Dünyayı kurtarmaya kalktılar ama...

Kafası karışan ve evrenin sırrını çözmek isteyenler onlara sığınıyor. O filozoflar ki dünyanın derdine çare aradı ve çözüm önerdiler ama bakın özel hayatları ne haldeydi?

Dünyayı kurtarmaya kalktılar ama...
Dünyayı kurtarmaya kalktılar ama...
GİRİŞ 21.02.2007 19:20 GÜNCELLEME 21.02.2007 19:20

Rousseau - Schopeanhauer - Nietzsche - Russell - Wittgenstein - Heidegger - Sartre - Foucault... Hepsi ünlü, isimleri duyulunca şapka çıkartılacak isimler... Ama gelin görün ki özel hayatlarına bakınca hepsinin karizması yerle bir oluyor..  


İthaki yayınları arasında çıkan Sıradışı Filozoflar kitabında ünlü felsefecilerin özel hayatlarından ilginç kesitler yer alıyor.. 'Kafası karışmışlar için felsefede bir rehber arayanlar uyarılmalıdır' diyen kitap, Dünyanın derdini çözmek için kafa yoran insanların, kendi özel sorunlarını çözememiş olmaları ilginç bir ironi oluşturuyor...

Ülkemizdeki üniversitelerin felsefe bölümlerini saymazsak, bir vakitler hem liselerde hem üniversitelerde, felsefe zorunlu bir dersti. Yani henüz hayatın başlarında olan bizlerin, ünlü filozofların felsefeleri aracılığıyla güzel düşünmemiz, üretmemiz, iyi insan olmamız ve hayatın manası üzerine kafa yormamız öngörülüyordu herhalde.


Lakin, gelin görün ki, “Sıradışı Filozoflar”dan öğreniyoruz ki, durumlar pek de göründüğü gibi değilmiş. Beşeriyet âleminin kafa yapısına yön vermiş ünlü filozoflar, kendi hayatlarında, bize öğüt verdikleri gibi değillermiş meğer!..


Yazarlar, kitabın sunuş bölümünde şöyle diyorlar:

“ ‘En büyük ruhlar en büyük erdemler kadar en büyük erdemsizliklere de yeteneklidir’ der Descartes. Kafası karışmışlar için felsefede bir rehber arayanlar, felsefenin bir yandan aydınlatırken bir yandan da yanlışa yönlendirebildiği ve yanıltabildiğinin farkına varmalıdırlar. Felsefecilerin bazen kötü, bazen üzücü, arada bir büsbütün delice davranışları tam anlamıyla ‘kişisel anılardan oluşan iradedışı bir toplam’ olmayabilir, ama düşünceleri ile tamamen bağlantısız olmaları da çok seyrek rastlanan bir şeydir. Bazen de yaşamları düşüncelerini doğrudan doğruya etkiler ya da şekillendirir. O halde, yaşamımızı nasıl sürmemiz gerektiği üzerine öğütlerini almadan önce, en büyük felsefecilerin (gerçekten büyük felsefeciydiler) kendi yaşamlarını nasıl yaşadıklarına ve yaşamdaki seçimlerinin düşüncelerini nasıl doğruladığı ya da yalanladığına bakalım.”

Zaten kitabın özgün adına bakarsak (Kötü Davranan Filozoflar), yeterince kafamız karışır. Yani nasıl olur, bütün hayatı boyunca iyilikten, güzellikten, erdemden dem vurmuş, bir de bunların üzerine felsefe ekolü kurmuş bir şahıs, kendi özel hayatında hiç de söyledikleri ve yazdıkları gibi olmasın! Hiç kötü davranan filozof olur mu?


Mesela birçok yapıtıyla Türkiye’de de çok okunan ve tanınan İngiliz çağdaş filozof Bertrand Russell’ın durumuna bakalım. Anıt yapıtı olarak nitelenen “Matematiğin İlkeleri”ni yazdıktan sonra, inanılmaz bir verimlilikte (günde 2000 sözcük); evlilik, çocuk terbiyesi ve cinsel ilişkiler üzerine hayli kitap yazdı. İlerici yaklaşımlarıyla insanları etkiledi. Biz de zannettik ki, bunları yazan adam kimbilir ne kadar mutludur, çoluk çocuğa karışmıştır huzur içinde yaşıyordur. Böyle değilmiş meğer! Russell üç evlilik ve üç boşanma yaşamış. Yazarlarımıza göre, “geride kırık kalpler, dağılmış aileler sırakmış ve torunlarının bazılarını öyle feci bir şekilde etkilemişti ki, yaşamları sözcüğün tam anlamıyla paramparça oldu.” Russell bu arada yığınla da gönül macerası yaşamış. Bu yüzden ona “Felsefeci Hovarda” ya da “Kirli Bertie” gibi takma adlar vermişler. Ama bizi uğrattığı en büyük hayal kırıklığı nükleer silahlar konusunda galiba. Vicdani reddini açıklayarak savaş karşıtı kişiliğini ortaya koyan, nükleer silahlara karşı etkili kampanyalar yürüten Russell, Sovyetler’in henüz nükleer silahının olmadığı 1940’larda Sovyetler Birliği’ne “nükleer savaş açılması”nda hayli ısrarcıymış!...

Ya, 20. yüzyılın en önemli düşünürü, varoluşçuluk felsefesinin kurucusu Jean Paul Sartre’a ne demeli. 1980’de öldüğünde Paris sokaklarında 50 bin kişi tabutunun arkasından yürümüş, Fransa cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing 1 saat boyunca tabutunun başında nöbet tutmuştu. Ancak gel gör ki, henüz 1 yaşındayken babasını kaybeden, sonra da bir üvey babayla büyüyen Sartre’ın çocukluğu sürekli terk edilme korkusuyla geçmiş, bu yüzden yaşamı boyunca ensest duygular düzeyinde bir anne problemi yaşamış. Çocukluğu boyunca yaptığı her şeyin sırf gösteriş için olduğunu itiraf etmiş yıllar sonra. Şöyle dermiş muhterem:
“Beni idolleştirmeleri koşuluyla yetişkinlere saygı gösterirdim. Erdemliyi oynarken asla zorlanmadım ya da kendimi kısıtlamadım. Uydururdum. Seyircileri belirsizlik içinde tutan ve kendi performansına davet eden bir aktörün şahene özgürlüğünün tadını çıkarırdım. Bana tapıyorlardı, demek ki tapılmaya değerdim...”


Filozofluğa henüz erken gelişmiş bir çocukluk evresinde atıldığından olsa gerek, sonraları hayvanları ve çocukları hiç ama hiç sevmemiş! Lakin öte yandan, bireyin kendi yaşamını biçimlendirme ve tanımlamada sahip olduğu yaratıcı özgürlüğü vurgulayan varoluşçuluk felsefesini geliştirmiş; 1950’lerde ve 60’larda başta gençlik olmak üzere geniş halk kesimlerini derinden etkilemiş bir düşünür Jean Paul Sartre.


Üvey babasının, “annesinin kalbindeki yerini çaldığı” takıntısından olsa gerek, Sartre’ın hayatında çok sayıda kadın olmuş. Ama bu öyle bir şey ki, birbirinin ardılı aşklar şeklinde değil, aynı anda birçok sevgiliyi idare etme şeklinde! Varoluşçu felsefenin kurucusunun ve savunucusunun, tam da kadınlar ve toplum tarafından idama mahkum edildiği nokta! Bu bakımdan hayatı boyunca tam anlamıyla kendini hiçbir kadına verememiş. Dünya medyasının “uzun süreli aşklar”a örnek diye sunduğu Simone de Beavoir’a bile!...

Kitabı okuyalım, her sayfasında şaşkınlığa düşelim ama hayal kırıklığına da uğramayalım ve moralimizi bozmayalım değerli okurlar. Çünkü kitapta ele alınan 8 muhterem filozof, kendi yaşamları facialarla ve çelişkilerle de dolu olsa, nihayetinde bunlar düşünür-taşınır, üretir-yazar nadir insanlardır. Belki özel yaşamlarıyla değil ama öğretileriyle yol göstericilerimizdir. Diğer deyişle kendi yaşamlarını biz sıradan insanlar için kurban etmişlerdir ve onlardan öğreneceğimiz çok şeyler vardır. Kendi akılsızlıklarımızın ve sınırlarımızın ne kadar farkında olursak olalım, birbirinden değerli öğretileriyle bu şahıslar, bizi kendimizin ötesini düşünmeyi göze alma konusunda cesaretlendirebilirler. Zaten felsefe dediğin nedir ki, öğrendiklerimizi alt üst eder, kafamızı karıştırır, ezberlerimizi bozar. Bu bakımdan Bertrand Russell istediği kadar Sovyetler’e nükleer savaş açsın, biz yine de onun yazdıklarından, nükleer silahların ve savaşın ne kadar feci bir şey olduğunu öğrenmişizdir, değil mi saygıdeğer okur... Keza Sartre de öyle. Felsefeyi konferans salonlarından kafelere, 60’ların “çiçek çocukları”nın başkaldırısına taşıyan mücevher değerinde edebiyat ürünleri vermiştir Sartre. Onu ister sevelim ister nefret edelim, Sartre da öteki “problemli” ve “kötü davranan” filozoflar gibi karşımızda bir dev olarak durur.


Ve nihayet kitabın son sayfasını çevirmenizin akabinde, bu koskoca filozofların bile ne kadar problemli insanlar olduğunu öğrendikten sonra, kendi küçücük, mütevazı dünyanızda ne kadar problemsiz ve huzur dolu bir yaşam sürmekte olduğunuzu fark ediyorsunuz, “eh yani bunlar bile böyle olduktan sonra....” diyerek, dilinizden ister istemez “çok şükür halime” sözcükleri dökülüveriyor...


Kitabın arka yazısı, teknik bilgileri ve internet üzerinden satış şartları için bu linki kullanabilirsiniz..

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Son dakika... İslam İşbirliği Teşkilatı'ndan tarihi İsrail kararları
Togg, SsangYong ve BMW X1'e fark attı