, yani beşeri aşkı çok hafife alır. O, varlığın dünyasını, yani kevn ü fesat dünyasını, basit kopyalardan ve gölgelerden oluşan bir alem olarak görür, bu kopyaların asıllarının ise ideler dünyasında kayıtlı olduğunu düşünür, bu bir nevi İbn Arabi’nin ayan-ı sabitelerini andırır. İdeler varlığın taslağı gibidirler. Bir piramit gibi düşündüğü ideler dünyasında en mükemmel ve zirve ide, güzellik idesidir ve her yaratılanda bu ideden bir parça ya da nasip vardır. Mesela kadını ele alalım: Her varlık gibi onda da güzellik idesinden bir yansıma vardır. Şimdi asıl konumuza dönecek olursak, herhangi bir erkek bu kadının kendisine aşık olursa bu somut aşktır, yok eğer o kadındaki güzelliğe aşık olursa bu soyut aşktır. Herhangi bir insan o kadın veya başka bir canlı olabilir, ondaki güzelliğin kaynağının ideler alemi olduğunu keşfederse mağaraya yansıyan ışığın da kaynağını keşfetmiş olur ve uyanmışlar safına geçer. Yok eğer bunu fark etmeyip de varlığın ya da kadının kendisine aşık olursa yanmışlar safında kalır, çünkü somuttan soyuta geçememiştir. Ayrıca güzellik idesinin yansıdığı hiçbir varlık tam anlamıyla, yani ideal anlamda güzel de değildir, onda varlık aleminin ya da zulmet çirkinliği de vardır. Halbuki sevilmeye asıl layık olan Mutlak Güzeldir, o da güzelin idesidir. Diğer bir ifadeyle güzelin kendisi değil de güzelliğin kendisi sevilmelidir. Bu yapılırsa platonik sevgiye de ulaşılmış olur. Dolayısıyla Eflatun, karşılıklı sevgiyi hor görürken, karşılıksız sevgiyi yüceltmiş olmaktadır.

 

 

 

 

 

Kitaptaki örnekler, meşhur aşklar, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun kavuşamasalar da duygular eninde sonunda karşılığını bulmuş. Etkileşim olmayan sevgilerin kahramanları tarihe geçmiyor mu? Tek taraflı hatta habersiz aşklar daha vurucu değil mi? Kerem Aslıyla Leyla Mecnunla buluşamasa da onlar birlikte anılıyorlar?

 

 

 

 

 

Ben Sönüp Giden Şeyleri Sevmem

 

 

 

 

 

> Şimdi Şark-İslam dünyasında asıl sevilmesi gereken Mutlak Güzel olan Allah’tır, aynen Eflatun’un güzellik idesi gibi. Fakat bu güzele ulaşmak, ya da onu keşfetmek o kadar da kolay değildir, çünkü dünya imtihan dünyasıdır, bulmaca dünyasıdır, ya da sebepler dünyasıdır. Fakat Hz. İbrahim’de olduğu gibi, insana verilen kabiliyetler, latifeler, Mutlak Güzeli keşfedecek, bu bulmacayı çözecek niteliktedir. Bildiğimiz gibi Hz. İbrahim, peygamberlikten önce sırasıyla yıldızları, ayı ve güneşi Tanrı zannetmiş ve onların kaybolmaları üzerine kendi kendine şu hükme varmıştır: “ Benim Tanrım hiç batmayan ve beni hiç terk etmeyen birisi olabilir. Ben sönüp giden şeyleri sevemem”

 

 

 

 

 

Dolayısıyla Mutlak Güzel olan Allah, varlığa hem Cemal ve hem de Celaliyle yansımıştır. Eskilerin ifadesiyle Yaratıcı varlıkla kendi arasına nurdan yetmiş bin perde koymuştur. İnsanın vazifesi ister Hz. İbrahim misali kendi kendine, isterse de -başta peygamberler olmak üzere- kılavuzların yardımıyla bu perdeleri bir bir aralamaktır. Buna tasavvufta seyr ü süluk da denir ki her kulun kendi özel ve içsel seyri vardır. Kul, çeşitli yollarla ibadetleriyle, nafileleriyle ya da zikriyle bu yolda ilerler, bazen de hata ve günahlarıyla geri adım atar. Ancak dediğimiz gibi Mutlak Güzele yaklaşmada her kulun bir gidişi vardır.

 

 

 

 

 

İşte hem tasavvufun mecaz dili ve hem de eski sanatlar ve şiirimizin kurguladığı üst-dil, bu gidişi ve yolu, bu gidişin yöntemlerini, tehlikelerini ve menzillerini kuş diliyle ya da işaret diliyle hecelemeye çalışmıştır. Diğer bir ifadeyle bir nevi Karagöz oyunu gibi kimi zaman hayvan sembolizminden, kimi zaman kuş dilinden, kimi zaman da klasik aşk hikayelerinden esinlenerek ya da uyarlayarak Allah sevgisini, ona gidişi, ona yaklaşmanın yollarını; mecazı hakikate köprü yaparak anlatmaya çalışmışlardır.

 

 

 

 

 

> Kitabınızda da görüldüğü üzere erkeklerin aşk’ı önde.   Aşkın her ne kadar kadın ve erkek tarafı olsa da erkeklerin daha çok öne çıktıklarını görüyoruz. Halbuki “Kadın, anne olması sebebiyle daha duygusaldır, daha romantiktir; evlilik, bağlılık isteyen kadındır” diye bir algı var. Aslında duyguları peşinde savaş veren, çoğunlukla erkekler midir?

 

 

 

 

 

> Buna birkaç farklı açıdan bakmak gerekir. İlki eski toplumlarda kadın ve erkeğin konumudur. Buna göre bu toplumlarda erkek hem daha güçlü ve hem de etkendir; kadın ise hayatın içinde, yani sokakta çarşıda değil de daha çok evindedir ve edilgen bir role sahiptir.

 

 

Ayrıca o, sevilendir, sevilen ise uğruna çile ve eziyet çeken sevenlerinin olmasını gerektirir. Bu aşk mesnevilerinde sevilen pasiftir ve hiçbir sıkıntı çekmeden oturur, sevenin olgunlaşıp da kendisini hakkedecek kıvama gelmesini bekler. Yine sevilen birdir, ancak sevenin haddi hesabı yoktur, binlerce zavallı aşık, çok zor yolculukları geçer, olmadık belalara maruz kalır, yollarda yok olup gider de bir ya da birkaçı ancak hedefe ulaşır.

 

 

 

 

 

Mesnevilerde Hikayeler Seven Eksenli Gelişir

 

 

 

 

 

Gerçekten de bu aşk mesnevilerinin hemen hepsinde sevilenin şahsiyeti çok siliktir  ve birkaç yerde onlardan söz edilir. Hikâyenin neredeyse tamamı seven eksenli gelişir ve onun etrafında kurgulanır.

 

 

 

 

 

Bunun önemli sebeplerinden birisi de hiç şüphesiz Şark medeniyetinin ve özellikle de tasavvufun felsefesidir. Şarkta esas olan insanların olgunlaşması ve Mutlak Güzeli sevecek kıvamı yakalamasıdır. Bunun en güzel modellemesi de tabi ki meselle ya da kıssayla mümkündür. Bu kıssalar kurgulanırken sadece insanları eğlendirelim ya da ajitasyon yaparak onları ağlatalım mantığıyla hareket edilmemiştir. Aynen gölge oyunlarının önceleri Yaratıcı-yaratılan ilişkisini modellendirmek için kurgulanması, ancak zamanla bir eğlence metaı haline gelmesinde olduğu gibi. Aynı şekilde aşk mesnevilerinin de her bir bölümü ya da en küçük ayrıntısı mecazdan hakikate giden imalarla doludur. Bu imaları çözmek için uğraşmak ve onları hoşça vakit geçirmek için yazılan efsaneler olarak görmemek gerekir. Mesela Leyla ile Mecnun hikayesinde Mecnun’un asıl adı Kays’tır. Kays aynı zamanda önceleri Leyla’yı kendisi için sever. Ancak bir müddet sonra Kays’ın Leyla’yı Leyla için sevdiğini görürüz, bu aşamadan sonra Kays’ın Mecnun ismini aldığını ve ruhani aşkı yakaladığını görürüz. Bu aşamada onun hayvanlarla ünsiyet kurduğunu, yani erdiğini görürüz. Artık onların dilinden anlamaktadır. Kıssanın sonuna doğruysa Mecnun’un ikiliği istemediğini, varlıktaki sırrı çözdüğü, aşkı, aşıkı ve maşuku Bir gördüğüne şahit oluruz ki bu noktadan sonra Mecnun, Leyla’dan Mevla’ya geçiş yapar ve seyrini tamamlamış olur. Bununla da kalmaz, sonlara doğru Leyla’nın gözleri hakikate açılır ve Leyla da Mecnun olur. Başka bir örnek daha verelim. Bir gün Leyla halka yemek dağıtırken, sıra Mecnun’a(henüz ruhani aşk mertebesindedir) geldiğinde kepçeyi başına geçirir. Şimdi burada Mecnun’un normal şartlarda üzülmesi gerekir. Ancak o sevinir. Bunun iki sebebi vardır. İlki “Leyla beni diğerlerinden ayrı tuttu” düşüncesidir. İkincisi ise aşkta olgunlaşmanın, kıvama gelmenin en temel yolunun bela olmasıdır ki bu hareket onu seçerek belayla olgunlaştıracağı anlamına gelir. Buna benzer yorumlarla kıssanın diğer bölümleri için de çıkarabiliriz. Ancak biz bu kadarıyla yetinmek istiyoruz.

 

 

 

 

 

> Kitabın ilk sayfalarında karşılaştığımız aşk sevgi muhabbet olarak da adlandırılan, uğruna derin bir araştırma kitabı yazdığınız, üzerine bir hayli kalem teri akıttığınız sevgi, aşk, muhabbet kavramlarını siz nasıl anlamlandırıyorsunuz?   Bu soruyu sormamın bir sebebi de kitabınız ve  hakkınızda okuduğum “Çok derin bir araştırma fakat yazarın kişisel görüşüne yer yok” yorumu.

 

 

 

 

 

> Bendeniz bu yoruma saygı duyuyorum, ancak yukarıda da beyan ettiğim gibi bu kitabın birinci amacı Dünya Aşk haritasını çıkarmak, ardından da Şark-İslam dünyasının dar ölçekli haritasına çalışmak. Her çalışmanın bir amacı vardır, bu çalışmanın ana amacı da budur. Şimdi hedef bu şekilde tespit edildikten sonra “Beş yüz küsur sayfalık bir çalışma ortaya koymuşsun, ancak kendi düşüncelerini yansıtmamışsın” denmesini çok da isabetli görmüyorum. Zaten aynı düşünce de olsaydım, bu yönde bir çalışma hazırlardım. Yani aşkla ilgili düşüncelerimi ortaya koyan bir çalışma hazırlardım. Bu meselenin bir yanı tabi.

 

 

 

 

 

Nisan Yağmuru İstiridyenin Ağzına Düşünce

 

 

 

 

 

Diğer taraftan siz aşkla ilgili düşüncelerimi soruyorsunuz: Ben aşkın geçmişte kalmış olduğunu düşünüyorum, bugünkü aşkların çok yüzeysel olduğunu, şehvetin, hevesin, ihtirasın ve hırsın aşkla karıştırıldığını düşünüyorum. Saf aşklar için saf toplumlara, saf ortamlara, saf insanlara ve saf gönüllere ihtiyaç vardır her şeyden önce. Herhangi bir aşka yukarıda sayılan ya da sayılmayan herhangi bir illet musallat olursa o artık aşk değildir, çünkü böylesine saf bir duyguya, böylesine kirli ve iğrenç bir duygu karıştığı andan itibaren aşk denilen bu eylem bu andan itibaren kobra zehrinden bile daha beter olacaktır. Böyle bir duygu hem sözde sevene, hem sözde sevilene ve hem de sözde aşka çok büyük zararlar verecektir elbette. Bu aynen nisan yağmurundan beslenen istiridye ile yılan kıssasına benzer. Nisan yağmuru istiridyenin ağzına düşünce en mükemmel incilere vesile olurken, yılanın ağzına düşünce en tehlikeli zehir haline gelmektedir. Aşkta da durum aynıdır, saf kalınca insanı yücelerin yücesine çıkarırken, kirlendiğinde en tehlikeli zehir haline gelir.

 

 

 

 

 

Aşklar Parmak İzi Gibi

 

 

 

 

 

Ayrıca aşkta çok çeşitli etkenlerle birlikte gizemli bir yön de vardır. Bu etkenler arasında sevenle sevilenin kişiliği, duyguları, içinde bulundukları psikoloji, hayata bakışları, duygusallıkları, o anki atmosfer, vb. onlarcasını sayabilirsiniz. Herhangi bir şekilde gerçek aşka düşen bir insana çok saygı duymak gerekir. Çünkü bu duyguyu yaşayan insanın hali çok özeldir ve hiçbir şekilde tarifi mümkün değildir. Herhalde aşka düşen kişi tarifi mümkün olmayan dert ve sıkıntına rağmen o hali hiçbir şeyle de değişmeyecektir. Bütün dünyayı ona verseler yaşadığı o halden vazgeçmeyecek, bütün dünya yıkılsa umrunda olmayacaktır.

 

 

 

 

 

Ayrıca aşkların parmak izi gibi hiç bir şekilde yekdiğerine benzemesi mümkün değil gibi görünmektedir. Bu halin genel olarak adı aşk olsa da kişiye özel bir aşk olduğunu söyleyebiliriz. En başta da söylediğimiz gibi aşkla ilgili her insanın söyleyeceği bir şeyler vardır ve saatlerce de anlatılabilir. Fakat bendeniz bu konuyla ilgili sözü daha fazla uzatmak istemiyorum.

 

 

 

 

 

-“Vuslat aşkı bitirir; aşk, yerini, daha az şiddetli olan sevgiye bırakır” deniliyor. Insan, bilmezse, kavuşmazsa, tanımazsa, kuvvetlice sever; kavuşursa, uzun seneler birlikte yer içerse daha az sever. Bu konuyla ilgili neler söylersiniz?

 

 

 

 

 

Zerredeki Işığın Güneşten Olduğunu Anlayınca

 

 

 

 

 

> Bu söyledikleriniz beşeri aşklar için doğru gibi görünmekte. Gerçekten de bu tür aşklarda vuslattan bir müddet sonra birçok şeyin değiştiği görülür. Bu yüzden çiftler sen nişanlıyken şöyleydin, evliliğimin ilk günlerinde böyleydin şeklinde serzenişlerde bulunurlar. Bu gerçeğin birçok sebebi olabilir. Birkaçına değinelim. Önce Eflatun’un dediği gibi diyelim: Seven, sevdiğine kavuştuktan sonra ondaki kusurları görmeye başlar; çünkü güzeller, mutlak manada güzel değildirler. İkinci olarak deriz ki aşıklar ayrılık zamanında sevdiklerini hayallerinde yaşatırlar ve zaman içinde gerçekle hayal arasında çok ciddi uçurumlar oluşur. Vuslattan sonra hayallerinde mükemmelleştirdikleri sevgili ile gerçeği arasındaki fark ortaya çıkar. Oluşturdukları beklentiler gerçekleşmeyince sevgi azalır. Bir de insan elindekinin kıymetini bilmez ve zaman için dünyanın en mükemmel metaı bile sıradanlaşmaya başlar. Ayrıca sevginin tetikleyicisi güzelliktir, dünyadaki hiçbir güzelliğin de aynı seviyede kalması mümkün değildir. Buna benzer onlarca sebep bulabiliriz. Ancak son olarak şunu söylemek isterim. İnsana verilen duygu ve latifelerin dünyadaki güzelliklerle tatmin olması mümkün değil gibi görünmektedir. İnsan sevdiği şeyi önceleri hayalinde mükemmelleştiriyor, ancak künhüne vakıf olup da ondaki güzelliğin sönüp gittiğini, yani güzelliğin kaynağının başka bir yer olduğunu görünce yönünü başka taraflara çevirmeye başlıyor. Yani zerreye aşık olanlar bir müddet sonra zerredeki ışığın güneşten olduğunu anlayınca, asıl o zaman kendinden geçiyor ve gözünü bir daha güneşten alamıyorlar.

 

 

 

 

 

-Kitabınızın yazılma aşamasında sizi en çok yoran neydi?    

 

 

 

 

 

Aşk ve Güzellik

 

 

 

 

 

Her kitap ayrı bir maceradır hem okuyana ve hem de yazana. Belki de asıl macerayı yazan yaşar. Asıl öğrenen de yazandır. Benim hazırladığım bu kitap bir araştırma kitabı olduğu için çok uzun bir çalışmanın ve emeğin ürünüdür. Çünkü bendeniz yelpazeyi mümkün olduğu kadar geniş tutmaya çalıştım. Bu da beni oldukça zorladı. Onlarca düşünürün aşkla ilgili görüşlerini önce anlamaya çalışacaksınız, sonra bu anladıklarınızı çeşitli bölümlerde karşılaştırmalı olarak değerlendireceksiniz. Mesela Aşk ve Güzellik konusu. Bu konuda hangi felsefeci ya da mutasavvıf ne demiş, ne demek istemiş. Bütün bunları bir araya getirip konuyu ayrıntılı bir şekilde işleyeceksiniz. Şimdi tekrar düşünüyorum da gerçekten zor işler. Asıl önemli olanı da bu emeklerin bir yerlerde karşılığını bulmasıdır herhalde. Çünkü benim bu konuda çok ciddi şüphelerim ve endişelerim var. Bendeniz üniversitede hocalık yapıyorum, buralarda bile insanların okumaktan neyi kastettiklerini çok iyi biliyorum. Neyse bu konu yanlış anlaşılmalara vesile olacağı için sözü uzatmak istiyorum...

 

 

 

 

 

-Kitabınızın, okuyucuya neler katmasını beklerdiniz? 

 

 

 

 

 

> Öncelikle kitabımın okunmasını isterdim. Benim en temel endişem burada. Eğer zahmet edip de birileri okumaya başladıysa hemen ellerinden atmamalarını, biraz sabırlı olmalarını isterdim. Kitabın yazılış sebebi aynı zamanda benim beklentilerimle de örtüşmektedir. Ben bu kitabı, insanımızın kendi dünyasını, kültürünü, medeniyetini, geçmişini ve medeniyetimizin aşka bakışını daha iyi bilmesi için kaleme aldım. Bildiğim kadarıyla bu konuda bu kadar kapsamlı bir kitap daha önce yazılmadı. Ayrıca bu kitap, aşkı kelime manasından başlayarak en ince ayrıntısına kadar irdelediği için, okuyucunun aşkla ilgili her sorusuna cevap verebilmek için hazırlandı. Sonuç olarak bu kitabı okuyanların aşkın hakikatine ermesini temenni ediyorum.

 

 

 

 

 

Bana sorarsanız her iyi eser, insan hayatına yeni bir perspektif açma gücünde olmalı. Çalışmanız, kalp denen sırlı kuyunun sorgulanması, sevme önceliklerinin belirlenmesi açısından bir mihenk taşı diyebilirim; ruha ait incelemelerinizdeki seçkiler, nasibi olana, hakiki sevgiyi, hak olan sevgiyi de tanıtıyor. Beşeri aşka gelince, böyle bir duygu var mı yok mu, dünya zamanları çok uzaklarda kaldığında anlaşılacak.

 

 

 

 

 

(Haber 7)

 

 

 

 

 

 

YORUMLAR 5
  • hemra köse 15 yıl önce Şikayet Et
    !!!. Bu kitap destan gibiysede gurur duymak gerekir çünkü destanlar şerefli geçmişimizi anlatır.Yazarın yorumlarını ve beklentisini tekrar tekrar okumak tüm eleştirilere en güzel cevap olacaktır aslında.
    Cevapla
  • şeyma sena 15 yıl önce Şikayet Et
    .. kitap için olumlu bir yorum yapılmış ama destan gibi olduğu da bir gerçek.günümüzde kimse böyle kitabı alıp defalarca okumaz bence
    Cevapla
  • hemra köse 15 yıl önce Şikayet Et
    merhaba. Kitabı okumadan eleştirmek çok acımasızca olmuş çünkü gerçekten çok değerli bir eser.Aşkın gerçek manası farklı boyutlarıyla bu kitapta yer almış ve kendi kültürümüze ait olan çeşitli hikayelerle aşkın anlatımı güzelleştirilmiştir.Edebiyat öğrencilerinin faydalanabileceği bir kitap olması yönüyle de tavsiye ederim..
    Cevapla
  • Hun Türk 15 yıl önce Şikayet Et
    !!!. bu ne ya destan gibi kim okuyacak bunu!
    Cevapla
  • tuncayzahid 15 yıl önce Şikayet Et
    . ya şunu özetle yazsaydınızda okusaydım, bukadar işin içinde nasıl okucam bukadar şeyi:D
    Cevapla
DİĞER HABERLER
İsrailli yetkiliden akılalmaz sözler! Fırsat verilse Harvard'ı bombalayacak
MSB duyurdu: 13 PKK'lı terörist etkisiz!