Kurban: Ailede başlayan, rahmetle yoğrulan bir toplum tasavvuru
Eğitimci Yazar Ahmet Türkben "Kurban, ferdî bir kulluk olduğu kadar toplumsal bir inşa vesilesidir." diyerek kurban ibadetinin katreden ummâna uzanan manevi sürecini analiz etti.
Ahmet Türkben'in Haber7 için kaleme aldığı, "Kurban: Ailede başlayan, rahmetle yoğrulan bir toplum tasavvuru" başlıklı yazısı şöyle:
BİR AİLE, ÜÇ İMTİHAN, BİRLİKTE ADANMAK
Kurban, insanlığa örnek olan bir ailenin birlik içinde Allah’a yönelişiyle başlayan, sadakatle örülen bağların zaman ve mekânı aşarak rahmet merkezli bir medeniyete dönüştüğü kutlu bir yürüyüştür. Her medeniyetin temelinde aynı amaca yönelmiş fertlerden oluşan bir aile vardır; kurban da işte bu birlikte adanmışlığın ibadetle vücut bulmuş halidir.
Bu yürüyüşün öznesi, örnek bir İslam ailesidir; Hazreti İbrahim, Hazreti Hâcer ve Hazreti İsmail’den oluşan bir aile.
Her biri kendi sınavını vermiştir.
Hazreti İbrahim, imanı sadakatle perçinleyerek,
Hazreti Hâcer, sabırla tevekküle tutunarak,
Hazreti İsmail ise teslimiyeti gönülden rızaya dönüştürerek imtihanlarını yüz akıyla vermiştir; zira bu üç ayrı imtihandaki adanmışlık, tevhid üzere kurulan bir ailede birleşmiş ve rahmetle yoğrulan bir toplumu inşa etmiştir.
Hazreti İbrahim’in sadakatiyle başlayan, Hazreti Hâcer’in tevekkülüyle sağlamlaşan ve Hazreti İsmail’in teslimiyetiyle kemale eren bu imtihan ve bu adanmışlık; sadece bir aileyi değil, bir ümmeti yoğuran manevi bir inşa sürecine dönüşmüştür. Her biri farklı sınanmış olsa da hepsi aynı hakikate yönelmiş, aynı Rabbe gönülden bağlanmıştır. Bu sebeple kurban, imanı birlikte taşıyan kalplerin ortak adanışıdır.
İlahi rahmet, bu imanın üzerine inmiş; sabrın ardından bir ikram olarak hem maddi hem manevi bereketler tecelli etmiştir.
Kurban, önce aileden başlamak suretiyle büyük İslam ailesi olan ümmetimizin birlikte şükretme, birlikte infak etme ve birlikte merhameti büyütme çağrısıdır. Her kurban; bir gönülden, bir aileden, bir yuvadan yükselen şükrün ve kardeşliğin sesidir. Kalpleri yumuşatır, gönülleri birbirine yaklaştırır, aramızda köprüler kurar. Kurban, birlik içinde Allah’a adanmanın sembolüdür. Bu adanış; bir ailede başlar, bir milleti yoğurur, ümmet-i Muhammed’le bütünleşir ve tüm insanlığa rahmet olarak ulaşır.
Ailece yaşanan bir kulluğun, ümmetçe yaşatılan bir kardeşliğe dönüşmesidir kurban ve her yıl yeniden hatırlatır bize:
Bir aile birlikte Hakk’a adandığında bir millet şahlanır.
Bir millet; erdemli, şuurlu, nitelikli ve adanmış nesiller yetiştirdiğinde bir ümmet dirilir.
Bir ümmet, bağımsız ve hür iradesiyle yeniden toparlandığında ise
hüzün olan yere sevinç, gözyaşı olan yere merhamet, zulüm olan yere adalet taşınır
ve yeryüzü yeniden huzur ve emniyet yurdu hâline gelir.
YAKINLIK VESİLESİDİR KURBAN
Her medeniyet, kendi ibadet diliyle anlamını kurar. Kurban, bizim medeniyetimizin en güçlü şahitlerinden biridir. Bu medeniyetin vicdanı kurbanla konuşur, takvayla kökleşir, infakla dirilir.
Kurban, yakınlaşmaktır. Kulun Rabbiyle arasındaki mesafeyi kaldırma niyetidir; bir yakınlık arayışıdır. “Mukarrabûn” zümresine dâhil olma duasıdır; zira Allah’a yaklaşmak, sadece yönelmekle değil, yaklaşmanın yoluna girerek mümkün olur. İşte kurban, o yolda açılan bir kapıdır. Cenab-ı Hakk, kuluna şah damarından daha yakındır şüphesiz; ancak kulun sunduğu her salih amel, o yakınlığı fark ettiren ve artıran bir vesiledir. Kutsî hadiste bu hakikat şöyle dile getirilir: “Kulum, Bana kendisine farz kıldıklarımdan daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşamaz...” (Buhârî, Rikāk 38). Farzlar arasında ise namaz, Allah’a doğru bir urûcdur; kalbin miracı, ruhun secdesidir. Diğer ameller, bu yükselişi sabitlemek, kalıcı hâle getirmek içindir.
İbadetler arasında görünmeyen bağlar vardır; her biri diğerini besler. Bu bağların merkezinde ise namaz vardır. Müminin secdede Rabbine yakınlaşması ne ise, kurban da o yakınlığı kalp ve eylem düzleminde pekiştirmektir. Cemaatle saf tutanların birlikteliği, nasıl gönülleri kaynaştırıyorsa kurban da yardımlaşma ve paylaşma ile gönüller arasında köprüler kurar. Kur’an-ı Kerim bu bağa şöyle işaret eder: “… onlardan hem kendiniz yiyin hem de kanaat edip istemeyen fakire ya da hâlini arz edip isteyen fakire de yedirin.” (Hac, 36)
Kurban hem Allah Tealâ’ya hem Peygamberimize bir yakınlık vesilesidir. Peygamber Efendimiz’in hayatı, sadece emirleri değil, örnek oluşuyla da ümmeti için bir pusuladır.
Kurban, o örnekliğe gönülden bağlılığın, Rasûl’e duyulan sevginin fiilî bir nişanesidir çünkü Peygamberimiz, her yıl kurban kesmiş ve ümmetini de bu ibadete teşvik etmiştir.
Onun şu uyarısı bu ibadetin ümmete mensubiyetle olan bağını açıkça ortaya koyar:
“İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın.” (İbn Mâce, Edâhî 2)
Bu hadis, maddî bir imkânsızlıktan öte manevî bir vefasızlığa da işaret eder; zira kurban, ümmete aidiyetin, Rasûl’e sadakatin bir göstergesidir.
Her kesilen kurban, aynı zamanda Peygamberimize bir salat-ü selamdır. Onun sünnetine, hayat tarzına ve ümmet bilincine bağlılık beyanıdır. Bu yönüyle kurban, Peygamberimiz’in açtığı yolda yürümeye dair verilen bir sözdür. Bir ümmete ait olmanın, o ümmetin değerlerini sahiplenmenin müşahhas göstergesidir.
TEVHİDİN KANLA YAZILAN AYETİ
Kurban, tevhidin ete kemiğe bürünmüş halidir. Her bıçak darbesi, kalbin yalnızca Allah’a ait olduğunu haykıran bir sadakat yemini; Rabbinden başkasına boyun eğmeyen bir kalbin, şirkten arınmış bir vicdanın secdesi gibidir. Kesim anında dillendirilen “Bismillahi Allahu ekber” zikri, kulluk bilincinin dilde vücut bulmuş hâlidir. Bu bağlamda Allah’tan başkasının adıyla kesilen bir hayvan hem murdar hem de bir tevhid ihlâlidir; çünkü kurban, yalnız ve yalnız Allah için kesilir.
Kur’an-ı Kerim, bu yönelişi şöyle beyan eder:
“Ben, samimi bir muvahhit olarak, yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim.” (En’âm, 79)
Bu ayet-i kerime, bir akide bildirisi olmakla birlikte varoluşun, yönelişin, niyetin ve niyazın rotasını tayin eden bir kulluk beyanıdır.
Kurban, bu beyanın eyleme dökülmüş hâlidir; çünkü iman, kalpte saklı bir inanç değil, hayatın tamamına sinmiş bir yöneliştir. Kurbanla birlikte bu yöneliş ete, kana ve harekete dönüşür. O anda asıl kesilen; bâtıla dair tüm eğilimler, dünyevî ihtiraslar ve içte gizlenmiş şirk ve nifak izleridir.
Her kurban, tevhidin yeniden ilanıdır. Her bir “Allahü ekber” zikri, yalnızca Allah’ı en yüce bilen bir kalbin haykırışı; her kesim anı ise, kulun Rabbinin huzurunda istikametini ve aidiyetini açıkça ortaya koymasıdır.
KURBANIN KALBİNDEKİ SIR: NİYET VE TAKVA
Kurban, dışarıdan bakıldığında basit bir kesim işlemine benzetilebilir; ancak görünürdeki bu eylemin ardında, ihlaslı bir iç yolculuk, anlamla dolu bir bağlılık ve bilinçli bir yöneliş saklıdır. Onu ibadet kılan, elin hareketinden çok, kalbin yönüdür. Yüzeyde gerçekleşen bir kesimden ibaret olmayan kurban, esasen bir duruşun ve aidiyetin dışa yansımasıdır.
Kur’an-ı Kerim bu gerçeği veciz şekilde bildirir:
“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; O’na ulaşacak olan yalnızca sizin takvanızdır.” (Hac, 37)
Buradaki takva; Allah’a karşı gelmekten sakınmanın, günahlardan korunmanın, hassas bir duruşun adıdır. Kurban ibadetinde bu duruş ete, kana, vakte ve niyete siner. Her kan damlası, insanın içinden geçenlerin dışa taşan simgesidir.
İbadet, davranış değil sadece, o davranışın ardındaki iç tutarlılıktır. Şekil, eğer ruhla beslenmemişse, anlamdan ve hikmetten uzaklaşır. Kurbanı değerli kılan, hayvanın kıbleye çevrilmesinden ziyade insanın kendini yönlendirdiği menzildir; çünkü her ibadet, özünde bir yön tayinidir. Doğru yöne hareket etmediği sürece ne kesim anlam taşır ne de zahmet.
Kur’an-ı Kerim, bu teslimiyeti şöyle çerçeveler:
“Benim namazım, kurbanım (diğer ibadetlerim), hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En‘âm, 162)
Bu ayet-i kerime, ibadetin kapsamını belirlerken ona ruh veren asıl kaynağın da altını çizer: aidiyet. Her eylem, Cenab-ı Hakka’a ait olduğu bilinerek yapılırsa ibadete dönüşür. "Biz Allah`a aidiz." (Bakara,156) deyişimiz bu itikadî mensubiyeti ifade eder.
Kurban ibadeti, zamanla çevrili olsa da anlamı zamansızdır. Kurban günü kesilen hayvan, kısa ömürlü bir takdim olabilir; ama insandaki arayış, teslimiyet ve bağlılık, ömür boyu sürer. Asıl mesele, o gün yapılanı, bütün bir hayata taşıyabilmektir
İBRAHİMCE BİR SADAKAT, İSMAİLCE BİR TESLİMİYET, HÂCERCE BİR TEVEKKÜL: AİLECE ADANMIŞLIK
Kurban, bir hatırlama ve bir hatırayı yaşatma sorumluluğudur. Her yıl dillerden düşmeyen tekbirler, binlerce yıl önceden bugüne ulaşan ilahî çağrının yankısıdır. Hazreti İbrahim ile oğlu Hazreti İsmail’in kıssası, bir baba-oğul imtihanı olmaktan öte ailece sergilenen örneklikle teslimiyetin, sadakatin ve ilahî emre kayıtsız şartsız boyun eğmenin en güzel örneğidir. Saffat suresinde anlatılan bu sahne, her kurban kesiminde yeniden can bulur. Her damla kan, Hazreti İsmail’in sabırla uzattığı boynunun; her bıçak darbesi, Hazreti İbrahim’in titremeyen elinin bir uzantısı gibidir. Kurbanın ruhu işte orada, o dua ile secde arasındaki sükûtta hayat bulur.
Bu hâdisede yalnızca iki kişi yoktur aslında. Görünmeyen bir üçüncü kahraman daha vardır: Hazreti Hâcer Validemiz. O, susuz çöllerde tek kelimeyle tevekkülün adıdır. “Bunu sana Allah mı emretti?” sorusuna aldığı “Evet” cevabıyla, tüm korkularını bir kenara bırakıp "Öyleyse Allah bizi korur." diyerek teslim olmuş bir annedir. Safâ ile Merve arasında koşarken yankılanan ayak sesleri, sabrın haykırışıdır. Zemzem’in doğuşuna vesile olan da bu sabırdır, bu teslimiyettir.
İbrahim Ailesi, Allah’a ailece adanmanın ve sadakatin en güzel örneğidir. Baba feda eden, anne rıza gösteren, evlat boyun eğen... Bu aile bize gösterir ki gerçek kurban; arzuların, tereddütlerin ve beklentilerin Allah’a teslim edilmesidir ve kalbin ailece kıbleye yönelişinin meyvesi, Kurban Bayramı’dır: bir arınma, bir yenilenme ve bir ibadet mevsimi.
Hazreti İbrahim’in gözünde evlat değil, imtihan; Hazreti İsmail’in kalbinde can değil, emir; Hazreti Hâcer’in ruhunda korku değil, tevekkül vardır. Bu güzel aile, tarihin en sessiz ama en anlamlı teslimiyet örneğinin yaşayan şahitleridir. Adayanla adanan arasındaki bu ilahî irade buluşması, kulluğun zirve hâlidir. Bu teslimiyet, sorgusuz bir boyun eğiş olmanın ötesinde gönüllü bir rızadır. Hazreti İsmail’in sözleri hâlâ tüm müminlerin kalbinde karşılık bulur: “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffat, 102)
Her yıl kurban ikliminde bu kıssa yeniden yaşanır. Her mümin, kurbanıyla bu hatıraya dahil olur. Ya Hazreti İbrahim’in elini tutar eliyle ya da Hazreti İsmail’in boynunu taşır bedeninde… Belki de Hazreti Hâcer’in sabrını taşır yüreğinde; çünkü bu kıssa, tarihte kalmış bir olay olarak görülemez, evet bu kıssa, kıyamete kadar insanlığın kalbine nakşedilmiş bir kulluk manifestosu olarak kurbanla ve hac ibadetiyle ilelebet yaşatılacaktır.
HAC VE KURBAN: İBRAHİMÎ MİRASIN İKİ KANADI
Kurban ve hac, aynı imanın iki farklı dili; teslimiyetin ve adanmışlığın iki kutlu tezahürüdür. İkisi de birer ibadet, birer hatıra, birer iz, birer çağrıdır ve bu çağrının sahibi, Âl-i İbrahim’dir. Kurban, Hazreti İbrahim’in imtihanıyla sembolleşirken hac, Hazreti Hâcer’in tevekkül yürüyüşünde hayat bulur. Biri “ver” diyeni dinlemektir; diğeri, “ara” diyeni sabırla takip etmektir.
Hac, İbrahim ailesinin yeryüzüne işlenmiş bir hatıra haritası gibidir. Safâ ile Merve arasında yapılan sa’y, Hazreti Hâcer’in yalnız çırpınışı değil, tevekkülün ayak izidir. Her hacı, onun duasına ortak olur; Zemzem’in sırrına biraz daha yaklaşır. Arafat’ta Âdem’in tövbesi hissedilir, İbrahim’in duası kabule dönüşür. Mina ise kurbanla zirveye çıkan bir adanmışlıktır: bıçağa uzanan bir teslimiyet, gökten inen bir rahmet.
Tavaf edilen Kâbe, Hazreti İbrahim’in elleriyle yükseltilmiş bir dua ve niyaz makamıdır.
“Rabbimiz, bizden kabul buyur...” (Bakara,127) duasının taşlara işlenmiş şeklidir. Kurban ise o kabulün ete kemiğe bürünmüş nişanesidir. Bu bağlamda hac da kurban da hatırlamaktır: sadakati, sabrı ve sarsılmaz teslimiyeti. Hac yürüyüşü, İbrahim’in adımlarına katılmak; kurban ise o yürüyüşün sonunda bir kalbi Allah’a açmaktır.
Hac da kurban da “Allah’ın şiarlarındandır” ve “Allah’ın şiarlarına saygı göstermek, kalplerin takvasındandır.” (Hac,32)
Her hacda bu örnek aile yad edilir, her kurbanla bir ahit tazelenir.
KURBANIN RUHU: BABADA SADAKAT, ANNEDE TEVEKKÜL, EVLATTA TESLİMİYET
Bugün yeniden rahmet toplumu inşa etmek istiyorsak, işe aileden başlamalıyız.
Hazreti Hâcer gibi anneler, sadece çocuk doğuran değil, zorluklar karşısında sarsılmayan, tevekkül ile yol bulan, irfanla yön gösteren annelerdir. O, ıssız vadide yalnız bırakıldığında teslimiyetle “Rabbim bizi zayi etmez.” diyerek sabrın, direncin ve hakiki imanın ne olduğunu öğretmişti. Böyle anneler, zamanın enkazı altında kalmaz; aksine toplumun istikametini tayin ederler.
Bugünün anneleri; hızla değişen dünyanın karmaşası içinde sadece evlat büyütmekle değil, bir medeniyetin hafızasını diri tutmakla da sorumludur.
Hazreti Hâcer’in izinden yürüyen her anne, çocuğunun kalbine güven ve cesaret aşılar, sabrı ve tevekkülü öğretir. Markaların, ekranların ve takvimsiz hayatların arasında kaybolmaya yüz tutmuş yürekleri; yeniden hakikate, hikmete ve Hakk’a yöneltecek olan annelerdir.
Bugünün anneleri, ekranlara hapsolmuş çocukların gözlerine hakikati taşıyacak, gönlü sınav, başarı ve tüketim kaygısıyla kuşatılmış nesillere sabrı ve teslimiyeti öğretecek Hâcerler olmaya davetlidir. Çocuklarına sadece imkân sunan değil, yön gösteren; sadece koruyan değil, karakter inşa eden annelere ihtiyaç var; zira Hazreti Hâcer, susuzlukla değil, sabırla yoğrulmuş bir iradeyle tarih yazmıştır.
Modern hayatın dayattığı aceleciliğe, yüzeyselliğe ve gösterişe karşı, Hâcer gibi anneler; ölçülü, tutarlı, dua yüklü bir annelik yürüyüşüyle cevap verirler. Halleriyle eğiten, kendi hayatıyla örnek olan annelerdir onlar...
Bir anne, yalnızca bir çocuk değil; bir nesil, bir kültür, bir medeniyet inşa eder.
Biz, yeniden insanlığa umut olma iddiası taşıyorsak annelik makamını yeniden irfanla, tevekkülle, şuurla kuşanmalıyız.
Hazreti İsmail’in “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap.” sözü, itaate zorlanan bir çocuğun değil, adanmışlığı, sadakati ve kulluğu küçük yaşta içselleştirmiş bir ruhun yansımasıdır.
Bu teslimiyet, körü körüne bir bağlılık olarak anlaşılmaz; aksine aklıyla, kalbiyle ve inancıyla yoğrulmuş şuurlu bir bağlılıktır.
Hazreti İsmail, Allah’ın vahyine dayanan ilkelere sadakat göstermişti. Teslimiyet, aklı kiraya vermek değil, onu Allah’ın emrine güvenle istikamet üzere kullanmak demektir.
Bugünün çocuklarına ve gençlerine kazandırmamız gereken de budur: şahıslara değil, hakikate bağlılık.
Korkuya dayalı bir itaat kültürü, iradesini başkalarının eline teslim eden şuursuz bir nesil inşa eder ve bu, bizi bekleyen en büyük felaketlerden biridir; oysa soran, araştıran, yanlışa ‘hayır’ diyebilen; akleden, istikamet sahibi bir iradeyle hareket eden gençler; sadece kendilerini değil, başkalarını da uçurumun eşiğinden çekip kurtarabilirler; çünkü ilkeye dayalı şuurlu bağlılık; hem şahsiyeti korur hem de toplumu diriltir.
Elbette bu yürüyüş, üsve-i hasenelerimiz olan Hazreti İbrahim ve Peygamber Efendimiz misali babalarla mümkündür.
Fedakârlığı imanın ölçüsüne dönüştüren, evladına yalnızca rızık değil, kimlik, kişilik ve istikamet kazandıran; onu Allah’a emanet edecek kadar teslimiyet sahibi babalarla...
Böyle bir baba, sadece ailesini değil, ümmetin vicdanını ve ruhunu da ayakta tutar; çünkü sorumlu ve şuurlu babalar; inancı, kültürü ve medeniyet değerlerimizi nesillere taşıyan köprülerdir.
Peygamberler; merhametiyle eğiten, adaletiyle yön veren, haliyle örnek olan rehberlerdi. Onları örnek alan babalar da başta kendi çocuklarına örnek olmaları gerektiğinin hassasiyeti içinde olmalılar.
Bugünün babaları sadece geçimle değil, istikamet ve erdemle de sınanıyor.
Hazreti İbrahim’in izinden giden ve Resulullah’ın ahlâkıyla yoğrulmuş babalar; evladını dünyanın değil, Hakk’ın rotasına emanet eden, evinin direği olmakla birlikte ailesinin pusulası olanlardır. Onlar; servet yerine şahsiyet, başarı yerine ahlâk mirası bırakmayı önemserler; zira çağımızın çocukları yalnızca teknolojiyle değil, anlam kaybıyla da kuşatılıyor. Bu savrulmuşluk içinde bir babanın duası, duruşu ve örnekliği; en hikmetli terbiye metodudur. Hazreti İbrahim gibi babalar, sadakat ve sükûnetle; Peygamber Efendimiz gibi babalar ise hikmet ve merhametle konuşurlar; çünkü bir milletin istikameti, babaların taşıdığı emanete gösterdiği sadakat ve ahlâkî örneklikle şekillenir.
TEZKİYEYE AÇILAN KAPI
İnsanın asıl yolculuğu dışa değil, içe doğrudur. Fıtratın sesini duymak, kalbin çağrısına kulak vermekle olur. Kurban, bu sese dönüşün ibadetidir. Modern zamanların gürültüsünde kendine yabancılaşan fert, kurbanla özüne, ait olduğu kaynağa döner. Kalp, bir burağa dönüşür; dünya arka plâna düşer, hakikat belirir.
Kurban, dışa yönelik olmaktan daha çok içe dönük bir dönüşüm çağrısıdır. Nefsini tanımak, onu terbiye etmek ve hakikate yöneltmek isteyen için bir arınma vesilesidir. Peygamberimizin şu uyarısı bu yönüyle dikkat çekicidir:
“Kestiğiniz kurbanlarla nefsinizi arındırın.” (Tirmizî, Edâhî 1)
İnsan nefsi, sahip olmayı ve biriktirmeyi arzular. Kurban ise vermeye çağırır. En çok bağlandığın şeyi bırakabildiğin oranda özgürleşirsin. Mal sevgisi, hırs, gösteriş ve dünyaya ait bağlar… Hepsi bıçak altına kurbanla birlikte yatırılır; çünkü esas kesilen, nefis putlarıdır. Esas arınan, kalptir.
Kurban, benlik duvarına vurulan bir sadakat tokadıdır. İnsanı kendine döndürür, iç muhasebeye çağırır. “Bu hayvan değil de ben miydim aslında kurban edilmesi gereken?” sorusu, içten sorulabilirse ibadet ruh kazanır. Asıl kurban, kendine karşı duyarsızlaşmış bir vicdanın dirilişidir.
Her kurban, nefisle yapılan gizli bir pazarlığın bozulmasıdır. Sahip olduğunla değil, vazgeçebildiğinle yücelirsin. Kalbin saflaşması ve nefsin terbiyesi; infakla, teslimiyetle, tevekkülle başlar. Bu açıdan kurban bir tezkiye eylemidir. İçeride olup bitenle ilgilenir ve bu yönüyle, nefsini tezkiye etmeye yönelen her fert için aralanmış bir kapıdır.
CANANDAN GEÇMEK, EN SEVİLENİ VERENLERİN İMTİHANI
Kurban, bir hayvanın kesilmesiyle daraltılamayacak bir boyutta en kıymetli olana veda edebilme cesaretidir. Fedakârlığın, rızanın ve teslimiyetin sembolü olan bu ibadet, insanın Allah için kendinden vazgeçmeyi göze alabildiği yerde başlar. Asıl kurban, gönülde kesilen arzular, susturulan hevesler ve teslim edilen sevdalardır. Bu yönüyle kurban, hem bir kesim hem bir seçimdir. Sevdiklerinden geçerek Sevilene yönelmenin adıdır. Hazreti Habil’in tertemiz yüreğiyle en güzel olanı Allah’a takdim etmesi gibi… Zira Rabbimiz buyurur:
“Allah ancak takva sahiplerinin kurbanlarını kabul eder.” (Mâide, 27)
Fedakârlıktır kurban; canların canı uğruna can vermeyi, canandan geçmeyi başarmaktır. En değerli olanı sunmak, kalbin sınavıdır. Neyi feda edebiliyorsak, oraya kadar bağlıyız demektir. Bu bağlılık, gösterişten uzak, ihlâsla yoğrulmuş bir sadakatin ölçüsüdür.
Kur’an-ı Kerim, hakiki iyiliğin sınırını şöyle çizer:
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça birr’e ulaşamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92)
İşte kurban, bu sınırın üzerine basarak yürümektir. Allah için en kıymetlisini vermeye hazır olanlar, infak ve teslimiyeti en üst düzeyde yaşarlar. Kalbinde nifak izi taşımayan yürekler, neyi seviyorsa onu Allah için başkalarına takdim ederler. Bu takdimde riya yoktur, pazarlık yoktur. Yalnızca rızâ-ı ilâhi vardır. En sevileni, En Sevilene sunabilmenin adıdır. Tıpkı Habil gibi Rabbine en güzel olanı sunanların duaları da niyetleri de O’nun katına elbette ulaşacaktır.
AHDE VEFADIR KURBAN
Her kesilen kurban, kulun Allah’a verdiği ahdin yenilenmesi ve sadakat beyanıdır. Kurban, bir hatırlamadır ama daha çok, bir hatırlatmadır: Söz verdik, unutmuyoruz.
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan o yüce ahit sahipleri gibi, her mümin de kesilen kurbanla kalbindeki sözleri tazeler. Bu ayet-i kerime, zamanın ötesine uzanan bir sadakat destanıdır:
“Mü’minlerden, Allah’a verdiği ahdi yerine getiren öyle yiğitler vardır ki onlardan kimi bu uğurda canını vermekle adağını yerine getirmiş, kimi de beklemektedir. Ahitlerini hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzab, 23)
Vefalı olanlar, bekleyenlerdir; çünkü beklemek, sadakatin zamanla imtihanıdır. Ahdi yaşatan sözün ardında duran iradedir. Kurban, işte bu iradenin nişanıdır.
Kesilen her kurbanla bir bağlılık, bir yemin sunulur Mevlâ’ya. “Ey Rabbim, verdiğim sözü unutmuyorum. Senin yolunda, Senin emrinle, Senin rızan için buradayım.” Bu sessiz ama içten yakarış, kurbanın her damla kanında hissedilir.
Kul, bazen bu ahdini malıyla öder; bazen de canıyla sınanır. Bazen infak eder, bazen vazgeçer; bazen susar ama teslimiyetle susar. Vefa, sözde, davranışta, niyette ve sebatta görünür ve her kurban, bu ahde bağlılığın ilanıdır. Kesilen hayvan, bir sembol; aslında kurban olan, insanın nefsidir. Allah’a bağlılık yemini, yılda bir defa ile sınırlı kalmadan her an diri tutulmalıdır. Kurban ise bu diri tutuşun toplu hatırlatmasıdır.
Ahitlerini unutmayanların adı, Kur’an-ı Kerim’de “yiğit” olarak geçer. Onlar ki adanmıştır, hazırlıklıdır ve sözlerinden dönmemişlerdir.
“Onlardan kimi adağını yerine getirdi, kimi bekliyor...”
Beklemek, sebatın diğer adıdır. Kurban ise bu sebatın, bu hazır oluşun nişanesidir. Ahde vefa, yalnızca geçmişte verilmiş bir söz değil, gelecekte tutulmak üzere hâlâ yürürlükte olan bir yemindir.
ŞEHİTLİK: KURBAN OLMANIN EN YÜCE HÂLİ
Mümin, kurban kesmekle Rabbine kulluğunu gösterirken aslında kendisine verilen nimetlerin bir kurban gibi sunulmuş olduğunun da idrakindedir. Yeryüzünde ne varsa, su, ateş, toprak, hava ve tüm nimetler insana sunulmuş birer kurbandır. Gök ve yer, güneş ve ay emre itaatsizlik etmeden her zerresiyle sadakat ve teslimiyetin dili olan, ilâhî bir düzen içinde insanın hizmetine boğazlanmış kurban gibidir. Sunulan ilâhî nimetlere karşı insanın cevabı, infakla şekillenen bir şükür; gerektiğinde malından, canından geçmeyi göze alan bir teslimiyet olur. Evet, bu yönüyle kurban, sadece bayram sabahı kesilen bir hayvan olmanın çok ötesinde bazen bir annenin vatana gönderdiği kınalı kuzusudur, bazen bir yiğidin secdesinin şahit olduğu son duası… Cihadı alnının çatına mühürlemiş, her sabah şehadeti duasının başına yerleştirmiş yiğitlerin teslimiyetidir kurban. Kurban, en kıymetli olanı Allah için sunabilmektir ki şehitlik, bu sunuşun en yüce hâlidir. O, İ’lây-ı Kelimetullah uğruna canından aziz bildiği mukaddesatı için canını feda edenlerin çağları aşan ve nesillere ulaşan çağrısıdır.
Şehit, Allah’a yakınlaşmanın en keskin ve en temiz yolu olan kurbanın ta kendisidir; çünkü o, canını Allah için göz kırpmadan feda edendir; en tatlı gelen şeyi, en içten arzulananı bir an bile tereddüt etmeden feda eden… Şehitler, her şeyini Allah’a kurban ederler. Zevklerini, arzu ve isteklerini, malını, vaktini, canını, ömrünü… Şehit, bu teslimiyetin zirve hâlidir. Unutulmamalıdır ki: Şehitler ölü değildir. Onlar, dirilişin habercileridir. Kur’an-ı Kerim, bu hakikati asırlar öncesinden haykırır:
“Allah yolunda öldürülenler için ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler; fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara,154)
Şehitler, Hazreti İbrahim’in sadakatini, Hazreti İsmail’in teslimiyetini, Hazreti Hâcer’in tevekkülünü taşır yüreklerinde. Her biri, bir neslin hatırasını diri tutan, can veren birer sessiz kahramandır. Onların kanı, sadece toprağı değil, vicdanları da yeşerten bir rahmettir.
Kurbanla arınan kalpler, bu şehadet bilincini unutmamalı; her kesilen kurban, bir vefa nişanesi, bir dua cümlesi, bir sadakat beyanı olmalıdır; çünkü kurban, aynı zamanda bir hatırlayıştır ve bu hatırlayışta, şehitlerin adı hep canlı kalmalıdır.
KURBAN: DİN UĞRUNA CANI FEDA ETMENİN CANLI SEMBOLÜ
Kurbanlık hayvanlar birer temsil, birer semboldür. Her biri, Hazreti İsmail’in yerine inen koç gibi bir bedel, bir vekâlet taşır. Üstat Sezai Karakoç’un o unutulmaz ifadeleriyle onlar, “şehrin çeliğine kanlarıyla su vermeye” gelirler. Modern hayatın taşlaştırdığı kalplere, tekrar merhamet ve teslimiyet taşırlar. Hayatın ancak fedakârlıkla anlam bulacağını, her kurbanla yeniden hatırlatırlar.
“Ey, dağların nefis ve saf havasında yüze yüze gelişen mübarek yaratıklar, hoş geldiniz!…
Din uğruna canı feda etmenin canlı sembolleri, şehrin çeliğine kanınızla su vermeye geldiniz!…
… kurban olayında, ölüm artık yalnız kurban edilenin değil, kurban edenin de bir yaşantısıdır. Yani insan da kendi ölümünü bir parça yaşar o anda. Yani, sanki o anda kendisi ölecekken, o hayvancağız, kendisinin yerine ölmekle ödevlendirilmiştir. Hazreti İsmail’in yerine koçun kurban edilmesi gibi. Bu alanda kurban, bir nevi, hayvanın şehidi gibidir.
Kurban kesilirken, bir an için insanın yaşadığına hamdetmemesi elde değildir. Hamd ve şükür, yaşamak gibi zaruret oluyor.
(Dirilişin Çevresinde, s. 11–13)
Bu kurbanlar, bir hatıranın suskun tanıkları, bir teslimiyetin sessiz şahitleridir. Onların boynu, bıçak altına eğilirken aynı zamanda insanın vicdanına ve kulluk bilincine de eğilir; çünkü kurban, can vermek için değil, kalplere can katmak için kesilen bir rahmet sembolüdür; mazlumun umudunu yeşertmek, muhtacın duasına can katmak, ümmetin vicdanını diri tutmak ve insanın kalbindeki kulluk bilincini taze tutmak için…
KURBAN: DİRİLİŞİN BAYRAMI
Kesilen her kurban, Hazreti İsmail’in yaşaması için gökten gelen bir armağan gibi, bugün de bizim manen yaşayabilmemiz ve başkaca görünür görünmez zararlardan korunabilmemiz için Allah’a sunulan bir armağandır. Bu armağan; dua, şükür, teslimiyet ve adanmışlıktır. Kurban, insanın iç âleminde başlayan bir dirilişin dışa vurumudur. Bu yüzden bayramdır. Bu yüzden sevinçle birlikte haşyet de taşır.
Kurban Bayramı, teslimiyete duyulan saygının, o sadakatin hatırlanmasının, o ilahî imtihanın ümmetçe kıymetlendirilmesidir. Gökten inen koç Hazreti İsmail’i yaşattığı gibi insanlığı da yeniden yaşatmıştır. Bu dirilişin hatırasıdır bayram.
Kurban Bayramı, ölümlerde dirilişi bulma bayramıdır. Tıpkı Hazreti İsmail gibi “razıyım” demenin, tıpkı Hazreti İbrahim gibi “emrolundum” demenin fiile dönüşmüş hâlidir. Kurban, yaşamak için vermeyi, sevmek için vazgeçmeyi bilmektir; çünkü asıl yaşamak, vazgeçebilme iradesiyle mümkündür.
Bir mekteptir kurban. Her yıl açılan ve insanı yeniden insan olmaya çağıran bir bayram mektebi. Dersi teslimiyet, öğretmeni sadakat olan bu mektepte herkes yeniden kendini arar ve kendini bulanlar, kurbanın aslında neyin bayramı olduğunu idrak ederler.
KURBAN: BİR MEDENİYETİN KALP ATIŞIDIR
Kurban, ibadetin, merhametin, paylaşmanın ve toplumsal duyarlılığın canlı şahididir. Yeryüzünün taşını toprağını yumuşatır; yalnızların yüzüne tebessüm taşır. Uzakları yakın eder, kalpleri birleştirir. Her kesilen kurban, bir medeniyetin ahlâkî damarına kan taşır; çünkü medeniyet, güçle değil, merhametle kurulur.
Kurban, ferdî bir kulluk olduğu kadar toplumsal bir inşa vesilesidir. İhtiyaç sahibine el uzatmayı, sofralara kardeşlik taşımayı, komşuluğu yeniden ihya etmeyi öğretir. Etin; bir kısmı yoksula, bir kısmı misafire ve yakına, bir kısmı da ev halkına ayrılan bu sade taksimat, infak olmanın yanı sıra bir ahlaktır.
Fakire uzanan el, merhameti,
misafire açılan sofra, muhabbeti,
aileyle paylaşılan nimet ise minnettarlığı temsil eder.
Bu yönüyle kurban, kulun Rabbine olan bağlılığını insanlarla kurduğu ilişki üzerinden de görünür kılar. Ferdî ibadetten, kurumsallaşmış merhamet düzenine uzanan bir köprüdür.
Kurban sofraları; yemek, umut, muhabbet ve insanlık haysiyetinin bölüşüldüğü mekânlardır. İyiliğin örgütlendiği, rahmetin kurumlaştığı bir toplumsal bilinç alanıdır.
Kurban, aynı zamanda bir rahmet ekonomisidir. Bu ibadet, klasik iktisat formlarını aşan bir bakışla; infak, îsar ve sadaka üzerinden şekillenen, kalbi önceleyen bir medeniyet tasavvurunun parçasıdır. Maddî olanın ötesine geçer; manevî olanı hatırlatır. Bir kurban kesilir; fakat onunla bir can dirilir, bir vicdan uyanır.
Kesilen hayvan hem bir ibadet sembolü hem de bir şuur kıvılcımıdır. Kurban, yalnız kanın akması değil, zalimlerin susturduğu seslere yeniden nefes olmak, mahzun kalplere umut, yorgun yüreklere dayanak olmaktır; çünkü her damla kan, Doğu Türkistan’da susturulan duaların yansıması; Arakan’da yetim kalan çocukların gözyaşıdır. Her kurban, Filistin’de yerle bir olan evlerin yıkıntısına düşen merhametli bir tebessüm, Gazze’de kanayan yaraya bir sargıdır. Gazze için kurban; gökten ölüm yağdıran bombalar altında büyüyen, Filistin’in cesur ve kahraman çocuklarına, Mescid-i Aksa’ya adanmış çağın İsmail’lerine bir teselli armağanı; enkaz altında kalan insanlığın sessizliğine inat, sabırla ve tevekkülle dimdik duran çağın Hâcer’lerine bir hürmet selamı ve İbrahimce bir sadakatle, asla vazgeçmeden mücadele eden Allah erlerine ve tüm yiğitlere bir direniş duası, bir zafer müjdesidir.
Yalnızın yalnızlığına dokunan bir el, mazlumun duasına eşlik eden bir ses, kurbanla yeniden dirilir ve her bir hayvanın kesilişi, gönül coğrafyamızın hüzün alanlarına dair vicdanî bir sahiplenmeye dönüşür.
Bu bağlamda kurban, bir ferdin, bir milletin, bir ümmetin ve insanlık vicdanının kalp atışıdır. Her bayramda bir kez daha duyulur o atış: Doğudan batıya, kuzeyden güneye, merhametle atan bir kalbin sesi gibi.
Kurban, tarihten taşan ve bizim medeniyetimizin Allah’a yaklaşırken insanı da kucaklayan en kadim çağrısıdır.
KURBAN NE ET NE DE KANDIR
Kurban, Allah’tan gelen ve gönülleri birbirine yakınlaştıran ilahî bir ikramdır.
Kurban, tevhidin kanla yazılan bir ayeti; ihlâsın ve infakın ete bürünmüş hâlidir.
Kurban, takvayla kemâle eren bir teslimiyet; şükürle şekillenen bir ibadettir.
Kurban, arınmanın kapısı; adanmanın en samimi ifadesidir.
Kurban, İbrahim ailesinden miras kalan sadakat; hac yolculuğunun en sessiz duasıdır.
Kurban, milletin, ümmetin vicdanı ve bir medeniyetin kalp atışıdır.
HAMDOLSUN
Hamdolsun, kurbanı bize Burak kılan âlemlerin rabbi olan Allah’a...
Hamdolsun, kurbanla bizi Kendisine yaklaştıran, uzakları yakın, yakını daha da yakın eden Rahmân ve Rahîm olana...
Rezzâk olana, Kerîm olana, kulluğu bize nimet, kurbanı bize vesile kılana sonsuz hamdüsenalar olsun.
SELAM OLSUN
Selam olsun, emre sadık kalan Halilürrahman’a; Rabbinden gelen emre en ufak bir tereddüt göstermeyen peygamberlerin atası Hazreti İbrahim’e...
Selam olsun, teslimiyetin sembolü, adanmışlığın dili, sabrın ve rızanın timsali olan evlatların en güzeli Hazreti İsmail’e...
Selam olsun, çölde tek başına kalışına rağmen tevekkülünü yitirmeyen, Safâ ile Merve arasında sabrın, duanın ve sadakatin izini süren annelerin sultanı Hazreti Hâcer’e...
Ve selam olsun,
İbrahimî mirası ümmetine taşıyan, kurbanla öğrettiği teslimiyeti hayatına nakşeden, hayatın her anında ve her alanda en güzel örnek olan Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e...
“Allahümme salli ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte ve kemâ bârakte alâ İbrahîme ve alâ âli İbrahîm. İnneke Hamîdun Mecîd..”
"İnsan yetiştirmek en büyük medeniyet projesidir"