'Danimarkalı Gelin' filminin başına neler geldi?

On altı yıldır sinemada suskunluğunu koruyan Yönetmen Salih Diriklik kısa ve uzun metraj film çeken gençlere imkân sağlanmasını istedi. Dirilik, çok izlenen TV filmi Danimarkalı Gelin'in başına gelenleri de anlattı

'Danimarkalı Gelin' filminin başına neler geldi?
'Danimarkalı Gelin' filminin başına neler geldi?
GİRİŞ 17.02.2011 09:22 GÜNCELLEME 25.08.2020 17:40
Bu Habere 1 Yorum Yapılmış

1975 yılında çektiği 'Gençlik Köprüsü' filmiyle bir döneme damgasını vuran ve televizyon filmi Danimarkalı Gelin, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Ah Gurbet gibi çok konuşulan dizilere imza atan, ancak daha sonra sinema ve televizyondan kopan ve doktorluk hayatını sürdüren Salih Diriklik'le samimi bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Sinemaya bakışını, Türk dizilerini, Milli Sinemayı, Beyaz Sinemayı, amaçlarını, yapabildiklerini, düşlerini, kırgınlıklarını ve sinemaya dönüp dönmeyeceğini konuştuk. Yüzünde eksik olmayan tebessümle bizleri karşılayan verdiği eğlenceli cevaplarla da söyleşimizi renklendiren Salih Diriklik'e 16 yıllık suskunluğunun nedenini sorduk.

On altı yıldır sinemada suskunluğunu koruyan Yönetmen Salih Diriklik kısa ve uzun metraj film çeken gençlere imkân sağlanmasını istiyor: "Sinemayla ilgilenen gençlerin set havasını solumasını istiyorum. Bir akım oluşturacak filmlerin çekilmesi gerektiğini de düşünüyorum. Benim keşke çok param olsaydı da kaybedeceğimi bilsem de genç sinemacılara film çektirebilseydim." Salih Diriklik sinemaya dönebilir mi? Sorunun cevabını gelin birlikte arayalım.

Sinemaya başlarken nasıl bir şey düşlüyordunuz. Ne umuyordunuz ne buldunuz?

Sinemaya girişim iyi bir sinema seyircisi olarak başladı. Sanırım bu diğer sinemacılar için de geçerlidir. Daha lise yıllarında hemen her hafta sonu bir iki filme gider, sınıf gazetesine yazılar yazardım. Onları daha sonra okulun panolarına asarlardı ve bu durum benim hoşuma giderdi. Zamanla ilgi daha da çoğaldı ve okuldaki öğrenciler filmin nasıl olduğunu gidilip - gidilmeyeceğini bana sormaya başladı. Sinema çok başka bir alem. İnsanı sürekli içine çeker. Bu yazılardan sonra, bende "senaryo yazabilir miyim" ya da "film çekebilir miyim?" düşüncesi peyda olmaya başladı. Anlayacağınız sürekli bir hayal dünyasındaydım. Üniversiteye geçince de o zamanki Anadolu Gazetesi'nin kültür sanat sayfasında sinema yazıları yazmaya başladım. Bunlar benim için birer aşamaydı. Seyircilikten sinema yazılarına geçiş beni daha çok heyecanlandırmıştı ve bu alanda daha farklı işler yapmak istiyordum. Giderek, "benim artık bir film yapamam lazım" düşüncesini iyice benimsedim. Lakin o zamanki dönemde hele de bir üniversitede öğrencisiyseniz bu biraz zordu. Belki Yücel abi, (Yücel Çakmaklı) "birini de al sen çek" derse bu mümkün olabilirdi. O da Elif Filmle beraber senede ancak bir film çekebiliyordu. Elif Film de zaten çok büyük bir şirket değildi. Daha sonra MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) kurulduktan sonra da hepimizi bir şeyler yapmaya çalıştık. Grup halinde çalışıyor ve filmleri beraber yorumluyorduk.

Bu kadar zor şartlarda ilk filminizi nasıl çektiniz?

Şartların elvermesiyle birlikte 9 üniversiteli genç bir araya geldi ve birlikten kuvvet doğar hesabı, biraz borç biraz da etrafımızdakilerin de yardımıyla bir film çekme imkanı bulduk. Sinemanın bana cazip gelen en büyük yönü geniş kitlelere hitap etme olasılığıydı. Bir de elinizdeki bir hamur gibi istediğiniz şekli verebiliyordunuz. Tebliğ ve ders imkanı da vardı. Sinema dışında bu kadar geniş çaplı hareket edemeyeceğimizi düşünüyorduk.

Yeşilçam'ı 'nasılsa seyirci geliyor' mantığı bitirdi

O dönemin Yeşilçam filmlerini nasıl buluyordunuz?

O zamanlar çok fazla film çekiliyordu. Zamanla bu sayı 250-300'e kadar ulaştı. Daha sonra bir seks filmleri furyası başladı. Bu furyadan önce de filmler çoğunlukla birbirinin aynısıydı. Birkaç tane senaryo yazarı vardı ve onlar sürekli yazardı. Onların yazdığı senaryolar aynı hikaye üzerinden sadece oyuncu değişikliği yapılarak defalarca çekiliyordu. Yapımcılarda da, "seyirci nasıl olsa gelecek" mantalitesi yerleşmişti ve sürekli aynı filmleri piyasaya sürüyorlardı. Bunların içerisinden güzel diyebileceğimiz her sene 5'e yakın film çıkıyordu.

Orijinallikten uzak filmlerin arasında siz nasıl bir dil kullanmak istiyordunuz?

Bizim ideallerimiz onlarınkine göre epey büyüktü. Yapılanı yapmak yerine yapılamayanı yapmaya çalışıyorduk. Gençlik Köprüsü filminin hazırlık aşamasındayken 9 kişi oturup senaryo yazarken şunları düşünüyorduk; "Bizim tekrar film yapma imkânımız olmaz. Biz bu filmde verebileceğimiz maksimum mesajı seyirciye verelim." Olaylar, diyaloglar ve aklınıza ne gelirse yerleştirdik ve ağır karmaşık bir film ortaya çıktı. Bizim yapmak istediğimiz insanlara doğruyu göstermek adına ortaya çıkan Milli Sinema akımının en güzel örneğini verebilmekti. Bunun perdedeki yansımasını göstermek istedik. O kadar idealisttik ki Yücel ağabeyin filmlerini çok hafif bulurduk. Bizim kafamızdan geçirdiğimiz cümleler ise şunlardı: "Öyle bir yapalım ki tüm ülke bu filmi konuşsun, filmimiz patlasın" Ama filmimizdeki üslup, çok da Yeşilçam'dan kopuk değildi. Zaten çok çizgi dışına çıkarsanız filminizi satma imkanı bulamazsınız.

Gençlik Köprüsü sizin ilk filminizdi. Bu filme o dönemde gelen tepkiler nasıldı. O zamanın Yeşilçam seyircisini mi yoksa kendinize has bir seyirci grubunu mu topladınız.

O zaman pek fark edemedik. Ama Anadolu'dan çok sayıda mektup aldık. Hiç sinemaya gitmeyen, dedeler, nineler bile filmimize gitmiş. Hatta kapılar kırılmış. Anlayacağınız yoğun bir ilgi vardı.  Daha sonra, 'filmi gönderin birkaç kez daha oynasın' telefonları aldık. Ama biz bunun maddi bir karşılığını göremedik. (gülüyor) Çünkü bizim kontrol imkânımızı yoktu. Bölge işletmelere gönderiyordunuz onlardan size her hafta belirli dokümanlar geliyordu. "Filminiz şu kadar seyredildi" diye. Siz de ona inanmak zorunda kalıyordunuz. Gelen mektuplarla bize ulaşan bordrolar arasında büyük bir fark vardı. Sırf ondan dolayı da ikinci filmimizi çekme imkânımız olmadı. Ama çok büyük bir halk kitlesinin filmimizle ilgili olduğunu gördük. Belki de bölge işletmecileri; "nasıl olsa bunlar öğrenci, bir daha da film çekmezler." dedi ya da bizleri beğenmedi. Sonuçta bize hep eksik bordro gönderdiler.

İşletmeci kazıklamasaydı yeni filmler yapacaktık!

Peki siz bunu engelleyemez miydiniz?

Biz daha çok genciz ve tüccar tarafımız da yok. Dünyayı tozpembe görüyoruz. İşimizi sağlama alma gibi bir derdimiz olmadı. Halbuki her yerde MTTB'nin temsilcilikleri vardı. Onlara birer mektup yazsaydık ve gidip gözlemleyin deseydik. Ya da şirketlerle irtibatlı olun deseydik. İşletmeci bizim ilgilendiğimizi hisseder ve daha az kazıklardı. Biz sanatçı adamız ne anlarız ki işin o yönlerinden. Gönderdik çayıra Mevlam kayıra hesabı yaptık.

İyi bir para getirisi olsa ne yapacaktınız.

Tabiî ki hayalimizde birkaç film daha yapmak vardı. Aslında benim büyük hayalim gerçekleşmişti. 9 üniversite öğrencisi bir araya gelmiş ve film çekmişti. Bu bile büyük bir şeydi. Çünkü çoğumuz burslarla okulumuza devam ediyorduk.

Peki, o 9 kişiyle irtibatınız nasıl. Büyük bir kopuş yaşandı mı?

Mehmet Kılıç'la. Ahmet Ulueren buralarda, Abudurrahman Dilipak'ı zaten tanıyorsunuz. Gazeteciliğe devam ediyor. Faruk Aksoy Suudi Arabistan'da kameramanlık yapıyor ayrıca orada evlendi. Mesut Uçakan yönetmenliğe devam ediyor. Tufan Güner vardı. O da Kanada'ya gitti film şirketi kurdu. Bir de Şemsettin vardı. O da mimarlığı bitirdi ve içmimar olarak çalışıyor. Onlarla da iki - üç ayda bir görüşüyoruz.  Bir de Cengiz Özdemir vardı. En çok görüştüğüm kişi odur. O da müteahhitlik yapıyor.

Sinemayla ilgilenen pek kalmamış.

Evet diğer ikisini saymazsak bir tek Mesut Uçakan sinemayla iç içe diyebiliriz.

O filmden sonra nasıl bir yol izlediniz.

O filmi çektiğimizde benim Tıp Fakültesinde son senemdi. Bu film için de bir senemi kaybetmiştim. Filmin bir getirisi olmayınca ve babadan da; "Oğlum okulunu bitir yoksa karışmam" ültimatomunu alınca okula yöneldik. Talebelik bitince hayatın gerçeklerini görmeye başladık. Daha sonra ihtisas yapmak için Almanya'nın yolunu tuttum ve sinema kulübünü Mesut'a devrettim. Daha sonra Mesut (Uçakan) Sur Filmi kurdu. 9 arkadaşın kurduğu film şirketinin adı ise Burak Filmdi. Onu kapattık. Diğer üç arkadaşımız da Orhun Filmi kurdu. Mehmet Kılıçlar 'Güneş Ne zaman Doğacak' filmini çekti. O film de olaylı geçti. Zaten Maraş olayları da o filmin oynadığı sinemanın bombalanmasıyla başladı. Sonra da zaten film yasaklandı.

Doktorluktan kazanacağımıza sinema yapalım dedik

Televizyona nasıl geçiş yaptınız?

Almanya'da 6 senede ihtisasımı bitirdikten sonra Türkiye'ye geri döndüm. Daha önce de belirttiğim gibi sinemaya bulaşınca bir daha kurtulamıyorsunuz. Oturup doktorluk yapıp para kazanacağımıza biraz daha sinemada uğraşalım dedik. Geldiğimizde ortam değişmişti. Turgut Özal'ın dönemine denk gelmiştim. Bir tarafta Rahmetli Ahmet Bayazıt ve Şenol Demiröz'ün kurduğu Ajans 1400, diğer tarafta Elif Video ve Mesut Uçakan'ın başında olduğu Sur Film vardı. Bunlar kör topal bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ben yeniden sinemaya döneceğim deyince üç taraftan da teklif aldım. Önce Elif Video için  "Hacca Gidiyorum" diye bir video çektik. Ajans 1400 ise TRT'den ayrılmıştı. Ellerinde hikaye olduğunu ve zor olduğu için de kimsenin bu işe girişmediğini öğrendim. Hikâye de Peyami Safa'nın 'Dokuzuncu Hariciye Koğuşu' kitabından uyarlanacak bir TV dizisi projesiydi. Birkaç kişiye teklif etmişler. Kimse kabul etmemiş. Mehmet Akköprülü de; "nasıl adamsınız bir filmi çekemiyorsunuz" diye kızmış. Şenol beyin de haberi olmuş. Bana geldi ve "çeker misin" dedi. Ben de deli cesaretiyle "varım" dedim. Sağolsun Yücel abi de çok yüreklendirdi; "Sen al işi biz hallederiz." dedi. Hakikaten de güzel bir şey oldu. Mehmet Taşdiken senaryosunu yazmıştı.  Bir taraftan aşkı anlatacaksınız diğer taraftan da çocuğun ruh halini iyi yansıtacaksınız. Kitap olarak dahi çok zor bir romadır. Eğer okuduysanız bilirsiniz.

Okudum. Dediğiniz gibi zor ama hoş bir kitap...

Mehmet Taşdiken olayları çok güzel bir şekilde yaymış ve ortaya dört bölümlük bir senaryo çıkarmıştı. O edebiyatçı olduğu için olayları daha çok diyaloglarla anlatmaya çalışmıştı. Tufan Güner'le beraber biraz daha sinema diline çevirelim dedik. Diyalogla anlatılan yerleri görüntüye döktük. Ortaya hakikaten güzel bir şey çıktı. Sağ olsun Yücel abi her sabah benimle beraber sete gelir ve "Salih ne çekiyorsun" diye sorardı. Ben de neler yaptığımızı gösterirdim. Oturup çayımıza içerdi. Süpervizörümüz olduğu halde işimize hiç karışmazdı.

İlgi nasıldı?

O dönem dizi epey ilgi gördü. O bittikten Sonra Mehmet Akköprülü seni televizyona alalım dedi ve öylece televizyona geçiş yaptık. Daha sonra önümüze "Alpler Geçit Vermiyor" diye 7 bölümlük büyük bir proje geldi. Bulgaristan, Avusturya ve Almanya'da geçen, kaçak Türk işçileriyle alakalı bir dizi projesiydi. Romanını yazan arkadaşla beraber senaryosunu hazırladık. Proje büyük olunca bütçe de epey büyüdü ve bu da prodüktörün işine gelmedi. O istiyordu ki, kendi cebine daha çok para gitsin, ama işi az parayla halledeyim. Bir türlü bütçe konusunda anlaşamadık. Baktık olmayacak o iş de öylece yattı. Zaten iki sene içerisinde de sürem doldu ve oradan ayrıldım.

Daha sonra bir çalışmanız oldu mu?

Tabi. Ayrıldıktan sonra da TRT'ye "Uzak Kentin İnsanları" adında bir dizi film çektik Mesut Uçakan da o dönem 'Kavanozdaki Adam'ı çekti.

Bu süre zarfına kadar sinemadaki hayalinizi gerçekleştirdiğinize inanıyor musunuz? Yok. Çünkü sinema istikrar isteyen bir sanat. Sırf benim açımdan değil, camia açısından da kötüydü. Çünkü yılda sadece 1-2 film çekebiliyorsanız bu iyi bir şey değildir. İnsanlarda bir birikim sağlayamıyorsunuz. Ben isterdim ki yılda en az 4-5 film çekelim de piyasada söz söyleme hakkımız olsun. Öyle olunca da kimse sizi ciddiye almıyor. Basında bahsedilmesi ve ilgi uyanması gerekiyor. Olmayınca da olmadı. Yılda bir film çekilirken 3 yılda bir film çekilmeye başlandı. Ben kendi düşüncelerimi hayata geçiremediğim gibi camia olarak da hayata geçiremedik. O beni üzdü.Danimarkalı Gelin dizisi nasıl yapıldı?

1993 yılında TGRT'nin kurulmasıyla "Ah Gurbet" adında bir dizi çektik. Ben film çekmek istediğimi söyledim lakin onlar bana evliya filmleri çek dediler. Ben de "cesaret edemem" dedim. Elimde "Danimarkalı Gelin" diye bir senaryo vardı. Onu faaliyete geçirdik. Filmi çektikten sonra bazı yerlerini kesmek istediler. Ben o sahnelerin bir sakıncasının olmadığını söyledim. Benden habersiz birkaç sahneyi çıkarmışlar, jeneriğe de projede bulunmayan insanların isimlerini eklemişler. Sonradan öğrendik ki ismi eklenen kişi prodüktörün yeğeniymiş. Ondan sonra da, "ben sizinle çalışamam" dedim. O dönem de böyle kapandı. Daha sonra kitabı (Fleşbek) bitirdim. Baktım piyasada film çekme durumu da yok. Son maceramız Danimarkalı Gelin oldu ve piyasadan elimizi eteğimizi çektik.

İyi bir projede yer almak isterim ama...

İyi bir proje gelse ve tüm imkânlar sağlasalar yeniden başlar mısınız?

Öyle birinin olacağını düşünüyorsan neden olmasın (gülüşmeler) Benim yönetmenlik alanında böyle bir çalışmam mümkün olmaz ama güzel bir işin senaryosuna katkı yapmak isterim. Ama düzgün bir iş olacak. Kıytırık çok iş yapılıyor. Sadece yardımcı olarak katkı yaparım.

Hâlihazırda senaryo çalışmalarınız var sanırım

Evet var. Yine ufak tefek notlar alıyorum. Önceden senaryo haline getirdiğim 2-3 hikayem var. Şimdi sadece notlar alıyorum. Anlayacağınız senaryo halinde değiller. Uğraşıyorsunuz uğraşıyorsunuz talep gelmeyince de çalışmaya değmiyor. Birilerinin sizden senaryo istemesi lazım. Ben de ona göre katkı yapabileyim. Benim kanaatim bir kişinin oturup senaryo yazacağı dönem geçti. Batı'da şu anda bizim reklâmcıların yaptığı gibi veya Kurtlar Vadisi'nde de yapıldığı gibi ortaklaşa senaryo yazımı daha ideal duruyor. Bir de iş sıkı tutulmalı mesela polisiye bir senaryo yazıyorsanız bir tane polis alacaksın, askeriyeyle ilgiliyse bir tane askeri uzman çağıracaksınız. Film psikolojikse sosyolog ya da psikolog alacaksın. Siz yazacaksınız ama bilen birisi senaryoyu son haline getirecek. Bunu geliştirme aşamasında ama üç kişi olur ama 10 kişi olur. Oturup ciddi senaryo yazmak ancak öyle çıkar diye düşünüyorum.

Şimdiki dizeleri takip ediyor musunuz?

Hayır. Hiç birini seyretmiyorum. Bilerek takip etmiyorum. Çünkü onlara ayıracak zamanım yok. Daha çok kitap okuyup, film seyrediyorum. İki sene önce Kurtlar Vadisi'ni seyrediyordum. Ondan da zor kurtuldum. Kanalları değiştirirken zaman zaman biraz baksam da enteresan bir şeyle karşılaşmadığım için seyredesim gelmiyor.

Yeni filmler çekilmiyorsa o akım bitmiştir

Beyaz Sinema ya da Milli Sinema kavramı sizde ne çağrıştırıyor?

Milli Sinema'yı Yücel Çakmaklı'nın bir cümlesinden alıp geliştirmiştik. Burada amaç Türk örf ve adetlerini en iyi şekilde yansıtan filmlerdi. Biz arkadaşlarla onu biraz daha geliştirdik. İşin içine ideoloji de kattık ve Türk halkının dini görüşlerine de aykırı bir şey olamaz dedik. Dolayısıyla Milli Sinema'dan kastımız insanımızın yaşantısını onlara ters gelmeyecek şekilde anlatabilmekti. Bunun belli bir estetik içinde yapılması gerektiğini açıklayan manifostalar hazırladık.

Sizce bu akım amacına ulaştı mı?

Bu film akımının örnekleri bir süre seyirciyle buluşmaya devam etti. Minyeli Abdullah'tan sonra televizyon yaygınlaşınca bir ara verildi. Ben de dahil olmak üzere bu türün yönetmenleri televizyonlara çalışmaya başladı. Televizyonda herhangi bir akım olamayacağı gibi Beyaz Sinema ve Milli Sinema gibi kavramlar da olamaz. Televizyonda seyircinin hoşuna giden işler yapmak zorundasınız. Zaten Yeşilçam'da da film sayıları yılda 10'a kadar düşmüştü. Bu durum sinema sendikaların kurulmasına ve sinema yazarlarının dernekleşmesine neden oldu. Sürekli sinema üzerine konuşmalar yapılıyordu. İnsanlar çalışmayınca konuşmaya önem vermeye başladı. Ortaya bir şey çıktığı yoktu ama o konuşmalar onları tatmin ediyordu. Gerçi benim için isim çok önemli değildir. Milli Sinema, Beyaz Sinema ya da bir dönem dendiği gibi Rüya Sinema dönemini bitirmiştir.

Neden bitmiştir?

Eğer bir akımın devam etmesini istiyorsanız ya da o akımın yaygınlaşmasını istiyorsanız sürekli bu akıma dair filmler çekmek zorundasınızdır. O dönemlerde de isim olarak ne dendiği önemli değildi ama bir şeyler yapıldı. Beyaz sinema deyince 3-5 tane örnek yapıldı ve öylece kaldı. Sizin buna akım demeniz için arka arkaya film yapılması lazım ki diğer filmlerin arasına karışmasın. Seyirci de; "tamam bunlar değişik, diğer filmlere benzemiyor" demeli. Ama ortada öyle bir şey yok. Ama onlar da fikir jimnastiğidir. Hoşgörüyle karşılarım. Kötü değildir. Beyaz Sinema ortada olmayan bir şeyin ismidir.

Beyaz Sinemayla ilgili bir etkinlik düzenlendi onu nasıl buldunuz?

Ali Murat Güven, Beyaz Sinema'nın 40. Yılı diye bir etkinlik düzenledi sanırım. Benim de orda ismim vardı ama nöbetçi doktor olduğum için katılamadım. Bir de Abdurrahman Şen'in katılmaması benim dikkatimi çekti. Böyle bir etkinlikte mutlaka onun yeri belirlenmeliydi. Milli Sinema deseydiniz olabilir derdim, lakin adamın verdiği ismi kullanıyorsunuz ve onu çağırmıyorsunuz. Bu çok yanlış bir tutumdur. Sebebini de hâlâ çözmüş değilim. Çağırıldı da mı gelmedi yoksa çağırılmadı mı?

Benim duyduğum çağırmışlar hatta oraya gelmiş ama konuşturmamışlar. Yani seyirci muamelesi yapılmış ve kızmış gitmiş.

O da doğru değil. Açık oturumda ismini dahi görmedim. Eğer konuşturmadılar diye gittiyse çok haklı. Ben listede ismini görmedim zaten.

Konu farklı yerlere gidiyor biraz daha sinemaya dönelim. Sinemada çalışırken kimleri kendinize yakın görüyordunuz. Hem çalışma anlamında hem de bakış anlamında. Sinemasını takip ettiğiniz yönetmen var mıydı?

Biz sürekli sinemanın içerisinde olduğumuz için hem bizden hem de Batıdan sinemacıların çalışmalarını takip ediyorduk. Michelangelo Antonioni bunlardan bir tanesidir. Lakin onların çalışmaları bize uymadığı için olduğu gibi alamıyorsunuz. Mesela ben 70'li yıllarda Atıf Yılmaz'ı çok beğenirdim. Kendi filmimde onun kamera hareketlerine benzer yöntemler kullandım. Fazla kamera hareketi olmadan çektim. Sadece benzetmeye çalıştım ama ne kadar benzettim bilmiyorum. Belki de hiç benzemedi.

Türk sinemasında potansiyel var

Bugünkü sinemamızı nasıl buluyorsunuz. Bir de Türk sinemasını dünyadaki konumu sizin gözünüzde nerededir?

Türk sineması deyince akla gelen birkaç tane isim var. Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu. Bu ikisinin filmlerine baktığım zaman çok fazla durağan Türk sinemasını temsil etmediğini düşündüğüm örnekleri görüyorum. Kamerayı koy çek. Hayır. Türk insanı da öyle değildir zaten. Durup da yarım saat bir yere bakamazsınız. Konuşmak birileriyle tartışmak ister. Bizim toplum yapımız öyledir. İtalyan filmlerine bakıyoruz onlar da aynı bizim gibidir. Sürekli konuşan ve el kol hareketleri yapan kişileri görürüsünüz. Yemek yerken şamatalar falan. Kuzey filmleri ise tam tersi çok durgundur. Bu filmleri de ben daha çok kuzey filmlerine benzetiyorum. Dolayısıyla bazılarını çok sıkılarak ama mecburen de sonunu bekleyerek seyrediyorum. Onun dışında son zamanlarda benim beğendiğim birkaç tane film oldu. Mesela Sırı Süreyya Önder'in Beynelmilel filmiydi.

Başka var mı?

Genele baktığım zaman genç yönetmenler sürekli bir şeyler çekiyorlar. Onlardan da elle tutulur bir film göremiyorum. 'Eyvah Eyvah' filminin birincisini de seyretmiştim. Komedi falan ama çok ciddi bir iş olarak görmedim. Sabun köpüğü havasındaydı. Kalıcı bir şeyler çıkmıyor. Hâlbuki bu sıralar çıkması gerekir. Türk sinemasında potansiyel olduğunu düşünüyorum.

Zeki Demirkubuz'u nasıl buluyorsunuz?

İlk çektiği filmleri beğenerek seyretsem de son dönemlerde ilk seyrettiğim filmlerinin tadını alamadım. Şu an ne yaptığını da bilmiyorum.

En son Kıskanmak filmini çekti. Şimdi de Yeraltı diye bir film çekiyor.

Çeksin de seyredelim. O yine ilginç şeyler bulur. Öncekilerin senaryoları ve konuları da değişikti.

İran sineması hakkında ne düşünüyorsunuz?

İran sinemasını takip ederim. Özellikle de Majid Majidi'nin tüm filmlerini beğenerek seyrettim. Bazen onların filmlerinde de Nur Bilge Ceylan'ın durağanlığını görüyorum. Ama onların konusu daha iyi olduğu için film akıp gidiyor. Genel anlamda çok basit konuları çok güzel şekilde işliyorlar ve o yönlerini çok seviyorum. Oradaki insanları gördüğünüzde "ha İranlı böyle birisi" diyebiliyorsunuz. Yani o filmlerde yapmacıklık yok. Bazen bizden motifler görebiliyorsunuz. Türkçe kelimeleri ve İbrahim Tatlıses'i falan da duyabiliyorsunuz. O yönden değil ama sinemaya baktığımda diğerlerinden çok ayrılıyor. En azından bir şeyler anlatabiliyorlar.

Özel sorular:

Bu sorularım sinemayla pek alakalı olmayacak tamamen sizin ve özel yaşamınız hakkında cevap verip vermemekte özgürsünüz.

Evliyim üç çocuk babasıyım desem (gülüşmeler)

Yaşamak istediğiniz ülke ya da şehir?

İstanbul'dan başka bir yer olmaz.

Günlük hayatınızda nerelerde vakit geçirirsiniz

Çok kitap okurum. Bilgisayarda takılırım. Açıkçası evden pek çıkmam.

İstanbul'da en sevdiğiniz yer ya da mekân neresi

Tabiî ki Boğaz ama orayı sadece gezebiliyoruz. Sürekli orada oturmak isterdim.

En beğendiğiniz film.

Gillo Pontecorvo'nun Queimada (İsyan) filmidir.

En beğendiğiniz film sahnesi var mı?

Yine o filmde var. Filmin sonundaki sahne.

Beğendiğiniz kitap veya yazar

Mustafa Kutlu ve kitapları desem...

Hangi kitabı filme aktarmak isterdiniz?

Ben orijinal senaryonun daha iyi olacağına inanırım. Tabi kitap da olur ama kitapta büyük değişiklik yapmak gerekiyor. Ana fikri alınıp, serbest uyarlama olabilir.

Sizi ne üzer?

Çok şey üzer de, tam olarak ne diyeceğimi bilemiyorum. Dostumun, tanıdığımın hastalığı olabilir. Çünkü annemin ameliyatına giremedim dostlarıma rica ettim.

Nelerle mutlu olursunuz?

Çabuk mutlu olabilirim. Mesela sizin gelmenizden mutlu oldum. Güzel bir yemekten mutlu olurum. Hanımla çıkar dolaşırız o beni mutlu eder.

En büyük pişmanlığınız nedir?

Şimdi; "Keşke sinemaya hiç başlamasaydım" diyeceğim anlattıklarıma ters olacak. (gülüyor) Büyük pişmanlığım vardır ama aklıma şimdilik gelen yok.

Milli Gazete

YORUMLAR 1
  • Göktuglu Alaybeyi 13 yıl önce Şikayet Et
    Maalesef. Maalesef bu piyasada inandığı dava için birşeyler yapayım arzusunda bulunan yapımcı pek azdır, gerisi de acımasız esnaftır. Danimarkalı gelin e gelince, sırf o filmden sonra namaza başlayan insanlar biliyorum utanıp. Keşke vazgeçmeseymiş o projeden sonra bu işlerden. Yine de Allah razı olsun diyorum başka da bir şey demiyorum.
    Cevapla
DİĞER HABERLER
Turistik Diyarbakır Ekspresi ilk seferini yaptı!
CHP'li belediyelerde akraba kıyağı: Liyakate değil kan bağına bakılıyor