Daha adil ve erdemli bir dünya için: İyilikte ısrar
“İyilik, adalet ve merhamet merkezli bir medeniyet mümkün” diyen eğitimci yazar Ahmet Türkben, insanlığın karanlık tünelden çıkışının ancak iyilikte ısrarla mümkün olabileceğini vurguluyor.

İşte Ahmet Türkben'in Haber7 için kaleme aldığı "Daha Adil ve Erdemli Bir Dünya İçin: İyilikte ısrar" başlıklı yazısı:
BİZİM MEDENİYETİMİZ, İYİLİK MEDENİYETİDİR
Medeniyet, Arapça kökeni itibarıyla ‘Medine’ kelimesiyle bağlantılı olarak ‘yerleşik hayata geçmek, şehirli olmak ve düzenli bir hayat sürmek’ gibi anlamlar taşır. Terim olarak ise medeniyet; bir toplumun maddi ve manevi birikimini, şehir hayatının sosyal, siyasal, kurumsal ve ekonomik düzeniyle birlikte ilim, fikir, sanat ve teknoloji gibi alanlardaki kazanımları üzerinden inşa ettiği bir hayat tarzını ifade eder.
İslam'ı benimseyip onu bir hayat nizamı hâline getiren Müslümanlar, tarih boyunca farklı coğrafyalarda inşa ettikleri eserlerle hem maddi hem manevi sahada derin izler bırakmışlar ve farklı kültürlerle harmanlanarak köklü bir zenginliğe ulaşmışlardır. Üstat Sezai Karakoç’un tespitiyle: "Tarih boyunca, peygamberler, bilginler ve medeniyeti her cephesiyle, her anlamda gerçekleştirenler, toplum düzenini sağlayan kişiler, kurallar koymuşlar, birçok maddi, manevi, fikri eser meydana getirmişlerdir ki, onlardan bir hayat tarzı doğmuştur. Bu hayat tarzı, inanan insanın hayat tarzıdır. Gelişerek, dallanıp budaklanarak bir medeniyet halini almıştır bu zamanla. Biz buna, İslam Medeniyeti diyoruz. Bizim medeniyetimiz, tecrübe edilmiş, başarıya ulaşmış ve insanlığı mutluluğa ulaştırmış bir medeniyettir." (Çıkış Yolu II Medeniyetimizin Dirilişi, s. 18-19)
Asr-ı Saadet'te temelleri atılan İslam medeniyeti, Emevîler Döneminde filizlenmiş, Abbasilerle birlikte ilim ve irfanın merkezi hâline gelmiştir. Endülüs, bu medeniyetin batıdaki parlak yüzü olarak bilimde, sanatta ve mimaride insanlığa örnek olmuş; Selçuklular, bu birikimi daha geniş coğrafyalara taşımıştır. Osmanlı ise bu mirası kurum ve kuruluşlarıyla sistemleştirerek zirveye ulaştırmıştır. Böylece İslam medeniyeti, asırlar boyunca insanlığa hem hikmet hem de zarafet bahşeden köklü bir medeniyet olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. Bu medeniyetin eserleri, yalnızca saraylar, camiler ya da köprülerle sınırlı değildir. Onun asıl eseri, eşref-i mahlukat olarak insana değer veren, kalpleri iyilikle buluşturan, kim olursa olsun mazlumdan yana ve zalime karşı olan, adaleti yücelten, muhtaç olanı gözeten, merhameti ve sabrı temel alan bir hayat anlayışıdır. Bu anlayışın izleri, sanattan edebiyata, mimariden el sanatlarına, musikiden söz ustalığına kadar geniş bir yelpazede kendini göstermiştir. Bizim medeniyetimiz hem kaleler inşa etmiş hem de kalplerde adalet, merhamet ve kardeşlik köprüleri kurmuştur. Hem şehirleri süslemiş hem de gönülleri güzelleştirmiştir. Hem ilim ve hikmeti yüceltmiş hem de insan fıtratına uygun bir huzur iklimi tesis etmiştir. Bugün medeniyetimizin izlerine her dokunduğumuzda, mekâna ruh veren iyilik niyetini, adalet arayışını ve merhamet duygusunu hissederiz.
MEDENİYETİMİZİN HARCI İYİLİKLE KARILMIŞTIR
İyilik, bir insanın düşünce, duygu, tutum ve davranışlarını şekillendirerek onlara derin bir anlam katar; doğru, güzel, faydalı ve hayırlı olanı ruhunda mayalar. Bu erdem, insanı sadece kendi halinde bir fert olarak değil, toplumu etkileyen ve dönüştüren bir güç olarak da tanımlar. İnanmış gönüller, iyiliği sadece kendi hayatlarında yaşamakla kalmaz; çevrelerini de iyiliğe davet ederler. İyi bir kul, iyi bir evlat, iyi bir ebeveyn, iyi bir eş, iyi bir komşu, iyi bir yönetici, iyi bir çalışan kısacası iyi bir insan olma arzusuyla yaşarlar. Onlar, başkalarını da iyiliğe teşvik etmek için her anı bir fırsat sayarlar.
İyilik, bir davranış biçimi yahut gelip geçici bir eylem değil, insanın manevi tekâmülünün de bir yansımasıdır. Kalpte filizlenir, ruhu besler, oradan düşüncelere, duygulara ve davranışlara yön verir. Dar kalıplara sığmaz. Sabır, hürmet, merhamet, anlayış ve affetme gibi erdemleri içinde taşır. Sadece maddi yardımlarla da sınırlı değildir; bazen bir selam, bir tebessümle başlar, bazen de büyük fedakârlıklarla görünür olur. Darda olana el uzatmak, dertli bir gönlü dinleyip samimi bir teselli sunmak, gelmeyenin kapısını çalmak, unutanı hatırlayıp aramak, kırılmış bir kalbi onarmak, mazluma umut olmak… bunların her biri, iyilik adına karşılaştığımız fırsatlardır. İyilik, dışa akseden fiillerin yanı sıra içimizde taşıdığımız halis niyetlerde de hayat bulur; zira amelleri değerli kılan kalbimizde taşıdığımız iyi niyet ve samimiyettir.
KUR’AN’A GÖRE GERÇEK İYİLİK
Tarih boyunca erdem ve fazilet arayışında iyilik, insanlığın farklı tariflerine konu olmuştur; ancak onun en berrak tanımı Kur'an-ı Kerim'de yapılmıştır. Ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “İyilik (birr), yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır ve ancak onlar Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (Bakara, 177)
Bu ayet-i kerime, iyiliğin yalnızca şeklî ritüellere indirgenemeyeceğini, onun inanç, ibadet, sosyal sorumluluk ve ahlaki erdemlerin iç içe geçtiği bir bütün olduğunu bildirir. İyilik; yüzlerin doğuya ya da batıya çevrilmesi gibi yalnızca yön tayininden ve biçimsel yönelişlerden ibaret değildir. Asıl olan niyet, inanç ve ahlaki duruştur; mekânlara değil, insanın kalbinin Hakk’a ve hakikate, vicdanının adalete ve merhamete yönelmesidir. Evet gerçek iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmakla başlar; bu inanç, insanın yalnızca dilinde ya da kalbinde kalmaz, hayatına ve davranışlarına yön verir.
İyiliğin en samimi göstergelerinden biri, insanın sevdiği malını, ihtiyaç sahipleriyle paylaşabilmesidir. Akrabaya yardım etmek, yetimi gözetmek, yoksula el uzatmak, yolda kalmışa sahip çıkmak, dilenenlere duyarlı olmak, köleleri özgürlüğe kavuşturmak bu iyilik anlayışının temelidir. Burada malın infak edilmesi, sadece maddi bir destek olmanın ötesinde insanın bencillikten sıyrılarak toplumla dayanışma içinde olması anlamına gelir. Kişi, malını sevdiği halde Allah rızası için infak ettiğinde bu fedakârlık, onu gerçek iyiliğe ulaştırır.
Namazı dosdoğru kılmak ve zekât vermek de iyiliğin kilit taşlarındandır. Namaz ve zekât, iyilik anlayışında temel ve vazgeçilmez iki önemli ibadettir. Bir binayı ayakta tutan kilit taşları nasıl vazgeçilmezse, iyilik hayatında da namaz ve zekât o derece önemlidir. Bu ibadetler, insanın hem Allah’a olan bağlılığını hem de toplumla ilişkisini güçlendirir.
Gelişigüzel değil, hakkı verilerek ihlâsla, samimiyetle, şartlarına ve adabına uygun olarak kılınan bir namaz, kalbi kötülüklerden arındırır ve insanı iyiliğe sevk eder. Zekât ise malın belirli bir kısmını ihtiyaç sahiplerine vermektir. Bu, muhtaç olana yapılan bir yardım olmakla birlikte malı temizlemek, bencillikten arınmak, toplumda adaleti tesis etmek anlamına gelir. Zekât, mal sevgisinin insanın kalbini esir almasına engel olur ve kişiyi topluma karşı duyarlı hale getirir.
Ahlaki erdemler de iyiliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Verilen sözleri tutmak, güvenilir ve dürüst olmak, insanlarla ilişkilerde samimi ve vefalı davranmak; bunların hepsi iyiliğin tamamlayıcı unsurlarıdır. Ayrıca, sıkıntı, darlık, hastalık ve savaş gibi zor zamanlarda ve hayatın zorlukları karşısında dirençli olmak, isyan etmeden sabretmek kişinin takva sahibi bir kul olduğunu gösterir.
İYİLİKLER, KÖTÜLÜKLERİ YOK EDER
İnsan, kötülüğü tamamen yok edemese de yaptığı her iyilikle kötülüğün etkilerini azaltabilir. Her iyilik, karanlığı aydınlatan ışık gibi kötülüğün etkilerini zayıflatır ve zamanla fert ve toplum düzeyinde hayatı olumlu yönde değiştirir. "Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür ve sabret, gerçekten Allah, iyilik yapanların ecrini zayi etmez." (Hud, 114-115)
Bu ayet, iyiliğin hem fert hem de toplum düzeyinde kötülüğü yok etme gücüne sahip olduğunu vurgular. Bizim medeniyetimizde iyilikler, kötülükleri yok eder; güzellikler, çirkinlikleri siler; sevaplar ise günahları ortadan kaldırır. İyilik ve doğruluk hâkim olduğunda, kötülükler ve olumsuzluklar zamanla etkisini kaybeder, daha güvenli ve daha huzurlu bir ortam oluşur. İyiliklerin yaygınlaşması, kötülüğün zayıflamasına ve erdemli bir hayatın güçlenmesine vesile olur.
Başka bir ayet-i kerimede: “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde iyilikle ortadan kaldır. O zaman göreceksin ki seninle arasında husumet bulunan, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet,34) buyrulur. İyilik her durumda kötülüğe baskın gelir, kötülüğe iyilikle karşılık vermek de düşmanlıkları dostluğa dönüştürür. Kötülük, başka bir kötülükle yok edilemez; bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltmeye çalışmak, sorunu çözmek yerine daha da büyütür. Kötülük ancak iyilikle, zulüm ancak adaletle, nefret ancak muhabbetle, yalan ancak hakikatle, cehalet ancak ilimle, karamsarlık ancak umutla, bencillik ancak fedakârlıkla ortadan kaldırılabilir. Gerçek temizlik ve arınma, iyilik, doğruluk ve erdemle mümkündür. Toplum, fertlerin ahlaki değerlerine sıkı sıkıya bağlı kalması ve bu değerleri yaşamasıyla güçlenir ve bozgunculuğa karşı direnç kazanır.
Dünyayı ancak iyilik ve merhamet değiştirebilir. Her iyilik, bu dünyada ve ahirette mutlaka bir karşılık bulur ve daha aydınlık bir geleceğin inşasına vesile olur.
MEDENİYETİMİZİN İYİLİK İDEAL
İyilik, bir yol haritası, hayatın her anında ve her alanda kendini gösteren bir pusuladır. O sadece davranışlarımızın bir sonucu değil, içimizdeki güzelliklerin bir yansıması, bir insanın kalbinde ve zihninde başlatılacak bir değişimin sonucudur. İnsanın; Rabbine, çevresine ve tüm varlığa karşı duyduğu sorumluluğun fark edilmesiyle başlayan bir diriliştir. İyilik, insanın sahip olduğu manevi zenginlikleri hayata aktarmasının bir aracı, toplumları daha adil ve daha huzurlu kılmanın bir yoludur.
İyilik, hayatın merkezine kendini almak değil, başkalarının huzur ve refahını düşünerek hareket etmektir. İyiliği yaymak ve insanlığın ortak geleceğine katkıda bulunmak, inanmış gönüllerin ortak sorumluluğudur. Bu yönüyle iyilik, sadece ferdî bir gayret değil, tüm insanlık için umumi bir davettir.
Bir insanın iyiliği asla kendi çevresiyle sınırlı kalmaz. Tıpkı denize atılan bir taşın oluşturduğu halkaların giderek genişlemesi gibi yapılan her iyilik de zincirleme bir etkiyle zamanla büyüyerek toplumu ve nihayetinde tüm dünyayı dönüştürme potansiyeli taşır. Bir kelebeğin kanat çırpışının uzak diyarlarda fırtınalara sebep olabileceği düşüncesi, iyiliğin de benzer şekilde öngörülemeyen etkilere vesile olabileceğini hatırlatır.
Medeniyetimizin iyilik ideali; dünyayı emniyet, huzur ve barış yurduna dönüştürme gayretiyle beslenen, yeryüzüne iyiliğin hâkim olması için üstlenilen bir erdem ve bir sorumluluktur.
Ne var ki günümüzde bu köklü medeniyetin inşa ettiği iyilik ve adalet anlayışı, çeşitli krizler ve meydan okumalarla karşı karşıyadır.
Savaşlar, işgaller ve iç çatışmalar gönül coğrafyamızda derin yaralar açarken kavmiyetçilik, mezhepçilik, tekfircilik gibi ötekileştirici tüm virüsler ve her türlü tefrikayı körükleyen anlayışlar, İslam âleminin kardeşliğini zedelemekte, birliğini ve dirliğini tehdit etmekte, en acısı da insanlığa umut olma potansiyelini gölgede bırakmaktadır.
Seküler milliyetçilik, evrensel kardeşlik ufkunu daraltırken; müstemleke aklı, kendi irademizle düşünmemizi engelleyen zihinsel bir işgale dönüşüyor.
Kendi problemlerimize, kendi değerlerimizden beslenerek uygun çözümler üretmek yerine, başkalarının tasarımlarına mahkûm bir hayatı meşrulaştırıyoruz; oysa insanlığa yeniden umut olabilmek; bizi biz yapan değerleri merkeze alan özgün bir medeniyet aklına dönmeyi, taklitten arınmış, hakikate yaslanmış bir fikir ve aksiyon iradesi inşa etmeyi zorunlu kılıyor.
Bununla birlikte, örgütlü ve organize kötülüğün her alandaki ifsat projeleri hayatın en mahrem alanlarına kadar nüfuz edebiliyor.
Tohum ve gıdadaki bozulma, toprağın bereketini yok etmekle kalmamış; insan sağlığından tabiattaki muazzam dengeye, milletlerin bağımsızlığından geleceğin güvenliğine kadar pek çok alanda küresel bir tehdide dönüşmüş durumda.
Aile kurumunu hedef alan küresel saldırılar, nesillerin ahlaki ve manevi çöküşüne zemin hazırlıyor; milletleri gelecekte topyekûn felakete sürükleyebilecek ciddi bir risk oluşturuyor.
Küresel kültürel hegemonya; moda, medya ve teknoloji aracılığıyla yerel kültürü silikleştiriyor, insanları kendi değer dünyasına yabancılaştırıyor, tarihî, manevi ve kültürel köklerinden uzaklaştırarak kimliksizliğe sürüklüyor. Özgürlük ve dünya vatandaşlığı söylemiyle tek tipleşmiş bir kimliği özendiriyor; ahlaka aykırı hayat tarzlarını normalleştirerek kültürel yozlaşmayı yaygınlaştırıyor.
Tüm bu ifsat süreci, cehaletin beslediği karanlıkta daha da yayılırken; dünyevileşme, maneviyatı perdeliyor; çıkar ilişkileri ise fedakârlık ve diğerkamlık gibi erdemleri zayıflatıyor.
Bütün bu yıkıcı unsurlar, büyük İslam ailesini içeriden çürütmekle kalmayıp aynı zamanda onun hakikatin sesi ve adaletin temsilcisi olma misyonuna da gölge düşürüyor.
İşte böyle kritik bir dönemde, yeryüzünde kötülükten ve fitneden eser kalmayıncaya dek iyilikte ısrar eden, Hakk’a teslimiyeti ve hakikate bağlılığı merkeze alan bir medeniyet tasavvuru; kardeşliği önceleyen kuşatıcı ve kapsayıcı bir anlayış ve adaleti yaşatma azmi her zamankinden daha elzem hâle gelmiştir.
İlim ve irfanla kalpleri buluşturan, geniş gönüllülükle farklılıkları zenginlik gören, adalet ve merhameti esas alan bir yaklaşım hem mazlum coğrafyaların umudu olacak hem de insanlığın içine düştüğü karanlık tünelden çıkış için bir kandil vazifesi görecektir.
Tam da bu zaman diliminde hassasiyet ve sorumluluk bilinciyle yaşayan gönül erlerine büyük vazifeler düşüyor. Bu kutlu mirasın taşıyıcıları; öncelikle doğru, sahih ve temiz kaynaklardan beslenmeli, temsil ettikleri değerlere uygun bir ahlak sergilemeli, ifrat ve tefrit boyutundaki her türlü aşırılıktan kaçınmalılar.
Amentü’ye inananlar; müstakim bir yöneliş, mutedil bir anlayış, muktedir bir duruş, meşru bir yöntem ve muteber bir söylemle temsil ettikleri değerleri insanlığa yeniden sunma ve kendi medeniyetlerini yeniden inşa etme gayreti içinde olmalılar.
İyilik, adalet ve merhamet çağrısını yalnızca kendi milletleri için değil, tüm insanlığı kapsayacak şekilde güncellemek ve yaşanılır hale getirmek zorundadırlar; zira gözlerin şahit olmadığı bir hakikat, kulaklara ne kadar hoş gelse de gönüllere tesir etmez.
İnsanlık, yalnızca sözle ifade edilen değil, özle doğrulanan ve yaşanarak sergilenen hakikate muhtaçtır.
Bu hakikatin yeniden hayat bulması için iyilikte ısrar etmekten, adalet ve merhamet ekseninde daha adil ve erdemli bir dünya inşa etmeye yönelmekten başka bir yol yoktur.
-
vedat 3 saat önce Şikayet EtSaygıdeğer hocam çok güzel ve çok açıklayıcı bir yazı olmuş. Bu ve benzeri yazıların ara ara değil sıklıkla yayımlanması gerektiğini düşünüyorum. Fussilet 34 ayeti kerimesi doğrultusunda bir hayat temennisi duasıyla size ve kardeşlerime hayırlı ve uzun ömürler diliyorum.Beğen
-
Mst 4 saat önce Şikayet Etİyilikten maraz doğar ozellikle gunumuzde o yuzden ne iyilik yaparım ne kımseden ıyılık beklerim herkes kendi basının çaresine baksınBeğen
-
kızıl kurt 6 saat önce Şikayet EtAllah razı olsun hocam daha adil ve yaşanabilir bir dünya için İslam'ın dünyaya hakim olduğu günler çok yakındır İnşallahBeğen
-
bülent duman 6 saat önce Şikayet Etiyilik yapan iyilik bulurBeğen
-
Mst 4 saat önce Şikayet Etİyilikten maraz doğar ben almiyimBeğen