Türkiye'de aile hayatını nasıl bitirdiler?

Yazar Lütfi Bergen aile hayatında yaşanan çürüme ve bozulmaya dikkat çekerken aslında "Bizi 34 yıl önce" bitirdiler diyerek CEDAW sözleşmesinin bir intihar olduğunu söyledi.

Türkiye'de aile hayatını nasıl bitirdiler?
Türkiye'de aile hayatını nasıl bitirdiler?
GİRİŞ 25.07.2019 13:21 GÜNCELLEME 25.07.2019 13:21
Bu Habere 50 Yorum Yapılmış

Yazar Lütfi Bergen sosyal medyadaki hesabında ve Gerçek Hayat dergisindeki yazılarında son günlerde çokça tartışılan “İstanbul Sözleşmesi”nin aile yapısını bozan anlaşma olarak değerlendirilmesinin hatalı olduğunu, bu sözleşmenin iptal edilmesi halinde ailenin korunmasıyla ilgili bir sonuç alınamayacağını ifade ediyor. Bergen görüşlerinin gerekçesini açıkladı.

CEDAW ile ilgili önemli eleştirilerde bulunuyorsunuz. Nedir CEDAW açar mısınız? Hangi zararları vermiştir topluma?  

İstanbul Sözleşmesi de bu bağlamda İslâmî çevrelerde tahammül edilmez bulunuyor. Madde 4/3’de “şiddete karşı koruma” getiriyor. Sözleşme’deki koruma, her tür cinsel yönelim sahibine ve toplumsal cinsiyet kimliğine hiçbir ayrıma yer vermeksizin sağlayacak şekilde muğlak bir ifade içermektedir. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi, LGBT'lilere “insan hakları” kapsamında kendilerini ifade, toplantı ve gösteri yapma, kamusal alanda var olma hakları veriyor, hatta müstehcenliklerini teşhir etmeleri halinde onlara şiddet uygulamama düzenlemesi getiriyor. 

Bizi 34 sene önce bitirmişler

İslâmî camia, LGBT bireylerin kamusal alanda bu görünürlüklerinin kısıtlanmasını istiyor. “Her tür cinsel yönelim” içine pedofilinin (sübyancılığın) da girebileceği ifade ediliyor. Zaten LGBT yürüyüşlerinde Drag Kid (kadın kıyafeti giymiş, erişkin kadın gibi davranan erkek çocuk)lar da görülüyor. Ancak Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’nin eleştirilmesi kanaatimce büyük bir tutarsızlıktır. Çünkü Türkiye’nin 2012’de imzaladığı İstanbul Sözleşmesi, 1985’te imzaladığı CEDAW sözleşmesine atıf yapmaktadır. CEDAW’ı imzaladıktan sonra Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu gibi kanunlarda değişiklikler yaparak Batı tipi bir toplum sistemine geçiş yaptık. Örneğin eski 765 sayılı Ceza Kanunu’nda cinsel suçlar “topluma karşı suç” olarak kabul edildiği halde 5237 sayılı yeni Ceza Kanunu’nda cinsel suçları artık “bireysel suç” olarak düzenledik. Osmanlı mahalle sisteminde sakinler âlem yapan komşularını mahkemeye başvurarak o beldeden çıkarabilmekteydi. Bugün böyle yapamazsınız. 

Kötü komşu korunuyor

CEDAW’ın ülkemizdeki yasaları yeniden düzenlemesiyle komşunun başkalarına ses/görüntü kirliliği yapmadan kendi mekanında âlem yapması, “özel hayatın dokunulmazlığı”, “konut dokunulmazlığı”, “mülkiyet dokunulmazlığı”, “ayrımcılık yasağı” kapsamındadır. 

Akit Gazetesi, 01 Şubat 2018 tarihli nüshasında Kadir Has Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Merkezi 2017 Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması’na yer verdi. Bu araştırmaya göre halkın yarısından fazla “eşcinsel” komşu istemiyor. Ancak CEDAW’ı imzalamış bir toplumun artık komşusunun “başkalarına zarar vermeden” bir mekânı kullanmasına “insan hakları” gereğince ses çıkaramayacağı görülmelidir. İşte CEDAW bunun teorik sözleşmesi, İstanbul Sözleşmesi ise bunun uygulama metni olarak ülkemizi bağlamaktadır. Uygulama metni olan İstanbul Sözleşmesi iptal edilirse, Cedaw’ın mevzuatlara yerleştirdiği hükümler zaten devrede. 

Diğer taraftan, İslâmî çevrelerde bilindiğinin aksine İstanbul Sözleşmesi, gerek “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramının ve gerekse “cinsel yönelimleri şiddete ve ayrımcılığa karşı koruma”nın temel kaynağı değildir. 

CEDAW’ın Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi’nin 4–22 Ekim 2010 tarihli 27 sayılı Tavsiye Kararı’nda “yaşlı kadınların cinsel yönelimi”ne ve yine aynı tarihli 28 sayılı Tavsiye Kararı’nda “kadınların cinsel yönelimi”ne yapılan ayrımcılığın engellenmesi konusunda devletlere yükümlülük getirilmiştir. Yani İstanbul Sözleşmesi’ni “eşcinselleştirmeyi meşrulaştırıyor” söylemiyle eleştirmek de hukuken tutarsız. Anayasa’nın 10. maddesi, “herkes eşittir” diyor. Ayrıca AİHS’nin 14. Maddesi bağlayıcı ve ayrımcılık yasağını getiriyor. 

Bir başka husus da İstanbul Sözleşmesi’nin “Aile” meselesinin dışında tartışılmasıyla ilgilidir. Önce bir “aile modeli” ortaya konulmalıdır. Günümüzde 1990-2000 kuşağının örnek alacağı aile modeli yoktur. 

Ne reis, ne saygı, ne mal kaldı

CEDAW, 1985’te kabul edilir edilmez ilk gerçekleşen değişiklik -ki o zaman eski Medeni Kanun yürürlükteydi- boşanmakla yoksul kalan kişiye süresiz yoksulluk nafakası bağlanması hükmünün düzenlenmesiydi. 2002’de 4721 sayılı Yeni Medeni Kanun yürürlüğe girince “ailenin reisi kocadır” hükmü de kaldırıldı. Keza, evlilikte yasal mal rejimi eskiden “mal ayrılığı” iken yeni kanunda “edinilmiş mala katılma rejimi” olarak düzenlendi. Bu hükümler aileyi çözmüştür. Ancak Müslüman aydınlar çözülmenin kaynağını görememiştir. Akit Gazetesi’nin nafaka mağdurları hakkında yaptığı haberlerin muhatabı olan sözleşme CEDAW olduğu halde bu mesele İstanbul Sözleşmesi bağlamında tartışıldı. CEDAW’ın 5237 sayılı Türk Ceza Yasası ile getirdiği bir düzenleme var: 102/2, “evlilik içi tecavüz.” Gelecekte göreceksiniz pek çok kadın, bu maddeyi işletecek ve kocasına “ya malını ver ya da cezaevinde sürün” diyecek. 

Pekiyi o zaman İstanbul Sözleşmesini birtakım çevreler niye ısrarla savunuyor. Öte yandan İstanbul sözleşmesi feshedilse bile Aileyi tehdit eden hangi unsurlar devam edecek? 

Muhafazakâr-İslâmî kesimin aydın ve STK’larının bir kısmının İstanbul Sözleşmesi’ni savunmasının temel gerekçesi, bu sözleşmenin ve ona istinaden yürürlüğe giren 6284 sayılı yasanın, kadınların kendi ayakları üzerinde durarak ekonomik özgürlüklerini kazanmak istemesinde işlevsel görülmesidir. Türkiye’de kadınlardan oluşan entelektüel çevre, muhafazakâr erkeklerin kadına ekonomik, fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddet uyguladığını yaklaşık 40 yıldır (1979-2019) dile getiriyor. Feminist teori, kadının ev içi emeğinin bir sömürü olduğunu ifade ediyor. Seküler feministler kamusal alanda “ahlâk değerlerinin polisliği”ni reddediyor. Seküler feminizm İkinci Dalga feminist talepleri izliyor ve “özel olan politiktir” söylemiyle hareket ediyor. Bu çevre, kadınların erkekler karşısında eşitlenemediğini, evde/kamusal alanda/devlet yapılanmasında “ataerkil-eril-maskülen” bir düzen kurulduğunu belirtiyor. İstanbul Sözleşmesi bu ahlâk polisliği yapan geleneğin, ailenin, dinin, tarihin, devletin, kocanın yıkılması için araç olarak görülüyor. Ülkemizdeki İslâmî feminist teorisyenler ise, feminist teorinin Birinci Dalga talepleri gereği İstanbul Sözleşmesi’ni savunmakta. Bu çevre, “kadın kocasına yemek yapmak zorunda değil, hatta çocuğuna bakmaya zorlanamaz” demekte. “Başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyası da benzeri bir söylemdir. İslâmî feministler, kadınların binlerce yıldır yoksul bırakılan sınıf oldukları iddiasıyla hareket ediyor ve kendilerini “özel alan” dedikleri “eve kapatan” Müslüman erkekleri aşmak istiyor. 

Durun daha neler olacak

Madem sorunun kaynağı CEDAW.  CEDAW’a yönelik yeterli tepkinin olmaması konunun bilinmemesinden mi kaynaklanıyor? Yoksa başka gerekçeleri var mı? 

Kanaatimce halen herkesin karşı çıktığı, sayfalarca makale yazdığı, iptali için eylemlere kalktığı İstanbul Sözleşmesi’nin de içeriğinin bilinmediği söylenebilecektir. CEDAW sözleşmesinin getirip götürdükleri elbette entelektüellerimiz tarafından bilinmiyor. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’ni protesto eden bazı sözcüler, “Bu sözleşme ile aile içi tecavüz yasalaştı” diyor. Oysa aile içi tecavüz 1 Haziran 2005’te yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’da 102/2’de düzenlenmiştir.  

Bazı muhafazakâr yayın organları “Sözleşme yuva yıkıyor, kaldırılsın” diye başlık atıyor. Ancak sözleşmenin hangi maddeleri gereğince yuva yıktığı bu söylemde belirginleşmiyor. Çünkü aslında yuva yıkan yaptırımlardan biri 6284 sayılı yasanın 8/c maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz.” Yani kadının beyanı esastır. 

Şimdi düşünün ki bir adam kolluğa gitse “sokakta şu eşkalde biri beni dövdü” dese bir soruşturma dosyası açılır. Müşteki ve sanık beyanları alınır. İddianame hazırlanır, yargılama yapılır. Sonuçta sanık TCK md. 86 gereği “vücut dokunulmazlığına karşı suçlar” kapsamında mahkûm olur. Ancak bu sanık tutuksuz yargılanır, evinde ikamet etmeye devam eder. 6284 sayılı yasanın 8/c maddesi ise kadının doğru söyleyip söylemediği hiç araştırılmadan şiddet uygulayan hakkında tedbir kararı verilmesini düzenliyor. Hükümet 6284 sayılı yasayı ya da bu yasanın 8/c maddesini iptal eden bir düzenleme getirse, CEDAW’a dayanan ve 5237 sayılı TCK 102/2 gereğince bir kadın “kocam bana tecavüz etti” dediği anda entelektüellerimiz şaşırıp kalacak. 

Benim işaret etmeye çalıştığım husus şudur: Türkiye’de aileyi baskılayan küresel norm dayatan kurumlar bir değil ikidir: Bunlardan biri Birleşmiş Milletler. BM, CEDAW Sözleşmesi kapsamında Türkiye’nin mevzuat sistemini çoktan değiştirdi. İkinci norm dayatan kurum ise Avrupa Konseyi. Avrupa’nın İstanbul’da imzaya açtığı “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin dayanak olduğu 6284 sayılı yasa iptal edilirse Türkiye’de feminist STK’lar aile içi şiddeti önleme konusunda yapılan ilk özel yasal düzenleme olan ve CEDAW’a dayanarak çıkarılan 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanunu devreye sokacak. CEDAW’ın Türk mevzuat sisteminde kendi yapısını bir ağ gibi örme tarihi 30 yıla dayanıyor. Yani 1985-2005 arası I. Dönemde CEDAW Medeni Kanun, Ceza Kanunu ile 4320 sayılı kanunla, İİK ile kendi strüktürünü tamamladı. “İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa ile aile dağılıyor” diyen duyarlı kesimler İcra İflas Kanunu ile nafakayı ödeyemeyen borçlunun cezaevine girdiğini görmüyor. 

Türkiye'nin kendine has bir aile politikası yok mu? Neden yok? Ayrıca Müslüman kadınlara feminizm hastalığı nasıl bulaştı? 

Türkiye’nin kendisine ait bir aile politikası tabii ki yok. Bunu nereden söylüyorum? Çünkü örneğin Medeni Kanun’da aile tanımlanmamıştır. Keza 6284 sayılı yasanın adı sözde “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”dur. Fakat bu kanunun 2 maddesinin başlığı olan “Tanımlar” kısmında fail, mahkeme, mağdur tanımlanır ama “Aile” tanımlanmaz. Türkiye’de Müslümanlar da “aile”yi tanımlamamıştır. 1980 sonrası dindar gençlik büyük kentlere okumak için geldiğinde kendi anne-babasının geleneksel ailesini reddetti ve “tevhidi aile” diye bir model üretti. Bu model başarısız oldu. 1980 gençliğinin denediği “ideolojik aile” başarısız olunca zaten başörtüsü mağduru olan kadınlar 1990 yılından itibaren erkek dindarlığından kendini ayırdı. Bu kadınların bir kısmı kocalarından ayrılmış ve bugün “tek ebeveynli aile” denilen toplumsal birimlere dönüştüler. İslâmî feminist kadın grupları Kur’an’ın şimdiye kadar eril zihniyetle yorumlandığını dile getiriyor ve feminen hermöneutik öneriyor. Feminist Kur’an hermöneutiği diyor ki, “erkek eskiden evi geçindirdiği için kavvam idi. Ama imdi ben kendi nafakamı kazanıyorum. O halde evin kavvamı artık benim.” Bu yorum tarzının, gelecekte “camilerde kadın-erkek aynı safta namaz kılma”, hatta “cemaate kadınların imam olma” taleplerini yükselteceğini göreceğiz. Çünkü İslâmî feminist Kur’an hermöneutiği klasik fıkhın eril bir yorum geleneği olduğunu düşünmektedir. İslâmî feminist akımdaki kadınlar seküler feminist teorisyenlerin “geleneğin/devletin/ailenin/dinin eril-ataerki ürettiği” yolundaki düşüncelerini geleneksel fıkıhta benzeri söylemler gördüklerini ifade ederek benimsiyor. 

Sosyal medyadaki paylaşımlarınızda “İslâm toplumları ‘aile’ yıkılarak işgal edilebilir. Batı’da dinin ailesi yok. Kilise bir bekârlar piramididir. Batı dini, erkek egemen bir dindarlıktır. Batılı ideolojiler (Katolisizm, Marksizm, Feminizm) İslâm toplumlarının aile-beyt modeline savaş açmıştır.” diye yazdınız. Sizin işaret ettiğiniz bu savaşta Müslümanlar nasıl bir savunma korunma modeli geliştirmelidir? 

Bu sözleri Türkiye’nin İslâmî değerlerini hayat nizamı edinen kimseler için söyledim. Müslüman feministler, Batılı-seküler feministlerin kavramlarını kullanıyor. Seküler feministlere göre örneğin din, kadına ayrımcılık yapmaktadır ve eril bir iktidar biçimidir. Neden? Çünkü Kilise’ye göre daha Cennet’te Hz. Âdem’i ayartan ve şeytanla birlik olup onu günaha sevk eden “kadın”dır. Batılı feminizm dinin patriyarki (erkek otoritesi) kurduğunu ileri sürüyor. Bu söylemi İslâmî feministlerin aynen aldığını gördüm ben. Onlara diyorum ki, İslâm’da erkeği ve tefsir geleneğini “eril-maskülen” olarak kodlayamazsınız. Zira böyle bir kodlama ile Hz. Yusuf’u zindana attıran vezirin karısını nasıl açıklayacaksınız? Yahut Firavun’un “İsrailoğullarının kadınlarını sağ bırakın, oğullarını öldürün” emrini nasıl yorumlayacaksınız? Habil’i öldüren Kabil’i nasıl anlamlandırabiliriz. Bu sorulardan hareketle İslamî feminist teorisyenlere İslâm’da iki erkek tip olduğunu işaret ettim. Bunlardan biri feta, recül, gâzi, ahî gibi adlarla adlandırılan civanmerdler, yiğitler. Bunlar zina etmezler, haramdan sakınırlar, verdikleri sözlere riayet ederler, yetime/miskine/esire sofra açarlar. Örneğin Hz. İbrahim (as) iki misafire sofra açmıştır. Kur’an’daki diğer erkek tipi ise işte Kabil’dir (akrabalığı kesen), Karun’dur (serveti biriktirip fakirliği büyüten), Firavun’dur (şiddet uygulayan). Ben Batı’da görülmeyen salih erkekleri yetiştiren bir kadına işaret ettim. 

“Ben kendim yıllardan beri bir Müslüman ailede kadının kocasına, ‘Eve getirdiğin para az olsun; ama helâl olsun’ diye bir baskı yaptığına şahit olmadım.” der İsmet Özel. Bu baskıyı yok eden iklimi nasıl kaybettik? 

Türkiye’de 20 milyon konut kredisi borçlusu olduğu söyleniyor. Ayrıca taşıt kredisi çeken yüz binlerce insan var. Kredi çeken tüketicilerin çocukları veya aynı hanede birlikte oturan akrabalarını düşünürsek belki 50 milyon kişi faizle yaşıyor. Ben bu faizli konut kredisi çeken yığınlara sadece şöyle diyorum: “Eşiğinden besmele ile geçeceğin evi krediyle mi aldın?” Türkiye’de “Müslüman zengin olmalı” diyen bir kültür ikliminden İsmet Özel’in tavsiyesine uyması beklenemez. 

Bunca büyük sorunlar karşısında Aile Bakanlığı neden etkin değil? 

Bence cevap soruda gizli. Türkiye’de “Aile bakanlığı” diye bir kurum yok. Türkiye’de “Aile” ile ilgili bakanlığın adı “Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı”dır. Üstelik bu bakanlığın en üst bürokratlarının hedefi, “kadının istihdamının artırılması”dır. Kanaatimce “Aile Bakanlığı” ayrı bir teşkilatlanma olmalıdır. Benzeri şekilde Türkiye’de “Kültür Bakanlığı” da “Turizm”den ayrılarak yeniden teşkilatlanmalıdır. 

Son olarak eklemek istediklerinizi alabilir miyiz? 

Türkiye’de Kemalist modernleşme tek eşli aile (monogami) modelini getirdi. Bu modelin mevzuat sistemi, birden çok eşli yaşamayı esas alan kültürleri baskı altına almaktaydı. Fakat son tahlilde “mal ayrılığı” rejimi üstünde kurulan evlilikler 40-50 yıl sürebilmekteydi. Kemalist modernleşme, “on yılda on beş milyon nüfusa ulaşmak” idealini bu modelle gerçekleştirdi. Türkiye 1980’lerle birlikte hem gecekonduları yıkarak apartmanlaşmaya uğradı hem de CEDAW Sözleşmesi etkisiyle mevzuatlarını değiştirmeye başladı. İlk değiştirilen hüküm, “boşanma halinde süresiz nafaka” ile ilgilidir. Bu hüküm değişikliği, kadına “emekli olmadan emekliliğe hak kazanma” imkânı verdiği gibi uzun evlilik idealini de yıktı. Kentleşme sürecinin yoğunlaşmasıyla birlikte ülkemiz nüfusu, Batı bölgelerinde (yoğun kent havzalarında) kendini yenileme hızını kaybetti. Özellikle 80 doğumlu kuşaklardan başlayarak ülkemizde hiç evlenmemiş veya çok kısa bir süre evli kalarak boşanmış fertlerden oluşan bir tabaka oluştu. Dolayısıyla Türkiye’de yeni evlilerin üç çocuk sahibi olma imkânı kaybedildi. Tekrar “ailenin reisi kocadır” diye düşünen ve “mal ayrılığı” rejimiyle yaşayan bahçeli evlerden oluşan şehir sistemine dönmek gerekir.

YORUMLAR 50
  • Serpil 4 yıl önce Şikayet Et
    Biz sadece böyle sözleşmelerle mi ailemizi koruruz bizim kendi değerlerimiz aklımız fikrimiz yok mu öncelikle kendimiz olmalıyız
    Cevapla
  • Efendi 4 yıl önce Şikayet Et
    Allah Razi olsun çok doğru düşünceler beyan etmiş sayın Bergen.
    Cevapla
  • okur 4 yıl önce Şikayet Et
    Namus, onur, dürüstlük gibi ahlaki değerler aşındıkça sorunları hukuki kural koyarak çözmek pek mümkün değil. Konan her kural suistimale açık ahlak yoksa.
    Cevapla
  • Geçmiş Ola 4 yıl önce Şikayet Et
    Lüks yaşam tarzı ve zengin olma hırsı pompalanıp bela yağmur gibi yağdığında tedbir alınsaydı bu millet kurtarılabilirdi ama artık çekilen krediler, faizler borçlar, bela olup sel olup milleti sürüklemeye başladı, eğlence, lüks, haz, nefis derken ayaklarımız yerden kesildi, evlerimiz sel sularıyla doldu, huzur kalmadı, çamur her tarafı sardı, geriye kurtaracak temiz bir şey de kalmadı. Bu ülke afet bölgesi millet de afetzede oldu. Kısacası artık çok geç, herkese geçmiş ola. Allah büyük bir bela verip her şeyimizi elimizden almadan kimsenin aklı başına gelmez. Kimse bu selden yürüyerek çıkamaz.
    Cevapla
  • kaptan44 4 yıl önce Şikayet Et
    güzel bir yazı hatta beğenen bayan yorumcular dahi var..peki sorun sadece CEDAW mı yoksa bizde bunu istemiş olmayalım veya cumhuriyetin kuruluşuna gidelim yapılan o muhteşem inklaplara çağ atladık ya hani o döneme biraz irdeleyelim ne yapılmış ne edilmiş sonra ülkede hükümetlere değilde sözü geçenlere bakalım sonra ülkemizdeki toplumsal yapıya etnik yapıya bakalım kimler ne istemiş neler yapılmış bunları açıkça dile getirebilirsek belki bundan sonra bir ümit olabilir yoksam bugünleri bile mum ile arar çocuklarımız torunlarımız
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle
DİĞER HABERLER
İsrail'den hadsiz paylaşım! Erdoğan'ı hedef aldılar! Türkiye'den çok sert tepki
Hababam Sınıfı'nın efsane sahnesi gerçek oldu!